Seyyid Ebu’l Â’lâ Mevdûdî’ye Atılan İftiralara Cevap
27.05.2020 tarihinde Genel kategorisine eklenmiş, Kişi Okumuş ve 0 Yorum Yapılmış.

İslam dünyasında tefsir alanında önemli bir yere sahip olan, yüzyılımızın adını duyuran seslerinden biri olan Mevdûdî, Kuran’a dair okumalarda bulunanların daima dikkatini çekmektedir. Mevdûdî kendine has bir sistem ve üslupla pek çok âlimin üzerinde durmakta zorlandığı konuları açık yüreklilikle dile getirmiş ve bu konuda da yaşadığı coğrafyada bedeller ödemek durumunda kalmıştır. Ama kendisi ne pahasına olursa olsun Kur’an ve sünnet merkezli fikirlerini eserlerinde savunmaktan kaçınmamıştır.
20. asrın büyük dava ve ilim adamlarından olan Mevdûdî, 3 Recep 1321 (25 Eylül 1903)’de Hindistan’ın Haydarâbâd eyaletine bağlı Evrengâbâd kasabasında doğdu. Babası Delhi’nin saygın eşrâfından avukat Seyyid Ahmed Hasan ( 1855-1920)’dır. Annesi Rukiye Begüm ise Orta Asya’dan Hindistan’a göç eden Türk asıllı bir ailenin kızıdır.
Kendisine, dedesi Ebu’l-A’lâ’nın adı verildi. Hz. Hüseyin’in soyundan geldiği için Seyyid Ebû’l-A’lâ olarak anıldı. Mevdûdî, Seyyid Ahmed Hasan’ın beş çocuğundan en küçüğü ve ikinci evliliğinden olan ikinci oğlu olarak dünyaya geldi. Mevdûdî, dînî atmosferin yoğun olduğu bir evde doğdu. Dindar olan anne-babası Seyyid’in yetişmesi, dînî terbiyesi, ders ve eğitimi için büyük özen gösterdiler. İlköğrenimine avukat olan babası Seyyid Ahmed Hasan’dan Farsça, Urduca, Arapça, mantık, fıkıh ve hadis ilimleri alarak başladı. İlk düzenli okul hayatına 1914’te on bir yaşında nispeten iyi eğitim veren Medresetü’l-Fevkâniyye’de başladı ve eğitimini 1915’te Haydarâbâd’da sürdürdü. Liseyi dışarıdan bitirdi. Dinî eğitiminde sarf ve nahiv, ma’kûlât, ma’ânî ve belâğat dersini Delhi’de sabah namazından önce Mevlânâ Abdusselâm Niyâzî’den aldı.[1]
İlimde, irfanda ve edebiyatta ideal bir eğitim alan Mevdûdî, ailesinin ve hocalarının çalışmalarını boşa çıkarmamış, özel kabiliyeti ve gayreti sayesinde de kendisini en iyi şekilde yetiştirmiştir. Küçük Mevdûdî’nin en önemli özelliklerinden birisi de kitap aşığı olmasıydı. Ayrıca 1917 yılında Mısırlı düşünür Kasım Emin’in ‘el-Mer’etü’l-Cedîde’ isimli eserini Arapçadan Urducaya çevirmesi, onun Arapçaya olan hâkimiyetini ve o yaşlardaki eğitim durumunu belirgin bir biçimde ortaya koymaktadır.[2]
1918’de Delhi’ye taşınarak burada ağabeyinin yanında çeşitli dergilerde yazılar yazmaya başladı. 1920’li yıllarda Hindistan Hilafet Hareketi’ne katılan Mevdûdî, yazılarında çoğunlukla Müslümanların içinde bulunduğu kötü durumu ele aldı. O yıllarda meydana gelen Hindu-Müslüman çatışmaları onun fikir hayatında derin izler bıraktı. Mevdûdî ilk eseri olan ‘el-Cihad fi’l-İslam’ı (İslam’da Cihad) yazdı. Bu kitabı yazma çabası İslam’ı anlamada Mevdûdî’ye büyük bir netlik ve yoğunluk sağladı.
Mevdûdî, Delhi’de 1928 yılına kadar çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazdı ve editörlük görevlerinde bulundu. Ayrıca birisi Arapçadan, diğer üçü de İngilizceden olmak üzere dört kitap tercüme etti.1928’de Haydarâbâd’a dönen Mevdûdî, 1932 yılında, vefatına kadar onun fikirlerin yayılmasında önemli bir işlevi olan Tercümânü’l-Kur’ân dergisinin editörlüğünü üstlendi. Mevdûdî, 1937’de annesi tarafından akrabası olan Mahdume Begüm’le evlendi. Bu evliliklerinden dokuz çocuğu dünyaya geldi. Yine aynı yıl Muhammed İkbal’in daveti üzerine Doğu Pencâb’a gelerek 1939 yılına kadar buradaki İslâm Araştırma Merkezi (Dâru’l-İslâm)’nin kurulması ve faaliyetlerinin yürütülmesi çalışmalarına katıldı.
Ülkenin İngiliz işgâlinden kurtulmasını savunan Cem’iyyet-i Ulemâ-i Hind ile Müslümanların bağımsız bir devlet kurmasını savunan Muhammed Ali Cinnah’ın öncülük ettiği Hindistan Müslümanlar Birliği’ne mesafeli duran Mevdûdî, kendisiyle benzer düşünceleri paylaşan âlim ve aydınlarla 25 Ağustos 1941’de Lahor’da Cemâat-ı İslâmî teşkilatını kurdu. Hükümetin politikalarını eleştirmesi ve teşkilatın görüşlerini ülke çapında bir kampanyaya dönüştürmesi sonucunda Mevdûdî ve teşkilatın önde gelenleri, 1948’de tutuklandı. 1950’de serbest bırakılan Mevdûdî, farklı görüşlerdeki İslâmî grupları Karaçi’de bir araya toplayarak onların, kendisi tarafından ortaya koyulan İslâm devletinin ilkeleri hususunda anlaşmaya varmalarını sağladı.1953’te Pencap’ta düzenlenen Kâdıyânîlik karşıtı gösterileri kışkırttığı gerekçesiyle askerî mahkeme tarafından ölüm cezasına çarptırıldı. Kamuoyundan ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen baskılar sonucu, cezası önce sivil mahkeme tarafından ömür boyu hapse çevrildi, ardından da yüksek mahkemede beraat etti (22 Nisan 1955)[3]
24 Haziran 1956’da hac yolculuğuna çıkan Mevdûdî, Beyrut ve Dımaşk’ta İhvân-ı Müslimîn önderleri ve bazı âlimlerle de görüştü. 1959’da, yazmakta olduğu tefsir için bilgi toplamak ve Kur’ân’da adı geçen yerleri görmek üzere Suudi Arabistan, Suriye, Ürdün ve Mısır’ı kapsayan üç aylık bir yolculuğa çıktı. Bu seyahati Sefernâme-i Arzı’l-Kur’ân adıyla kitap haline getirildi.
Mevdûdî, 1972’de sağlığının bozulması yüzünden cemaatin liderliğini Miyan Tufeyl Muhammed’e bıraktı. Tedavi görmek maksadıyla Mayıs 1979’da oğlunun tabip olarak çalıştığı Amerika Birleşik Devletleri’ne giden Mevdûdî, bir dizi ameliyatın ardından 22 Eylül 1979’da vefat etti. Naaşı Pakistan’a götürülerek 1 milyondan fazla insanın katıldığı cenaze namazının ardından, Lahor’daki uzun süre ikâmet ettiği evinin bahçesine gömüldü. Dünyanın çeşitli bölgelerinden temsilcilerin de katıldığı cenaze namazını Dr. Yusuf el-Karadâvî kıldırmıştır.[4]

Mevdûdî’nin yaşadığı dönem, halkı Müslüman olan ülkelerin sömürgelerden kurtularak kendi ulusal devletlerini kurma çabalarına şahit olmuştur. Genel olarak bu ülkelerde siyasî parçalanmışlık ve toplumsal çalkantı hâkimdir. Hindistan ve Pakistan’ın ayrılması da bu dönemde gerçekleşmiştir. Pakistan devletinin kurulması aşamasında yeni devletin hangi temeller üzerine inşa edileceği de yoğun tartışma konusu olmuştur. Bir âlim ve gazeteci olarak Mevdûdî de bu tartışmaların içerisinde bulunmuştur. Onun yazılarının etkileri sadece Pakistan’la sınırlı kalmayıp Asya’da, Afrika’da, Orta Doğu’da, Avrupa’da, hatta Amerika’da yaşayan Müslümanlar üzerinde yoğun olarak görülmüştür.
Türkiye Müslümanlarının evrensel İslâmi hareketle karşılaşmaları 1960’lı yıllarla olmuştur. Bu dönemde Seyyid Kutub ve Mevdûdî gibi İslami kişilerin kitaplarının çevirisi ile İslami hassasiyeti olan kişilerin zihinlerinde değişiklik başlamıştır. Seyyid Kutub ve Mevdûdî’nin yanı sıra Hasan El Bennâ, Fethi Yeken, Saîd Havvâ gibi İslami mücadele veren kişilerin çok sayıda kitabı Türkçeye tercüme edilerek basılmıştır. Bu kitaplarda akâidî konuların yanı sıra özellikle Dârül Harb- Dârül İslâm, Cihad, Tâğut, Belam, Hicret, Biat ve benzeri kavramlar üzerinde genişçe durulmuştur.
Mevcut İslâmi anlayış ile tercüme yolu ile gelen anlayışın karşılıklı etkileme sürecinde İslâmi kesim millilik üzerinde kurulu söylemini ümmet kavramı üzerinde geliştirmeye başlayıp, aslî kaynaklara dönülmesi (Kur’an, Sünnet ve Sahabe anlayışı) yaklaşımı gündeme gelmiştir. Bu süreçte özellikle Mevdûdî ve Seyyid Kutub’un eserleri, Türkiye Müslümanlarının itikâdi, ahlaki, siyasi ve iktisadi boyutlarıyla İslâm’ı bir bütün olarak anlamalarına büyük katkıda bulunmuştur.
Bunu hazmedemeyen çevrelerce Türkiye’de Mevdûdî ve Seyyid Kutub geleneğe düşman, mezhepsiz, hadisi reddeden kişiler olarak lanse edilmiştir. Konumuz olan Mevdûdî hakkında bakınız Necip Fazıl Kısakürek, neler demiş: “Merdudi ismini taktığımız Mevdûdî, İslamda İhya Hareketleri isimli eseriyle İslam’da imha hareketinin temsilcilerinden biri… Çağdaşımız… İşi gücü, Sünnet Ehli büyüklerine çatmak… Gördüğü sert tepki üzerine eserinin ikinci baskısında birtakım yumuşama alametleri göstermeye çalıştıysa da, çürük madeni hep aynı… Gerisi cila… Cemalettin ve Abduh’a hayran… İbn-i Teymiyye’ye ise kara sevdalı…«Sana nasıl geliyorsa öyledir!» hesabı, her zaman ve her türlü içtihada yer verme ve ortalığı kargaşalığa verdiklerini iddia ettiği Sünnet Ehli âlimlerini kötüleme…”[5] Necip Fazıl’ın bu cümlelerinden sonra bazı muhafazakâr çevrelerce Mevdûdî, reddolunmuş anlamında ‘Merdudi’ diye anılmaya başlanmıştır.
Türkiye Gazetesi grubunun öncüleri daha da ileri gitmiş, hayatını kâfirlerle ve emperyalistlerle mücadeleye adayan Mevdûdî hakkında “Hindistan’daki dinde reformculardan İngiliz casusu Ebülula el Mevdûdî İskoç masonu idi.”[6] diyebilme cüretinde bulunabilmişlerdir.
Mevdûdî hakkındaki bu çirkin ve yakışıksız yaftalamalara karşı Mevdûdî’yi savunan insaf ehli Türkiyeli Müslümanların tabi ki çabaları olmuştur. Nitekim İstanbul’daki Medeniyet Derneği, 6 Haziran 2009’da Uluslararası Mevdûdî Sempozyumu düzenlemiş, alanında uzman birçok araştırmacı, yazar ve akademisyen, Mevdûdî’yi farklı yönleriyle ele almışlardır.[7]
Mevdûdî hakkındaki bu aydınlatıcı sempozyumdan sonra da bu suçlamaların arkası maalesef gelmemiştir. Bunun en son bir örneği Ömer Faruk Korkmaz[8] isimli âlim kisveli ama taassup ehli olduğu âyân beyân olan birisi tarafından gündeme getirildi.

Ömer Faruk Korkmaz, kendisine sorulan ‘Hocam Mevdûdî’nin itikadi durumuyla alakalı çok farklı şeyler söylenmektedir. Kimileri onun ümmeti diriltmeye çalışan ve ümmete yol haritası çizen bir insan olduğunu söylerken bir kısımları da onun ehl-i bidat ve sapık bir insan olduğunu söylüyor. Bu konuda sizler ne söylemek istersiniz?’ suâline ‘Mevdûdî’nin bir kısım görüşlerini inceleyen bir insanın onun ehl-i sünnet birisi olduğuna kanaat getirmesi imkân dâhilinde değildir. Nitekim birazdan serdedeceğimiz bir takım görüşlerini okuyan bir Müslüman bu görüşlerin değil ehl-i sünnet olan birisinden bir Müslümandan dahi sadır olmasını tecviz etmeyecektir.’ diyerek kendince cevap vermiş olup 8 maddelik bir eleştiri daha doğrusu karalamalar yapmış ve sonucu şöyle tamamlamış: “Bütün bunlardan sonra bu denli bir akide kayması ve sapması yaşamış birisinin ehl-i sünnet olarak nitelenmesi nasıl mümkün olacaktır? Üstelik tüm Pakistan ve Hindistan uleması bu zatın sapık(dâll) ve saptıran (mudill) birisi olduğu hususunda icma’ etmişken…”
Öncelikle şunu ifade edelim ki, Ebu’l-A’lâ Mevdûdî 20. yüzyılın başlarında İslâm dünyasında meydana gelen siyâsî- dînî otorite boşluğunun telafisi gayesiyle plânlanan değişik dinî-siyâsî teşkilatların en önemlilerinden Cemaat-i İslâmi’nin kurucusudur. Daha ziyade ‘ihyâcı’ bir mahiyet arz eden teşkilatın asıl ilgi alanını, siyasî, içtimâî ve ilmî ihyâcılık şeklinde tanımlamak mümkündür. Güçlü bir teşkilatçı kişiliğe sahip olan Mevdûdî ihyâcı yönünü sadece kendi ülkesinde değil, dünya Müslümanlarını tanımak gayesiyle çıktığı Ortadoğu ve Afrika’yı da içine alan pek çok seyahatinde de ortaya koymuştur.
Mevdûdî’nin Hint alt kıtasındaki faaliyetlerinin temel vasfını bir ‘İslâm siyâsî ihyâ hareketi’ şeklinde tanımlamak mümkündür. Cemâat-i İslâmî’nin hedefleri arasında yer alan, İslâmî düşüncenin yeniden şekillendirilmesi, fert, toplum ve idarî teşkilatların ıslâhı yoluyla İlâhî nizâmın tesisi gibi esaslar Mevdûdî’nin yenilikçi yönünün açık göstergeleridir. Öte yandan Mevdûdî’nin faaliyetinin siyâsî yönünü Cemâat-i İslâmî’nin aynı zamanda siyâsî bir parti oluşu, ihyâcılığını geleneksel anlayışı savunan Ehl-i hadîs ile mücadeleleri, ılımlı ihyâcılık vasfını İslâm için son derece tehlikeli gördüğü Münkirîn-i hadîs (Ehl-i Kur’an) ve Kâdiyânîlik yanlıları ile girdiği tartışmalar açıkça ortaya koyar.
Mevdûdî yukarıda özet halinde verdiğimiz düşünce sahipleriyle ilgili eserler kaleme almıştır. Mevdûdî’nin eserlerinin tesiri, ülkesiyle sınırlı kalmayıp otuzu aşkın dile çevrilmiş, şahsî ilişkileri ve ziyaretleriyle hemen hemen dünyanın birçok yerindeki Müslüman aydınlar ve siyasilere tesir etmiştir. Bunun nedeni ise, onun toplumsal değişim projesi, düşünce yelpazesinin genişliği ve görüşlerini canlı bir sosyopolitik ve eğitici harekete dönüştürmesidir.
Mevdûdî gerek sağlığında gerekse vefatından sonra birtakım eleştirilere maruz kalmıştır. Mevdûdî’yi tenkit için birçok dergilerde makaleler çıkmış ve çok sayıda kitap yazılmıştır. Kendisi sağlığında, bu eleştirilerden önemli gördüklerini, dergisi Tercümânu’l- Kur’ân’da cevaplamıştır. Mevdûdî’yi eserlerinden ve düşüncelerinden dolayı takdîr edenlerin sayısı ise daha çoktur. Hem ülkesindeki âlimler hem de Mustafa Sıbâî, Seyyid Kutub, Süleyman en-Nedvî, Yusuf El Karadâvî gibi dünyanın değişik bölgelerindeki dava adamları ve Müslüman âlimler, Mevdûdî’den övgüyle bahsetmişlerdir.
Bu meyanda Mevdûdî’nin vefatının ardından ilim ehli bazı âlim ve davetçilerin görüşlerini nakledelim: Şeyh Ebu’l Hasan Nedevî diyor ki: “Müslüman genç nesli Mevdûdî gibi etkileyen bir kişi daha tanımıyorum. Davetini ilmi esaslar üzerine kurmuştu. Siyasi davaların, sömürgeciliğin üzerine kurulduğu esaslardan çok daha sağlam çok daha metindi. Yazıları ve araştırmaları batı medeniyetinin tabiatını tanımaya yönelikti. Hayat felsefesi ve yorumu ilmi idi. Onun gibisi bu zamanda az bulunur. Dini, İslam’ın yaşam tarzını ve medeniyetini, siyasi hikmetini, toplum ve hayatı şekillendirme tarzını açıklamıştır. İslam’ın beşeri toplumlar ve insani gidişata dair önderliğini ilmi, sağlam bir üslupla, modern bir dille, ortaya koymuştur. Onun tarzı uzun zamandan beri İslami edebiyatta var olan boşlukları doldurmuştur. İslam ahlâkı, İslami yaşam tarzı ve akidesiyle Müslüman gençlikteki “yetersizlik” duygusuyla mücadele etmiştir. Yazdığı yazılar bu gençlerin İslam’ın salahiyeti ile modern asra ayak uydurmalarında ve kendine güvenlerinin geri dönmesinde çok etkili olmuştur.”[9]
İhvân-ı Müslimîn’in mürşitlerinden Ömer Tilmisânî, Hasan El Bennâ ve Mevdûdî’nin İslami davet metodlarını karşılaştırırken şöyle diyor: “Şüphesiz her ikisi de eşsiz bir kuşağın imamlarıdırlar. Çünkü davalarındaki bütün metodların, üslupların, bilgilerin kaynağı Kuran-ı Kerim ve Rasûlullah (s.a.v)’tır. Görüşlerini falanca filozoftan veya filanca kitaptan almamışlardır. Okulları İslam davetine leke sürebilecek olan bütün anlayış ve düşüncelerden olabildiğince uzaktır. Hasan El Bennâ’nın karşılaştığı bütün sıkıntı, saldırı ve eziyetlerin aynısına İmam Mevdûdî de maruz kalmıştır. Adeta ikisi söz birliği etmiş gibidirler.” [10]
Çağımızın büyük âlimlerinden Yusuf el-Karadâvî diyor ki: “… Islahatçı müfekkir. Aynı zamanda toplum doktoru. Basireti ile ümmetin dertlerine uygun ilaçlar sunuyor. Derinlere dalıp sebepleri anlamaksızın sonuçlara göz gezdirmekle yetinmiyor. Hastalığı tespit ettiği zamansa içerdeki mikrobu yok etmeden sadece yüzeysel iyileşme sağlayacak merhem vermekle kalmıyor. Hastalığın kökünü kurutmadan, acıyı kısa süreliğine dindirecek çareler sunmuyor. Bu noktada Mevdûdî ümmet için onun hastalığının hakikatini, mikrobun aslını bilen deneyimli bir doktordur. İmam Ebu’l Â’la Mevdûdî’nin önceliği modern cahiliyye ile savaşmak, insanları tam anlamıyla ibâdete ve dine, sadece Allah’ın hâkimiyetine boyun eğmeye, konumu ve misyonu ne olursa olsun -ister aydın, ister siyasi lider- yaratılmış birinin hâkimiyetini reddetmeye döndürmektir. Toplumsal, ailevi, ferdi, şahsi, iktisadi ve medeni hayatta batı fikrini reddeden, devrimci ve değişimci bir metod izleyen İslami hareket inşa etmektir. Bu düşüncesini bütün kitaplarında ve araştırmalarında ortaya koydu. Çalışmaları onun İslam’a davet ve yenilik felsefesini ifade ediyordu. Böylece söz konusu hareketi inşa etmek ve yaymak için cemaatini kurdu.”[11]
Abdullah el-Akîl şöyle demekte: “Allâme Mevdûdî çağdaş İslam sancaklarından, mütefekkirlerinden, davetçilerinden biridir. Allah Teâlâ ona hikmet, ileri görüşlülük, derin kavrayış, ilmi basiret, olayları teemmül, fikirler ve durumlar üzerine geniş çaplı çalışma, bilgi kaynaklarını inceleyerek güvenilir olanları ayırt edebilme, batı medeniyetinin faydalı taraflarını alıp zararlı taraflarını reddetme, İslam’ı hayatın her alanındaki sorunlar için bir çözüm olarak sunabilme kabiliyeti bahşetmiştir. Şehit İmam Hasan El Bennâ’nın metodu da işte buydu. İlmi yöntemleri kullanarak Müslüman kardeşlerimizi İslâmi yöntemlere uygun olarak şekillendirirdi.” [12]
Mevdûdî’nin yanında yetişmiş Prof. Dr. Ahmed Enis de şöyle demekte: “Mevdûdî’nin doğduğu yıllarda Müslümanlar yenilgi psikolojisi ve batıya karşı ‘özür dilemeci’ bir tavır içindelerdi. Müslüman âlimlerin bir kısmı İslam’ın Hıristiyanlığa yakın olduğu gibi söylemlere başvururken, bir kısmı da; namaz, zekât gibi 5 şartla cennete gidilebileceğini söyleyerek sadece bu ibâdetler üzerinde durdular. Ancak Mevdûdî, dinin, namazın, zekâtın ne anlama geldiğini ve bu ibâdetlerin hakikatinin ne olduğunu ortaya koymaya çalışarak, tevhidin bu ibâdetler üzerinden anlatılması için uğraşıyordu. Allah’ın sadece caminin değil aynı zamanda caminin dışında da, ekonominin, siyasetin, sosyal hayatın da Rabbi olduğunu anlatmaya çalıştı. ‘Kur’an’da Dört Terim’ adlı eseriyle, Kur’an’ın ve İslam’ın daha iyi anlaşılmasını sağlayacak ilâh, rabb, din ve ibâdet kavramlarının hakiki anlamda anlaşılabilmesi için uğraştı.”[13]
Dünya çapında ünlü olan bu kadar âlimin övgüsünden sonra Yazar’ın ‘Üstelik tüm Pakistan ve Hindistan uleması bu zatın sapık(dâll) ve saptıran (mudill) birisi olduğu hususunda icma’ etmişken…’ sözleri çok komik kaçmaktadır. Mevdûdî’nin ‘sapık(dâll) ve saptıran (mudill) birisi olduğu hususunda icma(!)’ ettiği söylenen Pakistan ve Hindistan ulemâsı[14], yakın zamanda (2011’de) ‘Cübbeli’ lakaplı Ahmet Mahmut Ünlü’nün öncülüğünde[15] ‘hastalığından dolayı uzun yıllardır konuşamayan’[16] Mahmut Ustaosmanoğlu’nu ‘15. asrın müceddidi’[17] seçmişlerdi. Yani fetvâlarında o kadar isabetliler(!)
Bu girişten sonra gelelim Yazar’ın iddialarına daha doğrusu karalamalarına. Madde madde Yazar’ın sözlerini aynen nakledeceğiz ve her bir maddede bu iddiaları tahlil edeceğiz. Tevfik Allah’tandır.
1) Mevdûdî, İlah, Rab, İbadet ve din kelimelerini açıklarken bu kelimelerin iyi anlaşılması gerektiğine vurgu yapar ve mezkûr kelimeleri tam manasıyla idrak edemeyen kimsenin ne Kur’an’ı, ne Tevhidi, ne şirki ve ne de İbadetin yalnızca Allah’a ait olması gerektiği hususunu anlayamayacağını söyler. Daha sonra konuyu bu kelimelerin Kur’an’ın nüzulü zamanında dahi düzgün anlaşılamadığına ve bunun sebebinin de Arapça zevkinin az olması ve o zaman doğan kimselerin İslam içinde doğması sebebiyle kâfirler arasında bu kelimelerin hangi manada kullanıldıklarının bilinmemesi şeklindeki iki etken olduğuna getirir. Mevdûdî’ye göre bu kelimelerin manası lügatçiler ve tefsir ehli tarafından dahi anlaşılamamıştır. Yani, bu görüşüyle Mevdûdî, bahsi yapılan kelimelerin Resulullah (s.a.v) döneminde dahi Peygamber veya sahabe tarafından tam anlaşılamadığını savunmuş oluyor.
Yazar daha 1. maddede üstad Mevdûdî’ye ‘bahsi yapılan kelimelerin Resulullah (s.a.v) döneminde dahi Peygamber veya sahabe tarafından tam anlaşılamadığını savunmuş oluyor.’ diyerek büyük bir iftirada bulunmaktadır. Geliniz Mevdûdî ‘Kur’an-ı Kerim’de Dört Terim’
kitabının girişinde neler demiş, beraber okuyalım. Biraz uzun bir iktibâs olacak ama Mevdûdî’nin ne dediğini ve ne demediğini tespit için bu elzem.
“Kur’an-ı Kerim’i öğrenmek, anlamının derinliklerine inmek isteyen kimsenin bu dört kavramdan her birinin gerçek anlamlarını bilmesi, tam ve kapsamlı olarak neyi ifade ettiklerini anlaması gerekir. İnsan ilâhın ne olduğunu, Rabb’in ne anlama geldiğini, ibâdetin neden ibaret olduğunu, dinin neye dendiğim anlamazsa, şüphesiz, Kur’an-ı Kerim’in tamamı onun gözleri önünden, mânâsından hiç bir şey anlaşılmayan, gelişi güzel bir söz yığını gibi geçer gider. Bu durumda da, tevhidin hakikatini bilemez; şirkin anlamını kavrayamaz; ibâdetini Allah’a tahsis etmeye gücü yetmediği gibi, Din’inde de ihlasla Allah’a yönelemez. Bu dört terimin ifâde etmek istediği mânâ zihinlerde kapalı, karışık kalırsa ve onların mânâları hakkında insanın bilgisi noksan olursa, tabii ki ona Kur’an-ı Kerim’in hidayet ve irşad adına sunduğu şeyler karışık görünür. Kur’an-ı Kerim’e inanmakla beraber, inancı ile bütün amelleri noksan kalır. Durmadan “Allah’tan başka ilâh yoktur” kelime-i tevhidini tekrarladığı halde Allah’tan başka birçok ilâhlar edinir. Her zaman Allah’tan başka Rab olmadığını söyler durur; fakat pratikte Allah’ın dışında başka Rablara itaat eder; boyun eğer. Bütün doğruluk ve ihlası ile Allah’tan başkasına ibâdet etmediğinden, O’ndan başkasına boyun eğmediğinden dem vurur da bunun yanında Allah’tan gayri birçok ilâhların kulluğuna bağlanır, kalır. Yine aynı şekilde bütün şiddet ve kuvvetiyle Allah’ın dininin gölge ve himayesinde olduğunu bağıra bağıra söyler. Birisi kalkıp kendisini İslam’dan başka bir dine nispet ederse, ona hücum eder, savaş açar da, bütün bunlara rağmen çeşitli dinlere bağlanmış olarak yaşar durur.
Şüphesiz ki bu şahıs Allah’tan başkasına dua etmez, O’ndan başkasını ilâh ve rab olarak adlandırmaz. Lakin bunu sadece dili ile yapar. Bunun yanında bu iki kelimenin kullanıldığı anlamda birçok ilâhlar, çeşitli rabler edinir de, bundan haberi bile olmaz. Bu durumdaki birisine, başka başka ilâh ve rableri Allah’a ortak ettiğini ve dinde şirk koştuğunu anlatarak uyandırmak istediğin zaman üzerine hücum eder ve buna şiddetle tepki gösterir. Ama o gerçekte, dinin ve ibâdetin gerçek amaçları bakımından şüphesiz ki Allah’tan başkasına ibâdet etmekte ve O’nun dininden başka bir dine girmiş bulunmaktadır. Buna rağmen böyle bir kimse, gerçekte işlediği amellerin Allah’tan başkasına kulluk anlamına geldiğini bilmez. Oysa içinde bulunduğu durum, aslında Allah’ın hoşnutluğunu taşımayan başka bir Din’in ifadesidir.
Cahiliyet devri ile onu izleyen İslam devirlerine baktığımızda şu gerçeği görüyoruz: Kur’an Kerim, Araplar arasında nazil olup onlara sunulduğu zaman, onlardan her şahıs ilâh’ın mânâsının ne olduğunu, rab’den neyin kastedildiğini anlıyorlardı. Zira ilâh ve rab kelimelerini öteden beri dillerinde kullanılıyordu. Bu iki kelimenin anlattığı bütün mânâları kuşatan bir bilgiye sahiplerdi. Bunu için onlara: “Allah’tan başka ilâh yoktur” dendiğinde, ne demek istendiğini ve neye davet olunduklarını tamamen anlıyorlardı. Belirsizlik ve karışıklığa meydan vermeksizin, konuşanın neyi yok saydığı ve Allah’tan başkasını ne ile vasıflandırmaktan menettiği, hangi şeyi Allah’a tahsis edip, O’na ihlasla has kıldığı insanlar tarafından açıkça anlaşılıyordu. Küfredenler küfürlerinin Allah’tan başkasının ilâhlık ve rablığı ile neyi iptal ettiğini açıkça bilerek küfrediyorlar, iman edenler bu inancı kabul etmenin neleri gerekli kıldığını veya nelerden uzaklaşmalarını öngördüğünü kesin bir şekilde bilerek inanıyorlardı.
Din ve ibâdet kelimeleri de aynı şekilde dillerinde oldukça yaygın idi. Kul’un ne olduğunu, hangi tavır ve duruma “kulluk” denildiğini, “ibâdet” ismi verilen amelî programın neden ibaret bulunduğunu, “din”den neyin kastedildiğini, bu kelimelerin içine aldığı mânâların neler olduğunu tamamen biliyorlardı. O bakımdan onlara: “Allah’a ibâdet edin, tağutlardan sakının, Allah’ın Dini’ne, diğer bütün dinlerle ilişkiyi tümden keserek girin” denildiği zaman, bu Kur’ani davetin mânâsını anlamakta hataya düşmüyorlardı. Bu kelimeleri işittikleri zaman, bu davetin, kendilerinin yaşam tarzlarında ne tür bir değişikliği gerçekleştirmek istediğini gayet iyi anlıyorlardı.
Lakin bu parlak devri takip eden zamanlarda, Kur’an-ı Kerim’in nazil olduğu devirdeki insanların arasında bilinen bu kelimelerin mânâları doğru ve gerçek mânâlarından sapmaya başladı. Hatta bu dört kelimeden her biri, daha önce ifâde ettikleri geniş mânâlarını kaybederek daralmaya başladılar. Böylece kapalı, müphem ifâdeleri ile özel, sınırlı, dar mânâ kalıplarına sıkışıp kaldılar. Bu durumun iki sebebi vardı:
a. Sonraki devirlerde hâlis Arapça’nın yozlaşması ve Arap zevk-i seliminin azalması.
b. İslâm toplumunda doğup yetişenler açısından ilâh, rab, ibâdet, din kelimelerinin, Kur’an-ı Kerim’in nazil olduğu zamanki câhili toplumda ifade ettiği etkili anlamın, o boyutta etkili olmaktan çıkmış olması.
Bu iki nokta son devir müfessir ve dilcilerini, Kur’an kelimelerinin çoğunu, asıl anlamları yerine, kendi dönemlerindeki Müslümanların anlayışlarına göre açıklamaya sürüklemiştir. İşte bundan örnekler: İlâh kelimesini, heykel kelimeleriyle eş anlamlı gibi açıklamaya koyuldular. Rab kelimesini, terbiye eden, yetiştiren, halkın eğitimi ile ilgilenen otoritelerle eş anlamlı yaptılar. İbâdet kelimesine, mezhep (Religion) kelimesinin anlamını yüklediler. Tâğût kelimesini, put ve şeytanla tefsir ettiler.
Neticede insanlar, Kur’an’ın dâvetindeki hakiki gayeyi, öz maksadı idrak edemez oldular. Kur’an, onları Allah’tan başkasını ilâh edinmemeye çağırdığı zaman, putları terk etmekle, heykellerden kaçınmakla Kur’an’ın isteklerini hakkıyla yerine getirdiklerini zannettiler. Hakikatte ise, ilâh kavramının içine aldığı bütün diğer mânâları ile putlar ve heykellerden başka şeylere yönelmekte devam edip durdular. Bu amelleri ile Allah’tan başkasını ilâh edindiklerinin farkına bile varmadılar. Kur’an-ı Kerim, “Allah, hakiki Rab’tır. O’ndan gayrisini Rab edinmeyin” deyince: “İşte biz o kimseleriz ki, Allah’tan başkasının mürebbimiz ve işlerimizi de gözeten olmadığına inanırız. Bununla da tevhid yolunda imanımız olgunluğa ermiştir” derler. Ancak onların çoğu, “Rab” kelimesinin kapsadığı ve “mürebbi” anlamı dışında kalan diğer mânâları açısından, Allah’tan başkasının Rablığına teslim olmuş oluyorlar. Kur’an’ın onlara: “Allah’a ibâdet edin, tâğutlardan sakının” diye hitâb ettiği zaman: “Putlara tapmayız; Şeytana kin besler, lanetleriz; Allah’tan başkasına huşû duymayız. Kur’an’ın bu emrine tam bir bağlanışla uyarız” derler. Hâlbuki taşlardan yontulmuş putlar haricinde, nice tâğutların eteklerine, zaman zaman ilâhlığın dışında olmak üzere sımsıkı yapışmakta devam edip dururlar. İbâdetin diğer çeşitlerini, Allah’tan başkasına tahsis ederler.
Tartışılamayacak gerçek şudur: Kur’an öğretilerinin çoğu insanlara gizli kalmıştır. Hatta diyebiliriz ki, O’nun yüce ruhu ve mesajının temeli -başka bir sebep olmaksızın- yalnızca bu dört esas terimin, cehalet perdesi ile kapanması neticesinde kaybolmuştur. İşte bu, kendilerini Müslüman sayanların İslam Dini’ni kabul etmelerine rağmen iman ve amellerinde zayıflık ve eksikliğe sebep olmalarının en büyük etkenidir.
Bunu din hususunda da söyleyebiliriz. İnsanlar, dini Allah’a samimiyetle has kılmak tabirinden İslam Dini’ne mensup olup, Brahmanist, Yahudi ve Hristiyan v.s. olmamak mânâsını çıkarıyorlar. Bundan dolayı da, İslam Dini’ne mensup olduğunu söyleyen her şahsın dinini samimiyetle Allah’a has kıldığını zannediyorlar. Oysaki onlardan birçoğu, din kelimesinin içine aldığı geniş mânâlar yönünden, hiç de dinlerini ihlâsla Allah’a has kılan kimseler değillerdir.”[18]
Evet, belki uzun bir iktibas oldu ama Yazar’ın daha başta Mevdûdî’ye attığı iftiranın anlaşılması için bu gerekliydi. Dikkatli olarak okumuşsanız, burada Yazar’ın iftirası âyan beyan ortada. Mevdûdî, bahsi yapılan kelimelerin Rasûlullah (s.a.v) döneminde Peygamber veya sahabe tarafından tam anlaşılamadığını değil bilakis en güzel biçimde onlar tarafından anlaşıldığını hatta o dönemin insanlarının dahi bu kelimelerin aslî anlamlarını iyi bildiklerini ifade etmektedir. Mevdûdî asr-ı saadetten sonra anlam bozulmalarının başladığını ve çağımızda bunun en had safhaya ulaştığını ifade etmektedir ki bu konuda haklı olduğu da âşikardır.
Yazar’ın bu maddede yaptığı eleştiride açıkça söylemeyip zımnen kastettiği ‘Mevdûdî’nin hâricî zihniyetli olduğu’ ithâmı var ki bu eleştiri yeni değildir. Mevdûdî’nin hâricî olduğu iddiası ilk olarak Pakistan’da Munazir Ahsen Geylani tarafından dillendirilmiştir. Ahsen Geylani ‘Sıdk-ı Cedid’ adlı dergide ‘Nuzad Hariciy’ yani yeni hâricî başlıklı makalesinde şöyle der: ‘Öyle sanıyorum ki, Mevdûdî Hâriciye mezhebini yeniden memleketimizde ihyâ ediyor.”[19] Müteveffa İsmail Çetin de bir makalesinde “Anlaşılıyor ki Mevdûdî, nübüvvet makamını idraktan aciz bir akılcıdır. Haricilerden ayrılan bir harici…”[20]
Mevdûdî ameller üzerindeki vurguyu artırdığı için kendi döneminde dahi Hâricî ve Mutezilî olarak itham edilmiştir. Yukarıda kitabından iktibas ettiğimiz bize göre doğru ve özlü cümleler Mevdûdî’nin harici olduğuna delil olarak getirilmiştir. Günümüzde ‘Hâricîlik’ ithamı ‘çıkar amaçlı’ kullanılan bir ithama dönüştürülmüştür. Mezhebin tarihsel arka planından[21] ve bağlılarının temel düşüncelerinden habersiz kimi câhil ve bağnaz kişiler/ekoller, kendilerinden olmayan herkesi (evet, -istisnasız- ‘herkesi’) bu yafta ile ilzam ederek nitelendirmeye ve tanımlamaya çalışmaktadırlar. Aslında bu, muhatabı ucuz bir şekilde sabote etmek istemekten başka bir şey değildir. Bu mezhebin adını duyan herkes, -furûatta bile olsa- kendisinden görmediği bir kişiyi tanımlarken, bu suçlamayı yapmakta hiçbir mahzur görmemektedir.
Üstad Mevdûdî, 1938’de Doğu Pencab mıntıkasında Pethan – Kot civarındaki bir camide Cuma hutbeleri için hazırladığı konuşmalarından meydana gelen Hitâbeler adlı eserinin son baskısının önsözünde şöyle der: “Benim, hutbeler mecmuası, ilk defa 1940 senesinin Kasım ayında yayınlandı. O tarihten 1951 Kasımına kadar 11 senelik bir zaman içinde yedi kere basılarak yirmi binden fazla yayıldı. Bu zaman içinde her hangi bir mesele de zuhur etmedi. Ancak, son zamanda Ulema-i kiram benden ve Cemaat-i İslâmi’den gayr-i memnun olduklarını ortaya koyup, diğer kitaplar gibi bu esere de, hadise çıkarabilecek eser gözü ile bakmaya başladılar.
Hülâsa, onların fetva verip de tariz buyurdukları cümleler 19’uncu ve 25’inci hutbelerde bulunan aşağıdaki cümlelerdir: “Hele şu gibi kimseleri de bırakalım ki, bütün ömründe Haccın kendilerine farz olduğunu bir kere dahi hatırlamamışlardır, dünyanın her tarafını gezip dolaşmışlar, Avrupa’nın Kabesine varmışlar ve oraya gitmek için de Hicaz sahillerini aşmışlar, Mekke-i Mükerremenin bir kaç saatlik mesafesinden geçmişler fakat böylelerinin asla Hac etmek düşüncesi akıl hayallerinin ucundan bile geçmemiştir. Bu gibi kimseler kendilerinin Müslüman olduklarını söylüyorlarsa da katiyetle bunların Müslümanlıkları hakiki Müslümanlık değildir. Biz Müslümanız diyorlarsa da yalan söylüyorlar. Onları Müslüman bilen kimseler de Kur’anı bilmemektedirler.”
Bu cümlelerden hemen fetvayı bastırmışlar ve benim ‘Hâricî’ ve ‘Mûtezile’ mezhebinde olduğuma hüküm vermişlerdir. Benim söylediğim bu sözlerin Ehl-i Sünnet akîdesine muhalif olduğunu ileri sürerek, ben amelleri iman’ın cüzü saydığım için amelsiz Müslümanlara kâfir dediğimi ve onları tekfir ettiğimi iddia etmişlerdir.
Hayret edilecek şudur ki, bu cümlelerin yanı başında diğer cümleler de vardır ki, benim ortaya almak istediğim hususu ve benim ne demek istediğimi açık bir şekilde anlatmaya yeterlidir. Hatta bu zevatın bana karşı giriştikleri tarizlere de cevap verir. Ancak Müftü Efendi, ya bunlara bakmamışlar yahut da bunlar faydalı sözler değildir diye geçivermişlerdir.
Şurası da vardır. Benim bu kitabımda şu mevzu üzerinde bir hutbem de vardır ki, ben esasta hangi İslâm ve hangi İmandan bahs ediyorum. (Bakıla Hutbe No. 9) Ben orada tafsil ile şunu ortaya koydum ki, mesele şudur ki, Fakih ve Ehl-i Kelam’ın bahsettikleri kanuni İslâm’dan bahsediyorum. Bu da şu demektir ki, bir kimse hududun son noktasına yaklaşmadan o kimseye İslam milletinden ayrıldın denmez. Medeni ve içtimai haklardan da mahrum edilmez. Böyle olunca nasıl olur da Müslüman İslâm’dan ayrılır. İkincisi ise hakiki İslâm ve imandır ki, bu da İnsanın ahirette iman yahut da nifak veya küfrü hakkında karar verilir. Ben burada bu iki imanın ve İslâm’ın farkını izah etmeye çalıştım. Bu hutbede diyoruz ki. Enbiya’nın davetlerinin asıl maksadı, birinci kısım Müslümanlığı bir tarafa bırakıp, hakiki ve ikinci kısım Müslüman olmak gerekir. Hakiki iman yolu tutmak icap eder. İhlas ile samimiyetle itaat ve fedakârlığa hazır olmak icap eyler. Böyle bir ruhun ortaya çıkması lâzımdır.”[22]
Kendisine farzları terk eden ve büyük günah işleyen birisi sorulduğunda; “Biz onu Müslüman kabul ederiz. Ama onun ıslah edilmesine çalışmayı da kabul ederiz.”[23]cevabı da Mevdûdî’nin hâricî zihniyetli birisi olmadığını, bilakis Ehl-i Sünnet bir Müslüman olduğunu gösterir.
Mevdûdî’nin hâriciliğinden kaynaklanan tekfirci zihniyetin babası olduğu da çokça gündeme getirilmektedir. Doğru Mevdûdî tekfir konusunda en çok başvurulan âlimlerden birisidir. Tabii burada Mevdûdî’nin kimseyi tekfir etmediğini, müşrik düzenlere karşı gelmediğini söylemiyoruz. Mevdûdî, böyle bir taviz, ılımlılık ve cehalet içinde değildir ama o bütün insanların tekfirine karşıdır. Bakınız bir eserinde bu meselelerle ilgili olarak neler söylüyor: “Kur’ân-ı Kerim’i okuyup araştırdığım kadarıyla bu konuda şunu diyebilirim: Şirke bulaşan veya akîde ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (Müslümanlardan) ona ne ıstilâh mânâsıyla “müşrik” diye hitap edilebilir ve ne de müşriklere yapılan muâmele ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve davranışa, ancak, tevhid inancını temel inanç olarak kabul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah’ın Kitabı’nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen ve asıl dinleri şirke dayalı kimseler müstahaktır.
Buna delil olarak şu âyetleri gösterebiliriz. Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ Yahudi ve Hristiyanların şirke düşüşlerini şöyle anlatıyor: “Yahudiler, ‘Uzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hristiyanlar da: ‘Mesih Allah’ın oğludur’ dediler.” (Tevbe, 30), “Andolsun, ‘Allah, ancak Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler elbette kâfir olmuşlardır.”; “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyenler elbette kâfir olmuşlardır.” (Mâide, 73)
Ancak, bütün bunlara rağmen Yahudi ve Hristiyanlar için Kur’ân-ı Kerim’de müşrik lafzı kullanılmayıp başka bir ıstılah, “Ehl-i Kitap” ıstılahı kullanılmıştır. Dahası, onlarla müşrikler arasında sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, Müslümanların onlarla olan ilişkileri, müşriklerle olan ilişkilerinden ayrı ele alınmıştır. Eğer Yahudi ve Hristiyanlar gerçekten de müşrik olarak görülse idi: “Allah’a ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenmeyin.” (Bakara, 221) âyetine göre onların da kadınlarıyla evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Ancak, Allah Teâlâ Kitap Ehlinin kadınlarıyla evlenme hükmünü müşrik kadınlardan tamamen ayrı tutmuş ve Müslümanların onlarla evlenmesine cevaz vermiştir. Aynı şekilde Ehl-i Kitab’ın kestiklerinin hükmü de müşriklerinkinden tamamen farklıdır. Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke bulaşmalarına rağmen tevhidi asıl din olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı onlara şöyle bir çağrıda bulunulmuştur: “De ki, ‘Ey Kitap Ehli, aramızda ortaklaşa (ölçü ve âdil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin: (O da): Allah’tan başkasına kulluk etmememiz, hiç bir şeyi O’na ortak koşmamamız ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı rab edinmememizdir.” (Âl-i İmran, 64), “Deyin ki, Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin tanrınız da birdir…” (Ankebut, 46)
Bunun aksine, Allah Teâlâ “müşrik” ıstılahını şirki asıl din olarak benimsemiş kimseler için kullanmıştır. Onlar Peygamber Efendimize (s.a.v.) şöyle itiraz ediyorlardı: “Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir” dediler.” (Sâd, 5 ) Onlar dinin akîde ve amellerinin de vahiy ve risâletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı: “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denilince “hayır biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız’ derler.” (Bakara, 170) Allah Teâlâ bu gibi kimseler için “müşrik” kelimesini kullanmakla iktifa etmemiş, iman ehlinin onlarla olan ilişkilerini Ehl-i Kitap’tan farklı tutmuştur.
Bu gerçekler gözümün önünde olduğu için, Kelime-i Tevhid’e inanan kimselere “müşrik” denilmesini ve müşriklere yaraşır cinsten muâmeleye tâbi tutulmasını katiyetle câiz görmüyorum. Kitabullah’ı delil ve hüccet olarak kabul eden, dinin gereklerini inkâr etmeyen, şirki asıl din olarak benimsemek şurda dursun, kendisine şirk nispet edilmesini en kötü küfür olarak gören, ancak, te’vil ve yorumlama hatası dolayısıyla herhangi bir müşrikçe inanç ve davranış içerisine düşen kimselere “müşrik” denilmesini ve müşriklere yaraşır bir cinsten muâmeleye tâbi tutulmasını kesinlikle câiz görmüyorum. Söz konusu kimseler, şirki şirk bilerek böyle bir duruma düşmekten öte; bu inanç ve davranışlarının yanılgısı içerisine düşmüşlerdir. Bu yüzden bizim, bu gibi kimselere kötü lakaplar takacak yerde; hikmet, güzel öğüt ve delillere onların bu yanılgısını izâle etme yolunda çaba sarfetmemiz lâzımdır.
Şimdi siz kendiniz düşünün: Bu gibi kimselerle münakaşa ederken, onların inanç ya da davranışlarının tevhid inancının hilâfına olduğunu ispatlamak için Kur’an ve Hadis’ten deliller getirirken onların Kur’an ve Hadis’i delil ve hüccet olarak kabul ettiklerinden hareket etmiyor musunuz? Acaba siz bu delilleri herhangi bir Hindu, Sih ya da Hristiyana karşı da kullanıyor musunuz? Yine siz söz konusu kimselere; “bakınız, şöyle bir inanç taşımak şirktir, bundan kaçınmak lâzımdır” derken, onların şirki büyük günah olarak gördükleri düşüncesini taşımıyor musunuz? Eğer böyle bir şey söz konusu olmasaydı sizin onları şirkten sakındırma kaygısına düşmenize ne gerek vardı ki?”[24]
Bu maddede son söz olarak şunu da söylemeliyiz: Yazar hem Mevdûdî’nin tekfirci olduğunu kastetmekte hem de “Mevdûdî’nin bir kısım görüşlerini inceleyen bir insanın onun ehl-i sünnet birisi olduğuna kanaat getirmesi imkân dâhilinde değildir. Nitekim birazdan serdedeceğimiz bir takım görüşlerini okuyan bir Müslüman bu görüşlerin değil ehl-i sünnet olan birisinden bir Müslümandan dahi sadır olmasını tecviz etmeyecektir.” diyerek ince yollu Mevdûdî’yi tekfir’e giden nitelemede bulunmaktadır. Bu sadece Yazar’ın hastalığı değildir. Yazar bu konuda Necip Fazıl, Hüseyin Hilmi Işık ve Ahmet Mahmut Ünlü gibilerinin hastalığına tutulmuştur.
2) Mevdûdî aynı eserinde Cenab-ı Allah’ın Hz. Peygamber Aleyhissalatü vesselam’a “Nasr” süresinde istiğfar etmeyi emrettiğini bunun da sebebinin Peygamberden farzların edası hususunda yaptığı eksiklikler ve noksanlıklar olduğunu söyler. Yani Mevdûdî’ye göre Hz. Peygamber kendisine emredilen farzları istenildiği şekilde bi zatihi yerine getirememiş ve bundan dolayı da kendisinden Allah’tan mağfiret talep etmesi istenmiştir. Bununla birlikte Hz. Peygamberin bir ibâdet olan namazlardan sonra istiğfar ettiğini ve istiğfar etmenin her zaman günah mukabilinde olmayacağı hususunu görmezden gelmiştir. Zaten şaz görüşlerinden birisi de Peygamberlerde ismet sıfatının gerekli olmadığını ima eden sözleridir.
Önce Mevdûdî’nin ‘İsmetu’l Enbiyâ’ görüşünü aktaralım: Mevdûdî’ye göre de peygamberler ismet sıfatına sahiptirler. Ancak bu onların melekler gibi günah işleme kabiliyetlerinin kendilerinden kaldırılmış anlamında değildir. Aksine ismet peygamberlerin bilerek itaatsizlik yapmadıkları, şayet böyle bir hata vaki olur ise Allah onları bu hata üzerinde bırakmayıp hemen düzeltmesidir. Çünkü Allah peygamberlik verdiği kulunu özel bir şekilde koruma altına alıp, Onu devamlı gözetmiştir. Onların herhangi bir zelle’leri olursa bu hataları bütün ümmete mal olmaması için vahiyle hemen düzeltilmiştir. Nitekim Hz. Mûsâ peygamber olmadan önce bir kişiyi öldürmek gibi bir günah işlemişti.[25] Tabi bu bilerek ve kasten değil yanlışlıkla olmuştu. Firavun Hz. Mûsâ’yı kınayınca Hz. Mûsâ pişmanlık içinde “onu yaptığım zaman câhillerdendim”(Şuarâ, 20) demişti. İşte burada Mevdûdî “dalâlet” kelimesinin “yoldan çıkma” anlamında olmayıp “ unutkanlık, yanılma, dikkatsizlik şaşkınlık” anlamında kullanıldığını söyler. Nitekim Hz. Mûsâ bir Mısırlının bir İsrailoğluna acımasızca vurduğunu görünce yalnızca bir yumruk atmış. Bu Hz. Mûsâ’nın bir insanı öldürme gibi kötü bir niyete sahip olduğu anlamına gelmez. Çünkü yumruk bir öldürme aracı değildir. Hem bu yumruk öldürme niyeti ile de vurulmamıştır. Bundan öldürme gibi bir niyet aranmamalıdır.[26] Mevdûdî burada peygamberlikten önceki ismet ile peygamberlikten sonraki ismetin birbirinden farklı olduğunu da söylemiştir.[27]
Bununla birlikte Mevdûdî peygamberlerin hataları (zelle) olabileceğini ifade etmektedir. Nitekim peygamberlerin ismet sıfatı hiçbir zaman hata yapmayacakları anlamında kalıcı bir sıfat değildir. Bazen Allah onların bu özelliğini (ismet) kaldırır ve hata etmelerini mümkün kıldırır. Kur’an’da zikredilen Hz. Âdem’in, Hz. Mûsâ’nın, Hz. Davud’un ve Hz. Yunus’un ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hataları hep bu meyandadır. Burada Mevdûdî bazı ayetlerden hareketle peygamberin hata edip yanılabileceğini söyler. Ancak Kur’an’ı Kerim’de peygamberlerin zellelerinin ele alınıp, bunlara yönelik Allah’ın uyarılarının amacı asla peygamberlerin hüccet olmayacağı veya peygamberlere karşı güveni sarsmak değildir. [28] Aksine dikkat çekmek istediği peygamberlerin en küçük bir yanlış ve hatalarında bile ilâhî gözetiminin altında olup, hemen düzeltildiklerini vurgulamaktır. Peygamberlerin insan olmalarından ötürü kendi arzularına uyma olasılığını kaldırıp en küçük şeyde bile devamlı Allah’ın gözetiminde olduğunu vurgulamaktadır. Peygamberlerin içtihatları bile vahye uygundur. Şayet en küçük içtihatları bile gizli vahye uygun olmazsa açık vahiy ile hemen düzeltilir.[29] Yani Allah peygamberlerini hataya düşmekten korumuştur. Ancak Allah bazen bu korumayı kaldırır ki insanlar peygamberleri ilâh veya beşer üstü bir varlık sanmasınlar diye bir iki zellenin onlardan sadır olmasını dilemektedir. Bu da peygamberin konum ve önemiyle birlikte peygamberlere uymanın önemine ve gerekliliğine vurgu yapmaktır. [30]
Bu genel açıklamalardan sonra Yazar’ın ‘Mevdûdî aynı eserinde Cenab-ı Allah’ın Hz. Peygamber Aleyhissalatü vesselam’a “Nasr” süresinde istiğfar etmeyi emrettiğini bunun da sebebinin Peygamberden farzların edası hususunda yaptığı eksiklikler ve noksanlıklar olduğunu söyler. Yani Mevdûdî’ye göre Hz. Peygamber kendisine emredilen farzları istenildiği şekilde bi zatihi yerine getirememiş ve bundan dolayı da kendisinden Allah’tan mağfiret talep etmesi istenmiştir’ şeklindeki iddiasına gelelim. İlk olarak ‘ Kur’an-ı Kerim’de Dört Terim’ kitabından ilgili bölümü nakledelim: ‘Son olarak beşinci âyette ise ( İnsanların grup grup Allah’ın dinine girdiklerini görünce… Nasr, 2) Allahu Teâlâ, Peygamberine (s.a.) yirmi üç senede devamlı bir mücadele ve çalışmadan sonra, İslâm’ın bilfiil bütün boyutlarıyla iktisâdi, siyâsî, içtimaî, tâlimi, ahlâkî, fikrî ve akîdevî bir nizam olarak oluştuğu, İslâm devriminin tamamlandığı ve Arap Yarımadası’nın her tarafından gelen çok sayıda topluluğun bu nizâma dâhil olduğu sırada -ki Peygamber, gönderilmiş bulunduğu risâlet vazifesini yerine getirmiş idi- O’na şöyle hitab etti: “Senin risâletinde gerçekleşmiş bu büyük işi kendi çalışmanla olmuş zannetme; o takdirde aldanırsın. Ancak noksanlıktan ve ayıptan münezzeh, kemâl sıfatı ile benzersiz olan senin Rabbin, bunu gerçekleştirendir. Öyle ise O’nu hamd ile tesbih et ve son derece mühim olan bu işi yapmanda seni muvaffak kıldığından dolayı şükret ve O’ndan şunu dile: Yâ Rab! Senin hizmetini ifa etmekle görevli bulunduğum yirmi üç sene zarfında, yapmam gereken şeyler hususunda olabilir ki benden kusurlar ve hatalar sâdır olmuştur; beni affet!”[31]
Mevdûdî bakınız ‘Tefhîmu’l Kur’an’[32] tefsirinde bu cümlelerini biraz daha açarak söyle açıklama yapıyor: “Hamd’dan murad, Allah’a hamd-ü senâ ve şükretmektir. “Tesbih”ten murad, Allah’ı her bakımdan tenzih etmektir. Burada, “Rabb’inin bu mucizesini gördükten sonra O’na hamd edip, O’nu tesbih et” denmiştir. Hamd’in anlamı, “bu büyük başarının, senin marifetin sonucu gerçekleştiği aklına bile gelmemelidir. Bu tamamen Allah’ın lütfu ile olmuştur. Bunun için Allah’a şükret, kalp ve lisan ile bunu itiraf et. Çünkü böyle büyük bir işi gerçekleştiren ve bu başarının yaratıcısı ancak Allah’tır, hamd’a ancak O müstehaktır” şeklindedir. Burada “Tesbih”in anlamı ise şöyledir: “Allah, sözünün yücelmesi için sizin çabanıza muhtaç olmaktan münezzehtir. Bunu itiraf edin. Çabanızın başarıya ulaşmasının, ancak Allah’ın teyid ve nusreti ile olabileceğine de kesinlikle inanmalısınız. Allah (c.c.) bir işi istediği kuluna yaptırabilir. Bir kula bunun gibi bir hizmeti yaptırması, aslında ona Allah’ın bir ihsanıdır. Allah’ın sizin üzerinizdeki ihsanı da onun dinine hizmet etme şerefini size vermesidir.” Bunun yanı sıra, “Subhânallah” demenin bir de taaccüb yanı vardır. Akıl almayan bir iş vuku bulduğunda insan “Subhânallah” der. Onun anlamı, ancak Allah’ın kudretinin böyle hayret verici bir işi meydana getirebileceği, başka hiçbir gücün bunu başaramayacağıdır. Yani Rabb’inize dua edin. Size yüklenilen hizmeti yerine getirirken eğer bir zaafta bulunduysanız bunu affetsin. Bu, İslâm’ın insanlar arasında oluşturduğu terbiyedir. Bir kimse Allah’ın dini için ne kadar zorluğa katlanmış olursa olsun aklına hiçbir zaman Rabb’inin hakkını ödediği düşüncesi gelmemelidir. Tersine, insan her zaman “Ben aslında yapmam gereken kadarını bile yapamadım” şeklinde düşünmelidir. Allah’a, O’nun hakkını ödemede ne kadar eksikliği varsa affetmesi ve yaptıklarını kabul etmesi için dua etmelidir. Allah, Rasûlullah’a işte böyle bir terbiye vermiştir. O Rasûlullah ki, hiç kimse ondan daha fazla Allah (c.c.) yolunda çaba göstermeye güç yetiremez. O’ndan başka kim, yaptıklarından sonra gururlanmaz ve Allah’ın hakkını ödeyemediğini düşünür? Allah’ın bir kulu üzerindeki hakkı o kadar büyüktür ki hiçbir mahlûk onu ödeyemez.
Allah, kendisine ettikleri ibâdeti, riyazet ve dini hizmeti büyük zannetmemeleri için bu emri Müslümanlara sürekli tekrarlar. Allah (c.c.) yolunda bütün hayatlarını verdikten sonra bile Allah’ın hakkını ödeyemeyecekleri gerçeğini unutmamalıdırlar. Aynı şekilde, eğer onlara bir afiyet nasip olmuşsa, onu kendi marifetleri saymamalıdırlar. Bunu da Allah’ın lütfu olarak bilmelidirler. İftihar ve kibirlenmek yerine, Rabb’inin önünde acz ile eğilmeli, hamd ve istiğfar etmelidirler.”[33]
Görüleceği gibi Mevdûdî’nin ne kastettiği ve neyi kastetmediği gayet açıktır. Ama Yazar, Mevdûdî’ye bir kulp takacak ya ‘Zaten şaz görüşlerinden birisi de Peygamberlerde ismet sıfatının gerekli olmadığını ima eden sözleridir.’ diyebilmektedir. Bu konuda başka bir örnek âyet ve üstad Mevdûdî’nin yorumunu aktaralım: Rasûlullah’a hitaben Fetih sûresinde “Ta ki Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın, sana olan nimetini tamamlasın, seni doğru yola iletsin ve Allah sana, şanlı bir zaferle yardım etsin” (Fetih, 2) şeklinde ifade edilmektedir. Âyetteki “senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın” ifadesinden hareketle Rasûlullah’ın günah işlediği sonucu çıkarılabilmektedir.
Mevdûdî’ye göre, bu ayetin nazil olduğu duruma dikkat edildiğinde, alenen anlaşılmaktadır ki burada zikredilen “affolunan günah” tabirinden kasıt, geçen on dokuz yıl içinde Allah Rasûlü öncülüğünde İslam’ın genişlemesi için yapılan savaşlar, çalışmalar ve mücadelelerde Müminlerin işlediği birtakım yanlışlardır. Mevdûdî’ye göre, “Allah’ın emrinde şu kastedilmektedir: “Şayet siz bu eksikliklerle cihadınızı ve çalışmalarınızı sürdürseydiniz, inançsız Araplara galip gelmeniz için daha uzun vakit gerekirdi. Fakat biz bütün bu hataları ve noksanlıkları affederek, yalnız kendi lütfumuz ve keremimizle onları gidererek, Hudeybiye diye isimlendirilen mevkide size bu zafer ve fetih yolunu açtık. Bu galibiyeti siz kendi çabanızla başaramazdınız.”[34]
Mevdûdî’ye göre, herhangi bir amaç için bir grup insan gayret sarf ediyorsa, bu çabanın hataları, kusurları, eksiklikleri, o grubun önderine yönelir. Bu noksanlıklar ve eksiklikler, önderin kendi noksanlıklarıdır manasına gelmez. Doğrusu bu yanlışlıklar, o topluluk tarafından işlenmiş ve îtab (kınama) o topluluğun hareketlerinin neticesinde gelmiştir. Ancak mesuliyet öncü olan kimsede olduğu için suçlamalar öncü olan kimseye yöneltilir ve hareketlerinde yanlışlarının olduğu söylenir.
Mevdûdî’ye göre ayetten şöyle bir mana da çıkabilir. Buna göre, hitap doğrudan Allah’ın Rasûlünedir ve “Allah senin gelecek ve geçmiş bütün günahlarını bağışlamıştır” ifadesiyle mahfuz/masum olan peygamberin bütün sürçmelerinin affedildiği kastedilmiştir.[35]
Mevdûdî’nin eserlerinden yaptığımız iktibaslar, Mevdûdî’nin Rasûlullah’ın ismeti ile ilgili düşüncelerinin problemli olmadığını göstermektedir. Aslında Yazar zımnen bu örnek üzerinden Mevdûdî’nin Rasûlullah’ın sünneti ile problemli olduğunu kastetmektedir. Onun diyemediğini daha önce tarikatçı şair Necip Fazıl Kısakürek “…Hadis’te zaif” demesi de akılla aklı yenen büyük kahramanın iç kanal mevzuunda gösterdiği hadislere muhalefetinden doğuyor.”[36]şeklindesöylemiştir.
Seyyid Mevdûdî’nin “Sünneti kabul etmediği” ya da “hafifsediği” iddiaları ona yapılmış en büyük bühtan ve iftiralardandır. Hint alt kıtası başta olmak üzere İslam dünyasında sünneti en iyi şekilde müdafaa etmiş ve hadis inkârcıları kalemi ile mücadele edip onların tüm iddialarını yerle bir eden birine bu tür iftiralarda bulunanları yüce Allah’a havale etmek gerek. “Tercümânü’l Kur’an” adlı dergisinde hadis münkirlerine reddiye veren Mevdûdî’nin makaleleri daha sonra “Sünnetin Anayasal Konumu”[37] adıyla neşredilmiştir.
Mevdûdî’nin yaşadığı dönem, hadisle ilgili düşünce ve akımlar yönünden önemli hareketlilikler göstermektedir. Bu dönemde bir tarafta hadisin dinî ve hukûki değerini reddeden Ehl-i Kur’an, diğer tarafta hadisi olduğu gibi kabul eden, zâhirle yetinen ve metin tenkidine hiç yanaşmayan Ehl-i Hadîs, öteki tarafta ise hadisin tarihsel olduğunu söyleyen ve onu modern bir yoruma tabi tutan modernistler bulunmaktadır. Mevdûdî, bütün bunlar arasında bir denge, bir orta yol sağlamayı düşünmüş ve öyle de yapmıştır. Hadisin dinî ve hukukî değerini kabul edip ispatlayarak Ehl-i Kur’an’a, hadisi olduğu gibi kabul etmeyip yeri geldiğinde senedi sahih de olsa metin tenkidi yaparak Ehl-i Hadîse, hadisin bugün de uygulanması ve kanun yapmada dikkate alınmasını söyleyerek modernistlere karşı ilmî bir mücadele vermiştir.
Mevdûdî hadis tenkit metodunu kullanmakla birlikte tenkit edilen ve uydurma olduğu iddia edilen birçok hadisin uygun bir şekilde anlaşılabileceğini de ortaya koymuş ve hadislerin reddedilmesinde acele edilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Hadisin uygun bir te’vili varsa mutlaka ilk önce ona müracaat edilmelidir. Buna uygun olarak; hilafetin Kureyşîliğine, güneşin arşın altına secde etmeye gitmesine, sıcaklığın şiddetinin cehennemin kaynamasından olmasına, ev, kadın ve atta uğursuzluğun olmasına, sahabenin irtidat etmesine, kadere, Hz. Peygamber’e sihir yapıldığına vb. dair hadisleri te’vil etmiş ve uygun anlamlarını ortaya koymuştur.[38]
Mevdûdî, Ehl-i Hadîs âlimleri tarafından sahih hadisleri reddetmekle itham edilmiştir. Hâlbuki Mevdûdî, Sahih-i Buhari’deki sahih bir hadisin uydurma olduğunu iddia eden bir okuyucuya şöyle cevap verir: “Bir hadisi reddetmek için kişinin o hadisin konusuna şöyle bir bakmakla yetinerek karar vermesi sağlam bir metot değildir. Konu anlaşılamadığında veya kafada yanlış bir mana doğduğunda hemen hadisin uydurma olduğuna karar vermek, şu şu sebeplerden dolayı mevzudur demek hiç de isabetli olan bir yol değildir. Aksi takdirde bu yolla bütün sahih hadisleri reddetmek mümkün olur. Hadisleri inceleyebilmek için hadis ilmine vukûfiyet gerekir. Diğer gerekli olan şey de kişinin sözü anlayıp, kafasına mesele iyi girecek kabiliyette olmasıdır. Bu şekilde rivayet ve dirayette sağlam bir ölçü elde ettikten sonra hadisleri inceleyip onların sağlam olmadığına karar vermeye yetkili olunabilir”[39]
Bu bağlamda eklemeliyiz ki, siyasi-ictimâî bir ihyâ hareketi önderi olan Mevdûdî, hadisçiliği ile öne çıkmış bir âlim ve cemiyet önderi değildir. Bununla birlikte, sünnete dinamik bir anlam kazandırmaya yönelik gayretleri, hadis inkârcılarına karşı yaptığı sünnet vurgusu, 20. yüzyılda, sünnetin yeniden inkişâfı bağlamında önemli adımları sayılabilir.
3) Mevdûdî’ye göre İslâm maslahat anında değişkenlik gösteren bir dindir. Bunun misali de şudur: Allah Tealâ Kur’an-ı Mübin’de “Ey insanlar! Şüphesiz biz sizi bir erkekten ve bir dişiden yarattık. Böylece biz sizi tanışasınız diye bir takım kavimler ve kabileler yaptık. Şüphesiz Allah katında en değerliniz en ziyade takva sahibi olanınızdır” [Hucurat,15] buyurmaktadır. Bu dinde asıl olarak telakki edilmiş olan bir kaidedir ki bu kaidenin esası adalet ve herkes arasında eşitlik ilkesine dayanmaktadır. Peygamber Aleyhisselam bu esasla belli bir müddet amel etmiş hatta köleler veya azadlı köleleri başkan olarak tayin etmiştir. Ama daha sonra ne kadar da süratli bir biçimde bu kaideyi terk etmiş ve memleket nizamının maslahatı için “İmamlar ancak Kureyştendir” buyurmuştur. Bu fikrine göre Hz. Peygamber Arapların kendi üzerlerine acem olan birisinin ya da daha hususi anlamda Kureyşten olmayan birisinin başkan olarak tayin edilmesini istemediklerinden Peygamber Aleyhisselam Kur’an’ın koyduğu bu esasla amel etmeyi terk etmiştir(!)
Dinamik bir İslâm yorumu geliştirmeye çalışan Mevdûdî’ye göre Kelâm-ı İlahî (vahiy) ile onun uygulaması olan şeriat birbirinden ayrıdır. Din ilk insan ve peygamberden itibaren değişmeyen esaslardan müteşekkil iken, şeriat her dinin kendi toplumuna göre farklılık arz eden dinî uygulamalarını ifade eder.[40]Bu esastan hareketle, Mevdûdî İslâm’ın da ‘her türlü değişiklik ve düzeltmeye kapalı’ asıllarının bulunduğunu söylemiş ve tevhîd ve risâlete dair konuları bu kısımda zikretmiştir. Bu bağlamda, zamana ve şartlara göre farklılık arz eden içtimâî hususlardan birisi olan, devlet yöneticisinin (Halîfe-i Kübrâ), her dönemde Kureyş’ten olması fikri, Mevdûdî’ye göre, erken dönemlerden itibaren sözü edilen ayırıma aykırı biçimde ve içtimâî dinamizmi engelleyen bir tarzda yorumlanmıştır. Hâlbuki sahih bir rivâyet olan “İmamlar/emirler Kureyş’tendir”[41] hadîsi ona göre, Allah Rasûlü tarafından sadece ilk döneme has bir tedbir olmak üzere söylenmişti. Zira İslam’ın kurucuları Araplardı. İslam’ı savunmak için Araplar arasında birliğin olması gerekli idi. Bu birlik ancak imamlığın Kureyş Kabilesinin elinde olduğu müddetçe sağlanabilirdi. Çünkü o dönemde hilafete başka milletlerden bir kişinin gelmesi Müslümanların birliği için sıkıntılı olabilirdi.
Mevdûdî hilafetin Kureyş dışında başka milletlere verilebileceğini; Hz. Ömer’in “Eğer hayatta olsaydı, herhalde Huzeyfe’nin azatlı kölesi Salimin, yerime geçmesini tavsiye ederdim”[42] sözünden hareketle Kureyş dışında imamlık verilmesinin şeran caiz olmasaydı Hz. Ömer bu sözü söylemezdi. Demek ki Kureyş kabilesinin dışında başka kişilere de imamlık görevi verilebilir.[43] şeklinde yorumlamıştır.
Buna karşın Mevdûdî, Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslümanların bu ayrıma dikkat etmediğini söyler. Müslümanların halife seçiminde evrensel bir ölçü olan “takva prensibini” terk ettiklerini ifade eder. Buradan da halifeliğin sadece Kureyş kabilesinin değil her muttakî Müslümanın üstlenebileceği bir görev olduğunu ifade etmek ister. Bu hadisi bu şekilde yorumlayarak bu konudaki görüşlerini açıkça ortaya koymaktadır.[44]
Demek ki Yazar’ın “Bu fikrine göre… Peygamber Aleyhisselam Kur’an’ın koyduğu bu esasla amel etmeyi terk etmiştir(!)” şeklindeki ithamının hiçbir dayanağı yoktur.
4) (“Resail-Mesail”s.57) isimli eserinde Hz. Peygamberin kıyamet alametleri sadedinde ta bundan bin üç yüz elli sene önce Deccâl’in çıkacağını haber verdiğini söyleyen Mevdûdî Deccâl’in şu ana dek çıkmadığını öne sürerek Hz. Peygamberin bu sözünün sadece bir zandan ibaret olduğunu ve bu zannında da (hâşâ) yanıldığını söylemektedir. Yani Mevdûdî’ye göre Hz. Peygamber Deccâl’in çıkacağını kıyas ve zan yolu üzere söylemiş ve bu söylemlerinin hemen tamamında bir şek ve şüphe içerisinde bulunmuştur. Zira bazen Deccâl’in Horasandan çıkacağını söylemesine rağmen, bazen Isfahan’dan ve bazı zamanlarda da Irak ile Şam arasından çıkacağını söylemiş olması (hâşâ) onun bu konudaki şüpheli tutumunun göstergesidir.
Mevdûdî’nin deccâl’in çıkacağını inkâr ettiği ithamı yeni bir itham değildir. Önce deccâl hakkında bilgi verelim: Deccâl, ‘decl’in mübâlağa siğası olup “çok yalancı, aldatıcı, hilekâr” manasına gelmektedir. Kavram olarak ‘deccâl’, ahir zamanda ortaya çıkıp, göstereceği olağanüstü yeteneklerle insanları dalâlete sürükleyeceği kabul edilen kişidir.[45] Deccâl ve onun faaliyetleriyle ilgili bilgiler hadislerde bulunmaktadır. Daha çok da ‘mesih deccâl- yalancı mesih’ olarak geçmektedir. [46]
Mevdûdî’ye göre deccâl ile ilgili bütün hadisler incelendiğinde görülecektir ki, Hz. Peygamber’e bu konuda ancak büyük bir fitneci deccâl çıkacağı ve alametlerinin şöyle şöyle olacağı bildirilmiştir. Fakat kendisine ne zaman ve nerede ortaya çıkacağı bildirilmemiştir. Bu son durum, nakledilen hadislerdeki farklı anlatımlardan ve Hz. Peygamber’in üslubundan anlaşılmaktadır. Bu üslup, ilgili sözlerin vahiyle değil, tahmin ve kıyasla söylendiğini göstermektedir.
Hz. Peygamber, bir yerde deccâl’ın Horasan’dan çıkacağını buyurmuş, bir yerde Isfahan’dan, başka bir yerde Suriye ve Irak arasındaki bir yerden çıkacağını belirtmiştir. Daha başka bir hadisinde de Medine’de doğan İbn Sayyad adında bir Yahudi çocuğunun deccâl olabileceğini söylemiştir. Son olarak diğer bir rivayette de, hicretin 9. yılında Filistin’den Temîm ed-Dârî adında bir hıristiyan rahip gelerek Müslüman olmuş ve Hz. Peygamber’e “bir gün denizde (muhtemelen Akdeniz veya Kızıldeniz) seyahat ederken ıssız bir adaya uğradığını, orada adının Cessase olduğunu söyleyen çok kıllı bir hayvan gördüğünü, bu hayvanın kendisini manastırdaki bir adama götürdüğünü, elleri ve ayakları zincirlere bağlı enteresan bir insan gördüğünü ve onun kendisine deccâl olduğunu söylediğini” anlatmıştır. Hz. Peygamber bu şahsı yalanlamamış, deccâlin Akdeniz’de mi, Kızıldeniz’de mi çıkacağını şüpheyle karşılayarak “zannediyorum ki o Doğudan çıkacaktır” demiştir.
Mevdûdî, rivayetler birlikte mütalaa edildiğinde, bu rivayetlerin iki gruba ayrılabileceğini belirtir. Ona göre birinci gruptakiler, deccâl’in geleceğini, şöyle şöyle fitne çıkaracağını belirten hadislerdir ki, bunların verdiği bilgiler tereddütsüz gerçektir. İkinci gruptaki hadisler deccâlin ne zaman ve nereden çıkacağını, o şahsın kim olduğunu ifade eden hadislerdir. Bunlarda sadece rivayetler farklı olmakla kalmıyor, ayrıca rivayetlerde şüphe, tereddüt ve tahmin belirten ifadeler kullanılıyor. Mesela İbn Sayyad hakkında Hz. Peygamber, Hz. Ömer’e şöyle buyurur: “Deccâl bu ise onu öldürecek olan sen değilsin, eğer bu değilse, o takdirde bunu öldürmeye hakkın yoktur”. Diğer bir hadiste “Eğer o deccâl benim zamanımda ortaya çıkarsa, ben ona delillerimle karşı koyarım; yok benden sonra çıkarsa Rabbim her mü’minin koruyucusudur” buyurmuştur. Bu ikinci gruptaki hadisler dinî açıdan birinci gruptaki hadisler gibi değildir. Bu rivayetleri tamamen İslam itikâdı içinde değerlendiren kimse hata işlemiş olur.” [47]
Mevdûdî, bu konuda kendisine yapılan deccâl’in çıkacağını inkâr ediyor ithâmına, “Benim hikâye olarak belirttiğim şey, Deccâl’in herhangi bir yerde esir olduğu meselesidir. Ancak Deccâl’in ortaya çıkacağı, çıkmak üzere olduğu konusunda hadislerde verilen haberleri kabul edip buna inanmaktayım. Namazlarımda, dualarımda diğer teavvuzât (şerrinden Allah’a sığınılan şeyler) ile birlikte daima ‘Eûzü bike min fitneti’l mesihi’d-deccâl’[48] duâsını okumaktayım.”[49]diyerek güzel bir cevap vermektedir.
Mevdûdî ayrıca Deccâlla ilgili hadislere dayanarak deccâlın kendini mesih olarak tanıtacağını ifade eder. Hz. Îsâ’nın deccâl ile savaşıp, onu yenip öldüreceğini söyler. Sonra Yahudiler teker teker kılıçtan geçirilip öldürülecek, Hristiyanlık yeryüzünden silinecek ve bütün milletler İslam ümmeti çatısında birleşecektir diyerek bu konuda görüşlerini bu şekilde ifade etmektedir.[50]
5) “Tefhimu’l-Kur’an”ın da Yunus aleyhisselam’ın kavminden toplu olarak iman etmeleri sebebiyle azabın kaldırılmasını tefsir eden Mevdûdî bunun sebebi azap için gerekli olan sebeplerin henüz o kavimde bulunmamış olmasıdır der. Zira Mevdûdî’ye göre Yunus Aleyhisselam rÎsâletini tebliğ hususunda eksiklikler yapmış ve bu sebeple kavmine Allah’ın buyruklarını tam anlamıyla ulaştıramamıştır. Zaten YunusAleyhisselam Farzın edası hususunda eksiklik yapan birisidir(!)
Yine ‘İsmetu’l enbiyâ’ bağlamında Mevdûdî’nin eleştirildiği bir nokta. 2. maddeye dâir açıklamalarımızda Mevdûdî’nin bu konudaki genel fikirlerini arz etmiştik. Tekrara düşmemek için sadece Mevdûdî’nin Yunus aleyhisselam ile ilgili yorumlarını nakledeceğiz. Mevdûdî, Enbiyâ Sûresi 87-88. âyetler (Balık sahibi (Zünnun yani Yunus’u da) ; hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki, kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı.(Balığın karnındaki) Karanlıklar için de: “Senden başka ilâh yoktur, sen yücesin, gerçekten de ben zulmedenlerden oldum” diye çağrıda bulunmuştu. Bunun üzerine duasına icabet ettik ve onu üzüntüden kurtardık. İşte biz, iman edenleri böyle kurtarırız.) bağlamında diyor ki : “O, Allah’ın azabına uğrayacak olan bu beldeden ayrılması gerektiğini düşünmüştü. Bu davranış aslında başlı başına bir günah teşkil etmez, fakat bir peygamberin Allah’ın izni olmaksızın gönderildiği yeri terketmesi günahtır. Yunus peygamberin kıssası, onun gibi büyük bir peygamberin bile Allah’ın vahyine aykırı bir davranışta bulunması sebebiyle yargılanacağını göstermek için anlatılmıştır. Fakat o tevbe ettiğinde Allah, lütfu ile onu balığın karnından sağ-salim çıkarmıştır.”[51]
Üstad Mevdûdî, Enbiyâ 87-88. âyetler bağlamında yaptığı yorumlara itirazlar gelince Saffât Sûresi 139-148. âyetlerin sonuna şu uzun dipnotu eklemiştir: “Hz. Yunus’un kıssası ile ilgili görüşlerimi Yunus ve Enbiyâ sûrelerinin ilgili yerlerinde zikretmiş ve bazı kimseler görüşlerime itiraz etmişlerdi. Bu nedenden ötürü ben aşağıya diğer müfessirlerin görüşlerini de alıyorum.
Meşhur müfessir Katade, Yunus Sûresinin 98. âyetini tefsir ederken şöyle diyor: “Hz. Yunus’un kavminin dışında, kâfir oldukları halde azabın geldiğini görerek tevbe etmiş ve affedilmiş başka bir kavim yoktur. Onlar peygamberlerini aramışlar, fakat bulamayınca azabın yakın olduğunu hissetmişler ve bunun üzerine iman etmişlerdir. (İbn. Cerir, c:II, sh:433)
Allame Alusi, bu kıssayı şöyle anlatıyor: Hz. Yunus, Musul bölgesinde yaşayan Nenva (Ninova) halkına gönderilmiştir. Bu halk müşrikti ve Hz. Yunus onlara tek bir ilâha kulluk etmeleri ve diğer putları terketmeleri gerektiğini tebliğ edince, onu yalanladılar. Bunun üzerine Hz. Yunus onlara “sizlere üç gün sonra azab gelecek” diyerek, üçüncü gün gelmeden gece yarısı şehri terketti. Azab vakti gelip çatınca, halk felaketin gerçekten vuku bulacağını anlayarak, telaşa düşmüş ve Hz. Yunus’u aramaya başlamıştı. Fakat onu bulamayınca, yanlarına çoluk çocuklarını ve hayvanlarını almış ve şehri terkederek çöle çıkmışlardı. Çölde Allah’a iman ederek tevbe ettiklerinde ise, Allah onlara acımış ve tevbelerini kabul etmiştir.” (Ruh’ul-Meani, c:11, sh:170) “Daha sonra Hz. Yunus “kuşkusuz ben zalimlerden oldum” yani, “ben bir hata yaptım ve peygamberlik sünnetinin aksine, emir gelmezden önce hicret ettim” diye dua etmiş ve yaptığı yanlışlığı itiraf ederek, tevbe etmiştir. Bunun üzerine Allah onu affetmiş ve kendisini musibetten kurtarmıştır.” (Ruh’ul-Meani, c:17, sh:78)
Mevlana Eşref Ali Tanavi’nin bu ayeti izahı şu şekildedir: “Hz. Yunus, kavmi iman etmediği için darılmış ve emir gelmeden önce onları terketmiştir. Ancak Allah’ın kavminin üzerinden azabı kaldırmış olmasına rağmen, yine de kavminin yanına geri dönmedi.” (Beyan’ul-Kur’an)
Mezkur ayeti, Mevlana Şebbir Ahmet Osmanî ise şöyle açıklamıştır: “Hz. Yunus kavmine darıldı ve onlara azabın üç gün sonra geleceğini haber verdikten sonra kavmini terk etti….” Kuşkusuz ben zalimlerden oldum”…demek suretiyle de hatasını itiraf etmiştir. Yani şüphesiz ben acele ettim ve senin emrini beklemeden kavmimi terkederek ayrıldım.”
Saffat Sûresi’nin yukarıdaki ayetlerini İmam Razi şu şekilde tefsir etmiştir: “Hz. Yunus’un hatası, Allah’ın “seni yalanlayan kavmi helak edeceğim” şeklindeki buyruğunu, azabın mutlaka geleceği şeklinde yorumlamış olması ve sabredemeyerek kavmini terketmesidir. Oysa onun davete devam etmesi üzerine vacip iken, Allah’ın kavmini helak etmeme ihtimali ise hâlâ sözkonusuydu.” (Tefsir-i Kebir, c:7, sh:158)
Allame Alusi “dolu gemiye kaçtı” ayetini tefsir ederken şunları söylüyor: “Abaka kelimesi, bir kölenin sahibinden kaçması anlamına gelmektedir. Hz. Yunus, Allah’ın emri olmaksızın kavminden ayrıldığı için, burada “Abaka” kelimesi kullanılmıştır. Yani Hz. Yunus, Rabbi izin vermeden önce kavmini terketmiştir. Kavmi üç gün içinde Hz. Yunus’u bulamayınca çoluk çocuk ve hayvanlarıyla birlikte şehirden çıkmışlar ve tevbe ederek Allah’tan af dilemişlerdir. Allah da onları affetmiştir. (Ruh’ul-Meani, c:23, sh:130)
Mevlana Şebbir Ahmet Osmanî: “O muliymlerdendi” ayetini tefsir ederken, “muliym” kelimesini şöyle açıklamaktadır. “Hz. Yunus’un Allah’ın emrini beklemeden kavmini terketmesi ve azabın vaktini adeta kendisinin belirlemeye kalkışması onun içtihadi bir hatasıdır. Yine aynı müfessir Kalem Suresindeki “Sen Rabbi’nin hükmüne sebret, balık sahibi gibi olma. Hani o sıkıntıdan yutkunarak Allah’a seslenmişti.” ayetini, “Yani, kavmine kızarak hem Allah’dan onlara azab göndermesini istemişti, hem de önceden azabın geleceğini kavmine bildirmişti” şeklinde yorumlamıştır.
Müfessirler, Allah’ın Hz. Yunus’u sıkıntıya sokmasının nedeni olarak onun üç hatasını gösterirler. Birincisi, azabın geleceği vakti kendi tayin etmeye kalkışmıştır. Oysa ona Allah tarafından azabın vakti tayin edilerek bildirilmemişti. İkincisi, azap vakti gelmezden önce sabredemeyerek kavmini terk etmiş ve hicret etmişti. Oysa hiçbir Nebi Allah’dan emir gelmeden bulunduğu yeri terk etmemiştir. Üçüncüsü, kavminden azab kaldırıldıktan sonra bile kavmine geri dönmemiştir.”[52]
Durmuş Bulgur’un da dediği gibi; “Bu görüşler Mevdûdî’nin kendi zihninden uydurduğu düşünceler olmayıp ondan önce, selef âlimleri ve tefsir imamları Hz. Yunus’tan kusurun sâdır olduğunu öne sürmüş, fakat hiç kimse onları Hz. Yunus’a saygısızlıkla ya da peygamberlerin ismetini inkâr etmekle suçlamamıştır.”[53]
6) Aynı tefsirinde İbrahim Aleyhisselam’ın Allah Azze ve Celleyi araması hususunda kıssa edilen yıldızı ayı ve güneşi görerek istidlalde bulunmasını anlatan ayetlerde geçen “hâzâ rabbî/ bu benim rabbimdir” ifadelerinin zahirine takılan ve ulemanın bu husustaki beyanlarını görmezden gelen Mevdûdî bu meyanda kendisine şu soruyu sorar: “Şimdi, İbrahim Aleyhisselam müşrik mi olmuştur?” diye sorulursa şöyle derim “Hakkı arayan bir kimse için tevhide ulaşıncaya dek bu şirkmertebelerinden kaçış yoktur. (!)”
İlim namusundan uzak olmanın zirvesidir bu suçlama Mevdûdî’ye. Güya Mevdûdî, Hz.İbrahim’i şirke girmekle suçlamış ve “Hakkı arayan bir kimse için tevhide ulaşıncaya dek bu şirk mertebelerinden kaçış yoktur. (!)”demiş. Yine uzun bir iktibas olacak ama üstad Mevdûdî’nin ne dediğini ve ne demediğini anlamak için bu gerekli.
Mevdûdî Enâm Sûresi 78. âyet’e koyduğu açıklama notunda aynen şöyle söylüyor: “ 76-78. âyetler’de ( Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: “Bu benim rabbimdir.” Fakat yıldız kayboluverince: “Ben kaybolup-gidenleri sevmem” demişti. Ardından ay’ı, etrafa aydınlık saçarak doğar görünce: “Bu benim rabbim” demiş, fakat o da kayboluverince: “Andolsun” demişti. “Eğer Rabbim beni doğru yola eriştirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum. Sonra güneşi etrafa ışıklar saçarak doğar görünce: “İşte bu benim rabbim, bu en büyük” demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: “Ey kavmim, tartışmasız ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.), İbrahim Peygamber’i Allah’ın elçisi olarak atanmadan önce gerçekliğe götüren düşünce şekli ifade olunmaktadır. Beynini ve gözlerini doğru biçimde kullanabilen bir insanın, İbrahim Peygamber gibi Allah’ın birliği hakkında herhangi bir şey öğrenme imkânı bulunmayan şirk’in egemen olduğu bir çevrede doğup büyümüş de olsa, Gerçekliğe ulaşabileceği ortaya konmaktadır burada. Tek şart, kişinin tabiattaki olguları doğru olarak gözlemleyip, onlar üzerinde dikkatlice düşünmesi ve bağlantılı, mantıki bir düşünce zinciriyle gerçeğe ulaşmak için aklını kullanmasıdır. Önceki ayetlerden, İbrahim Peygamber’in hayatının bilinç kazanmasından itibaren yıldızlara, aya ve güneşe tapan bir halkın içinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu bakımdan, onun gerçeği araştırmadaki kalkış noktasının, ‘bu nesneler gerçekten Rabb olabilir mi?’ sorusu olması tabiidir. İşte, Onun düşüncesi bu soru çevresinde merkezileşmiş ve halkının tüm tanrılarını değişmez bir kanuna bağlı olup, bu kanuna göre hareket ettiklerini keşfedince de kaçınılmaz olarak, bu tanrılardan hiçbirinin Rabb adını alabilecek herhangi bir niteliğe sahip olmadığı sonucuna varmıştır.
Olayın anlatılış biçimi genelde şöyle bir karşı çıkışa yol açabilir: “Gece üzerini örttüğünde bir yıldız gördü” ve “ben Allah’a ortak koşanlardan değilim” dedi. Burada sıradan bir okuyucunun zihninde, “Gece çocukluğundan beri hayatının her gününde İbrahim Peygamber’in üzerine örtmüyor ve o bu belli olaydan önce yıldızların, ay’ın ve güneşin doğup battığını görmüyor muydu?” sorusu uyanır. Evet, o her gece görüyordu bunları, fakat olgunluğa ulaştıktan sonra bu şekilde düşünmeye başladı. Neden olay, (…Gece üzerini örttüğünde) denilerek, İbrahim’den daha önce yıldızları, ay’ı ve güneşi hiç görmemiş gibi bir şüphe uyandıracak şekilde verilmektedir?
Normal olarak böyle bir varsayım tabii gelmediğinden bu görünürdeki zaman yanlışlığı bazılarını olağanüstü hikâyeler uydurmaya götürmüştür. İbrahim Peygamber’in olgunluğa ulaşmadan önce yıldızları, ay’ı ve güneşi görmemesi için bir mağarada doğup büyüdüğünü söyler böyleleri. Oysa sorun hayali hikâyeler uydurmayı gerektirmeyecek ölçüde basittir. Newton’un hayatındaki ünlü bir olayla açıklanabilir bu durum. Bir gün Newton ağaçtan bir elmanın yere düştüğünü görünce, zihninde birden şu soru canlanır: Nesne neden yere düşer? Sonunda o yerçekimi kanununa varır. Burada da kuşkusuz şöyle bir soru sorulabilir: Bu olaydan önce Newton hiç yere düşen bir şey görmemiş miydi? Herhalde, daha önce pek çok şeyin yere düştüğünü gördüğü kesindir onun. O halde, belli bir günde belli bir elmanın yere düşmesi nasıl olmuştur da, daha önce her gün yere yüzlerce düşüşün uyandırmadığı bir zihin faaliyetine yol açmıştır? Cevap basittir: Zihin her zaman aynı tür gözlemle aynı şekilde harekete geçmez. İnsan gözü önünde aynı şeyin tekrarlanıp durduğunu görür de, zihni hiç bir faaliyete geçmez; fakat birden bir an gelir, aynı şeyi bu kez görmek zihin faaliyetini belli bir soruna yöneltir. Veya kişinin zihni bir sorunun çözümüne öylesine dalar ki, birden her zaman gözünün önünde bulunan bir şeyi değişik bir şekilde yakalar ve zihninde bu sorunun çözüm yönünde bir faaliyet başlar. İbrahim Peygamber’de olan da aynı şeydi. Geceler gelip geçmiş, yıllarca ay, güneş ve yıldızlar doğup batmış, fakat belli bir gecede belli bir yıldızın batarken gözlenişi İbrahim Peygamber’de (a.s) merkezi Allah’ın Birliği Gerçekliğine götüren zihin faaliyetine yol açmıştır. Belki o olgunluk çağına varalı beri, halkının dini olan ve tüm hayat sisteminin üzerine oturduğu yıldızlara, ay’a ve güneşe tapma sorunu üzerinde düşünüyordu. Sonra bir gece yıldızları gözlerken zihni birden harekete geçmiş ve bu sorunu çözmede kendisine yardım etmiştir. Yıldızları gözlemenin bu zihinsel faaliyetin başlangıç noktası olması da mümkündür.
Bu bağlamda giderilmesi gereken bir başka şüphe daha vardır. Yıldız ay ve güneşi görüp de, “Bu benim Rabbimdir” derken İbrahim Peygamber (geçici bir süre için de olsa) şirke düşmüş olmuyor muydu? Ufak bir düşünce, gerçekliği arayışında kaçınılmaz olarak şirk hakkında çeşitli akıl yürütme aşamalarından geçeceği için bu onun şirk suçunu işlemediği konusunda kişiyi ikna etmeye yetecektir. Bu bakımdan, onun akidesini belirleyen, geçici akıl yürütmeler değil, araştırmasının yönü ve sonunda durduğu noktadır. Bu tür ara akıl yürütme aşamalarından her gerçek arayıcısı geçecektir. Bunlar gerçek uğrunadır ve nihai karar olarak değerlendirilmemelidir. Şirkin her biçimi üzerinde akıl yürütme bir sorgulama olup asla uygulama olmaz. Gerçeğin arayıcısı akıl yürütme sırasında durup, “bu böyledir” dediği zaman, bu onun nihai yargısı değildir Buradaki “bu şöyledir” “bu şöyle midir?” anlamındadır. Bu yüzden de, geçiş aşamalarındaki sorularına olumsuz cevap verdiğinde, hemen araştırmasında bir ileriki noktaya yönelir.”[54]
Netice itibariyle, Hz. İbrahim’in “işte benim Rabbim budur” sözü Mevdûdî’ye göre, tahkikî imana ulaşma yolunda söylenmiştir.[55] Ve Mevdûdî asla “Hakkı arayan bir kimse için tevhide ulaşıncaya dek bu şirk mertebelerinden kaçış yoktur. (!)” şeklinde bir cümle kurmamıştır. Bu hayatı şirk ile mücadeleyle geçen bir dâvâ önderine büyük bir iftiradır.
7) Mevdûdî’ye göre sokaklarda, toplantılarda ve eğitim verilen müesseselerde erkek ve kadınların ihtilat ettikleri/ karışık bulundukları bir toplumda zina haddi uygulamak zulüm olacaktır. Serikat haddi diye tabir ettiğimiz hırsızın elinin kesilmesi şeklindeki kanun-i ilâhi de aynı hükme tabidir.[ Tefhimât, II/ 281]
Yine iftira, yine karalama. Mevdûdî’nin yazdıklarına bakmadan hüküm versek, Mevdûdî Fazlurrahman, Hasan Hanefî gibi modernist birisi. Hâlbuki işin esası öyle değil. Lütfen dikkatle okuyunuz Mevdûdî bu konularda ne diyor: “Okuyucunun, İslam’daki cezalarla ilgili olarak ilk önce bilmesi gereken husus şudur: Devlet nizamının, İslami temeller üzerinde kurulu olması ve medeni-sosyal hayatın, İslam’ın kararlaştırdığı esas ve metodlara dayalı olarak düzenlenmiş bulunması durumunda, el kesme ve benzeri şer’i cezaların ancak uygulanmak üzere konulduğu, değişmez külli bir kaidedir. Zira İslam esasları ve kanunları, parçalanma kabul etmeyen bir bütünlük arz ederler. Bu yasa ve prensiplerin bir kısmının uygulanıp diğerlerinin ihmal edilmeleri hiç bir zaman doğru değildir.
Mesela zina ve kazif cezalarını ele alalım. Bu iki haddin (cezanın, İslam’ın nikâh, boşanma, örtünme ve cinsi ahlak konularındaki kanunlarıyla sıkı bir ilgisi vardır. Zina ve kazif cezalarının, bu kanun ve nizamlardan ayrılmaları imkânsızdır. Allah Subhanehu Ve Teâlâ Hazretleri, zina ve kazif suçlarını irtikâp eden bir insan için böylesine kesin iki cezayı, kadınların süslenip açılarak sokaklara çıkmadıkları, müstehcen ve açık-saçık resimlerin bulunmadığı, aşk ve seks romanlarının yayınlanmadığı, şehevi hisleri tahrik edici sahne ve oyunların olmadığı, insanların kolayca evlenebildikleri ve fesih, tefrik, talak ve hulu gibi İslami hükümlerin tam tamına uygulandığı bir cemiyet için koymuştur. Böyle bir toplumun bizzat kendi yapısı ve karakteri, sosyal hayatı ayakta tutan sağlam ve ahenkli nizamın korunması için bu gibi kesin cezaların uygulanmasını ister. Cinsi duyguların, meşru ve tabii yollarla kolayca tatmin edilip doyulduğu ve sosyal hayatın, fuhşiyata ve anormal şehevi tahriklere iten etkenlerden arındırıldığı bir ortamda, bu gibi kesin ve şiddetli cezalar hiçbir zaman adalete aykırı değildir. Çünkü böylesi muntazam ve ahenkli bir ortamda, son derece alçak ve karaktersiz insanlardan başkası cinsel sapıklıklara ve suçlara cüret etmez. Bu durumda ise, Allah’ın kullarını bu tıynetsiz ve soysuzların şerrinden koruyacak böylesi ağır cezalar şarttır.
Amma iş bunun tersi olur da, cemiyette kadın-erkek karışık yaşarsa, genç oğlanlarla taze ve açık-saçık kızlar okullarda, toplantı yerlerinde, parklarda, çarşılarda, plaj ve eğlence yerlerinde alenen ve sınırsız bir hürriyet içerisinde beraber olur ve birlikte gezerlerse, cemiyetin her tarafında şehevi ve cinsi arzular hiçbir sınır tanınmadan gayr-i meşru yollardan kolayca tatmin edilirse ve nihayet ahlaki tüm değerler yerle yeksan edilirse, işte o zaman böyle bir cemiyette insanlar, kadın-erkek arasındaki gayr-i meşru ilişkileri ayıp saymazlar ve çirkin görmezler. Evet, durum bu olursa hiç şüphesiz ki zina ve kazifle ilgili şer’i cezaları uygulamak, İslam’ın teşri (yasama) felsefe ve hikmetine aykırı düşer! Zira yaradılış ve karakterce temiz ve soylu, normal bir insanın, böyle bir ortamda zina bataklığına düşmemesi hayli güç bir şeydir. Böyle bir insanın, bu ortamda zina fiilini irtikâp etmesi, bizim onu anormal tipte karaktersiz bir mücrim saymamıza kâfi bir sebep teşkil etmez. Hakikat şu ki, Allah Teâlâ, recim ve celde cezasını, böylesi pis ve kokuşmuş bir ortamda uygulansın diye koymamıştır.
Zina ve kazif cezaları için söylediklerimiz, hırsızlık cezası için de geçerlidir. Çünkü bu ceza da yine, İslami iktisat düşüncesinin ve prensiplerinin en mükemmel bir tarzda uygulandığı bir cemiyette infaz edilsin diye konulmuştur. El kesme cezasıyla İslam iktisat nizamı arasında kopmayan bir bağ ve ilgi vardır. İslami iktisat düzeninin tam anlamıyla cemiyette yürürlükte olması, hırsızlık yapanın elinin kesilmesi dalalet ve yaradılış namına gerekli kılar. Fakat bu sağlam düzenin, toplumda hâkim olmadığı ve tatbik edilmediği durumlarda ise hırsızın elini kesmek, İslam’ın teşri (yasama) zihniyetine aykırı düşer. Hiç şüphesiz ki, el kesme cezası, faizin serbest olduğu, zekâtın verilmediği, adaletin bir ticaret metaı gibi alınıp satılarak el değiştirdiği ağır ve haksız vergiler sebebiyle temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının anormal bir şekilde yükseldiği ve alınan vergilerin tümünün ancak lükse, israfa ve mutlu azınlığın refahına harcandığı bir cemiyet için konmamıştır. Gerçek şudur ki, böylesi bir toplumda hırsızlık vakalarında el kesmek, -hatta bazı durumlarda- bu suçu işleyenlere hapis cezası uygulamak, adalet kavramının ruhuna ters düşer.
Bugün İslam Ceza Hukuku’nu inceleyenlerin karşılaştıkları güçlük ve içine düştükleri fikri çıkmazın sebebi şudur: Onlar, gözlerinin önüne, günümüz modern toplumlarına hâkim olan bozuk içtimai düzenleri getiriyor ve bu toplumlarda -bu toplumların yapılarının tabii bir sonucu- olarak yoğun bir şekilde işlenen hırsızlık, zina, kazif ve içki içmek gibi suçlara karşılık, İslam’ın el kesme, recm ve celde cezalarını tasavvur ediyorlar ve dehşete düşüyorlar. Meseleyi bu biçimde ele aldıkları için elbette ki onlar, İslam’daki cezaları ve hadleri çok katı ve ürpertici buluyorlar. Çünkü onlar -şuursuz olarak yahut da kendilerine has bir şuurla- şöyle düşünüyorlar: Bu tip bir hayat sisteminin ortaya çıkardığı ortamlarda, hırsızlık gibi büyük suçların çokça işlenmesi kadın-erkek toplumdaki bütün insanların, hatta çocukların ve yaşlıların zina bataklığına düşmeleri, kadınlı-erkekli karma hayatın bir sonucu olarak çirkin dedikoduların yayılması ve bu bozuk ortamda genç neslin tamamen ahlaksızlığın kucağında eriyip gitmesi, kaçınılmazdır. İşte bütün bunlardan ötürü onlar, böyle bir ortamda İslam ceza hukuku uygulandığı takdirde, celde (sopa) yemedik ve eli kesilmedik kimse kalmayacağını ve binlerce insanın recm (ölüm) cezasına çarptırılacağını tasavvur ederek dehşetten irkiliyorlar.
Bazı yönlerden, onların bu korku ve endişelerinin yersiz olmadığı şüphesizdir. Biz de bu konuda onlar gibi düşünüyoruz: İslam ceza hukukunun, İslam’ın diğer kanunlarından ayrı olarak, bu kokuşmuş ortamda tatbik edilmesi haksızlık ve zulümdür. Şu kadar var ki, onların kavrayamadıkları bir nokta ve içine düşmüş bulundukları bir hata vardır: Onlar, pisliğine ve pejmürdeliğine alışmış oldukları bu kokuşmuş sosyal hayat düzeninin insan için uygun ve fıtri bir düzen olduğu inancındadırlar. Hâlbuki bu hayat, fıtrata taban tabana zıttır. Bu vaziyetin, olduğu gibi bırakılması büyük bir zulümdür. Yaradılışa aykırı, fıtrata ters bu düzen, şeytanın tahakkümünün bir eseridir. İslam’ın sosyal hayat için koyduğu nizama uyarak, bu çirkin hayat tarzına engel olunuz, göreceksiniz ki, zina, kazif, hırsızlık ve içki içmek, insanın yaradılışından gelen istek ve arzuları değildir ve insanlığın büyük çoğunluğunun hiçbir zaman bu kötülüklere düşme ihtimali yoktur. İslam’ın insanlık için kurduğu sosyal hayatta ise, böylesi çirkin fiilleri, ancak fıtratları çarpık bazı karaktersiz kişiler işlerler ve böyleleri için de hal çaresi, recim (ölüm), celde (dayak) ve el kesme cezalarıdır.
Bu konuda zihinlerden ırak tutulmaması gereken ikinci husus şudur: İslam nizamında, mutedil ve dengeli bir caydırıcı ve korkutucu hususiyet hâkimdir. Bu özelliklerden haberi olmayan bir kimsenin, İslam ceza hukukunun özünü kavrayabilmesi katiyetle imkânsızdır. İslam toplumunda, insanları suç işlemeye itici sebepler büyük bir titizlikle incelenir ve Allah’ın kullarından hiç kimsenin, şehevi arzularını ve tabii isteklerini gayr-i meşru yollardan tatmin cihetine gitmemesi ve kötü yollara düşmemesi için, bütün bunların ortadan kaldırılmasına çalışılır ve bu sebeplerin kökü kazınır. Diğer taraftan da, sadece suç işleyenleri tekrar aynı yollara tevessül etmekten alıkoymakla kalmayan, fakat aynı zamanda, toplumda bu tür fiilleri işlemeye niyetli olanlara korku salan ve onları caydıran cezalar konur ve uygulanır.”[56]
Üstad Mevdûdî’nin sözlerini bir bütün olarak verdiğimizde Yazar’ın çıkardığı daha doğrusu karaladığı tarzda bir anlam çıkıyor mu? Yoksa çıkmıyor mu? Buna siz karar verin.
8) Manen tevatürle sabit olan ve Keşmirî’nin “Tasrih”inin baş tarafında münkirinin küfre gireceğini söylediği Hz. Îsâ’nın kıyamete yakın inişini de pek kabullenmeyen Mevdûdî’ye göre Kur’an-ı Kerim Îsâ Aleyhisselam’ın diri olarak göklere yükseltildiği hususunda hiçbir şey söylememiştir
Bu son madde ile ilgili konuşulacak iki mesele var: Birincisi Hz. Îsâ’nın göğe yükseltilmesi, ikincisi de Hz. Îsâ’nın kıyamete yakın zamanda yeryüzüne inişi.
Mevdûdî Hz. Îsâ’nın normal bir ölümle ölmediğini Allah’ın onu kendi katına yükselttiğini söyler. “Hani Allah şöyle buyurmuştu: ‘Ey Îsâ! Şüphesiz, senin hayatına ben son vereceğim. Seni kendime yükselteceğim. Seni inkâr edenlerden kurtararak temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar küfre sapanların üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır. Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.”(Âl-i İmran, 55) Mevdûdî yukarıdaki ayette geçen “müteveffî” kelimesinin, Arap dilinde “can almak”, “bedeni” veya “beden ve ruhu beraber almak” ve “teslim almak” anlamında “teveffâ” kelimesinden geldiğini söyler. Hz. Îsâ’nın diğer insanlar gibi normal bir şekilde öldüğüne destek olabilecek tek nokta, bu ayette geçen “müteveffîke” kelimesidir. Ancak Mevdûdî bu kelimeyi burada mecâzi anlamda ‘görevden alma’ ve ‘ruh ve bedeni’ beraber alma anlamında ele alarak Hz. Îsâ’nın normal bir ölümle öldürülmediğini Allah tarafından görevden alınıp göğe çıkarıldığını ifade etmektedir.[57]
Mevdûdî konuyla ilgili Nisâ sûresindeki âyeti kerimenin, Yahudilerin Hz. Îsâ’yı öldüremediklerini, bunu başaramadıklarını ve Allah’u Teâlâ’nın Hz. Îsâ’yı kendisine yükselttiğini şüphe götürmeyecek bir şekilde açıkça vurguladığını ifade eder.[58] Mevdûdî bu görüşünü şöyle destekler. “Eğer Hıristiyanların ‘göğe yükseliş’ inancı tamamen temelsiz olsaydı, bu inanç, onların tapındığı ve ‘Allah’ın oğlu’ dedikleri kişinin yıllarca önce öldüğü ve toprak olduğu, eğer tam tatmin olmak istenirse şu şu yerde mezarının görülebileceği öne sürülerek kolayca reddedilebilirdi. Fakat Kur’an bunu (Hz. Îsâ’nın öldüğünü) açık bir şekilde ifade etmiyor. Diğer taraftan Kur’an sadece O’nun yükselişini ima eden açık ifadeler kullanmakla kalmaz, Hz. Îsâ’nın çarmıha gerildiği fikrini de tamamen reddeder. Kur’an’a göre, çarmıha gerilen kişi kesinlikle Mesih değildi. Çünkü çarmıha germe işlemi meydana gelmeden önce Allah, Mesih’i kendisine yükseltmiştir. O halde şu açıktır ki, bu ayetlerde Hz. Îsâ’nın öldüğünü ispatlamaya çalışanlar gerçekte Allah’ın kendisini açık ve belirli bir şekilde ifade edemediğini göstermeye çalışmaktadırlar.”[59] diyerek Hz. Îsâ’nın ölmediğini ve Allah katına yükseldiğini ifade etmektedir. Çünkü “Bel refeahullâhu ileyhi” ayeti eğer Hz. Îsâ normal olarak ölmüş olsaydı, hemen devamındaki ‘Allah güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir’ sözleri manasız kalacaktı. Oysa bu sözler ancak Allah’ın kudretini gösteren olağanüstü bir durumda kullanılır.[60]
Mevdûdî Nisâ Sûresi 158. âyetin tefsirinde Hz. Îsâ’nın yükselişi ile ilgili şu açıklamalarda bulunur. “Burada Allah meselenin gerçeğini anlatıyor. Kur’an, Yahudilerin Hz. Îsâ’yı öldürmeyi başaramadıklarını, Allah’ın O’nu kendisine yükselttiğini açıkça söyler, fakat meselenin nasıl olduğunu ve ayrıntıları konusunda sessiz kalır. Ne Allah’ın O’nu bedeni ile birlikte yeryüzünden gökteki bir yere yükselttiğini, ne de O’nun diğer insanlar gibi ölüp ruhunun göğe yükseltildiğini belirtmez. Mesele o kadar kapalı bir dille anlatılmıştır ki, olay hakkında, olayın olağanüstü ve mucizevi olduğunu söylemekten başka bir yorum yapmak imkânsızdır”[61]
Sonuç olarak diyebiliriz ki; Kur’an’da Hz Îsâ’nın ölümü ile ilgili sadece ‘müteveffâ’ kelimesi tek ölümüne işaret eder. Ancak Mevdûdî burada bu kelimeyi mecâzi anlamda ‘görevden alma’ olarak ele alır. Yani Mevdûdî Hz. Îsâ’nın tabi bir şekilde ölmediğini ve Allah’a yükseldiğini söyler. Kur’an’ı Kerim bu yükseliş hakkında açıkça bir beyanda bulunmadığından dolayı bunu mücmel bırakmanın daha doğru olacağını da savunur. Tabi bu Mevdûdî’nin ümmetin çoğunluğunun kabul ettiği cismani yükselişi inkâr anlamını taşımamaktadır.[62]
Hz. Îsâ’nın kıyamete yakın zamanda yeryüzüne inişi meselesine gelirsek Yazar’ın ‘Manen tevatürle sabit olan ve Keşmirî’nin “Tasrih”inin baş tarafında münkirinin küfre gireceğini söylediği Hz. Îsâ’nın kıyamete yakın inişini de pek kabullenmeyen Mevdûdî’ ifadesini iftiranın daniskası olarak görmekteyiz. Zira Mevdûdî, tefsirinde Hz. Îsâ’nın nüzûlüyle ilgili hadislerden yirmi bir tanesini aktardıktan sonra şöyle demektedir: “Bu yirmi bir hadisin tamamı, Rasûlullah’ın ashabından on dört şahsa dayandırılmış ve en muteber ve sahih hadis kaynaklarında sahîh isnâdlarla zikredilmiştir. Gerçi, konu hakkında bu hadislerden başka birçok hadis daha vardır; ancak biz, yalnızca râvi zinciri bakımından sahîh olan ve yaygınlık kazanmış bulunan bir bölümünü zikretmekle yetindik. Bu hadislere bakıldığında, 2000 yıl önce bakire Meryem’den doğan Hz. Îsâ’nın öldüğü ya da âlemin herhangi bir yerinde hâlâ yaşamaya devam ettiği hususunu tartışmanın gereği ve faydası yoktur. Kaldı ki, Allah, bir kulunu âlemin herhangi bir yerinde binlerce yıl canlı tutup, dilediği zamanda dünyaya geri göndermeye de kadirdir.”[63]
Başka bir eserinde de: “Mesihin (Hz.Îsâ’nın lakabı) âhir zamanda gökten yere inmesi meselesi, Müslümanların ta başlangıçtan bugüne değin üzerinde ittifak ettikleri bir meseledir. Bu mesele, Kitap, sünnet ve icma-ı ümmete istinad etmektedir. Hadislerde bildirilen Îsâ’nın inişinden maksat, âhir zamanda bir Deccâl’in ortaya çıkacağı ve halka kendisinin Mesih olduğunu iddia edeceğidir. İşte o zaman bütün Yahudiler ona tâbi olacaklar ve yeryüzünde büyük bir fitne yaratacaklardır. Bunun üzerine Allah, bu fitnenin kökünü kurutsun ve insanları bu Deccâl’in şerrinden kurtarsın diye gerçek Mesihi dünyaya gönderecektir. Nüzûl-i Îsâ akîdesinin, nübüvvetin son bulma akidesi ile çelişmeyeceğini kesin olarak kabul etmek gerekmektedir. Hz. Îsâ, Hz. Muhammed’den önce gönderilen peygamberlerden birisidir. Bizzat Hz. Peygamber ona inanmış ve Müslümanlar da her zaman ona inanmakta devam etmişlerdir. Ona inanmayan, İslam dairesinden çıkmıştır. O, yeryüzüne tekrar inince, ona yeniden inanmak veya onu inkâr etmek yüzünden ne gibi bir mesele ortaya çıkabilir. Bir kere Müslümanlar ona inanmaktadırlar ve inişi anında yeniden iman etmelerine ihtiyaç yoktur.”[64] demektedir.
Mevdûdî’nin bütün bu açıklamalarına rağmen yazar’ın ‘Hz. Îsâ’nın kıyamete yakın inişini de pek kabullenmeyen Mevdûdî’ iftirasını karalamanın ve taassubun zirvesi olarak görmekteyiz.
Yazar bu iftiralarla dolu karalamalarına cevap yazdığımız günlerde Twitter’da ‘Mazisiyle bağı kesilmiş bu toprakların insanlarına bu coğrafyada yaşamış ve isimleri unutulmuş ehl-i sünnet itikadında nice âlim, mücahid ve dava adamını örnek gösterecek yerde Ehl-i sünnete muhalif görüşleri olan Seyyid Kutub’u, Mevdûdî’yi tavsiye ederseniz yanlış yaparsınız’[65] şeklinde bir mesaj yayınladı.

Yazar bu twitinde Mevdûdî’yi açıkça ‘kökü dışarda olmakla’ suçlamaktadır. Bu suçlama yeni bir suçlama değildir. Bu konuda daha önce Bülent Keneş[66] şöyle yazmıştı: “Türkiye’de genel anlamda İslam dinini referans alan iki ana akım olduğunu söyleyebiliriz. İlk olarak tamamıyla Anadolu toprakları üzerinde neşet etmiş, Osmanlı’nın mirası olan çok kültürlülük, kuşatıcılık ve farklılıklar arasında hoşgörü anlayışından beslenmiş, dahası yüzlerce yıllık tarihin filtresinden süzülerek iyice özümsenmiş bir ılımlılığı esas almış, devlet ve benzeri topluma tahakküm unsurlarını değil sivil toplumu, bireyi ve evrensel ortak iyiliği esas almış yerli bir İslam anlayışının bugünkü temsilcilerinden bahsedebiliriz. Genel bir ifadeyle “İslamî (Islamic)” diyebileceğimiz bu toplumsal, sosyolojik dinamiklerin sufizmi de içerecek şekilde cemaatler, tarikatlar ve sivil toplum hareketleri şeklinde var olduklarının altını çizebiliriz.
İkinci kategoriyi ise, Batılı devletler tarafından işgal edilerek sömürgeleştirilen Hindistan, Pakistan, Mısır, Kuzey Afrika gibi İslam coğrafyalarında Batı’ya reaksiyon olarak ortaya çıkmış siyasal İslamcı hareketlerden beslenen Türkiye’deki İslamcı hareketler oluşturmaktadır. İdeolojik/entelektüel beslenme kaynakları ithal/tercüme olan ve genel bir ifadeyle “İslamcı (Islamist)” diyebileceğimiz bu hareketlerin kendilerini sosyal ve sivil birer hareket olarak değil, idealize ettikleri siyasal hedeflerle tanımladıkları görülmektedir. Siyasal İslamcı hareketler, sivil alanda birey ve toplumu hedef almaktan ziyade doğrudan devleti ele geçirmeyi hedeflemektedirler. Bu sayede devletin baskıcı gücünü kullanarak inandıkları değerleri tepeden inmeci bir şekilde topluma empoze etme arayışındadırlar. Siyasal İslamcılar için kendi anlayışları dışında bir anlayışın hâkim olduğu bir devlet dünyada karşılaşılabilecek en büyük felaket, yok edilmesi gereken bir deccâl ya da tağut iken, aynı zamanda aynı devlet, erişmek ve ele geçirmek istedikleri ve ele geçirdikten sonra da büyük kutsallık atfedecekleri en büyük idealleridir de… Bir ideoloji olarak ortaya çıkan siyasal İslamcılığın entelektüel beslenme kaynaklarının daha ziyade Türkiye dışındaki İslamcı hareketlerin önde gelenlerinin eserlerinin tercümesiyle oluşturulduğu görülmektedir. Elbette ki zaman içerisinde kendi özgün ve yerli fikrî kaynaklarını da oluşturmaya başlamış ya da geleneksel İslamî düşünürlerin bazı eserlerinden etkilenmişlerdir. Ancak siyasal İslamcı hareketler en çok Pakistan’da radikal fikir ve eylemleriyle tanınan Cemaat-i İslamiyye’nin kurucularından Seyyid Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî’den ya da Mısır’da kurulan İhvan-ı Müslimîn’in fikir önderlerinden Hasan el-Benna ve daha çok da Seyyid Kutub’un eserlerinden etkilenmişlerdir.”[67]
Bülent Keneş yazısının devamında çözümü kendince şöyle ifade eder: “Mevdûdî, Kutub ve daha sonra devrimci İran mollalarının tercüme eserlerinin radikalleştirici etkisinin pan-zehiri ise, ne enteresandır ki Bediüzzaman Said-i Nursi, Süleyman Hilmi Tunahan, Abdülhakîm Arvasi, Hüseyin Hilmi Işık, Mehmed Zahid Kotku gibi Anadolu’da neşet etmiş ve Mevlânâ, Yunus Emre geleneğini devam ettirmiş olan din âlimlerinin ve fikir adamlarının fikirlerinden ve geleneksel tarikat ve sufizm ekollerinden beslenen sivil İslamî oluşumlar olmuştur. 1970’lerden itibaren ise fikren Anadolu dışından beslenen siyasal İslamcı hareketlere karşı geleneksel ve yerli İslami yaklaşımın güçlü bir unsuru olarak Fethullah Gülen’in öncülük ettiği, bugün adına Hizmet Hareketi dediğimiz, sosyal hareket görünürlük kazanmıştır.” [68]
İşte Ömer Faruk Korkmaz’ın ifade ettiği ‘yerlilik’ ve ‘kökü dışarda ithal İslam’ söylemlerinde amaç belli: Mevdûdî ve Seyyid Kutub’un temsil ettiği ‘devrimci’ İslam’a karşı, ‘ehlileştirilmiş’ bir İslam. ‘Tercüme İslamı’ veya ‘ithal İslam’ gibi atıflarla Seyyid Kutub ve Mevdudi tarzı İslam algısı hedef tahtasına konmaktadır. Biz ne Mevdûdî, ne Seyyid Kutub ne de bir başka insanın ortaya koyduğu İslâm algısını mutlaklaştırmayız ama şurası kesindir ki, Seyyid Kutub ve Mevdûdî tarzı İslam anlayışı, İslam’ın yeryüzünde yeniden bir hayat nizamı olmasını istemeyen küresel güçler tarafından usturuplu şekilde şeytanlaştırılmaktadır. Bu şeytanlaştırmaya bazı ezik yerlilerin de katılmış olması ibret vericidir.
İrili-ufaklı bütün İslamî(!) ülkelerde İslam kamusal alanda tabelalarda ve minarelerde görünürde olsun, her ülkede İslam milli bir hüviyete bürünsün, her toplum İslam’a kendi rengini versin ama İslam asla yeni bir hayat kurmaya, yeni bir medeniyet inşa etmeye kalkışmasın! İslam küresel müesses nizamın faiz gibi, iktisat gibi, ahlak gibi, akîde gibi, Allah’ın hâkimiyeti gibi temel umdelerinden hiçbirine ilişmesin! İşte en ideal ve sevimli İslam budur! Merhum Seyyid Kutub’un ‘Amerikancı İslam’ dediği de işte budur. Onun içindir ki tez elden İslam yerlileştirilmeli, Seyyid Kutub’lar, Mevdûdî’ler ülke sınırları dışına püskürtülmelidir. ‘Öz Türk dini’ böylece kaldığı yerden inşasına devam edilmelidir.
Sahi sadece Arap’ın değil Acem’in (Arap olmayanın) de, sadece Beyaz’ın değil Sarı ve Siyah insanın da, sadece Cezire’nin değil, Doğu’nun ve Batı’nın da dini olan İslâm için veya bir Müslüman için ‘yersizlik’ nedir? ‘Yersiz’ kimdir? Seyyid Kutub, İbn Teymiyye yerli değilse, Mevlânâ veya İbn Ârabî yerli midir? Mevdûdî yerli değilse en-Nedvî yerli midir? Aslında tüm bu sorular, Müslüman için yersizdir. Zira Müslümanlar düşünce tarihi boyunca hiçbir zaman bir düşünceyi ya da ilim kaynağını, toprak-coğrafya-kültür merkezli değerlendirmemişlerdir. Aslolan karşılaşılan düşüncenin hangi metodla hâsıl edildiği, epistemolojik olarak nerede durduğu olmuştur. Dolayısıyla Mağrib’de yazılan bir eser Buhara’da tereddütsüz olarak kabul görmüş, kaynak belirtilerek ondan yararlanmaktan çekinilmemiştir.
Ancak hiçbir zaman toprak ve kültüre, ilmî esere karakter verecek bir konum yüklenmemiştir. Bundan dolayı merhum Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi Mevkîfu’l-Akl adlı eseri yazdığında bir nüshasını da Şehid Seyyid Kutub’a göndermiş ‘O, bunu anlar.’ demiştir; ya da Ezher ulemasından bazılarının Modernist bir müellife reddiye bağlamında telif rica ettikleri M. Sabri Efendi’nin bu konudaki en güçlü destekçisi olarak Hasan el-Bennâ’nın öne çıkması[69] buna gösterilecek birçok örnekten yalnızca biridir.
Yazar Ömer Faruk Korkmaz, Seyyid Kutub ve Mevdûdî’ye alternatif âlim ismi vermemiş twitinde. Sadece ‘bu coğrafyada yaşamış ve isimleri unutulmuş ehl-i sünnet itikadında nice âlim, mücahid ve dava adamı…’ demekte. Yazdıklarına ve anlattıklarına bakılırsa şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu ve Cübbeli Ahmet Mahmut Ünlü ona göre örnek alınması gereken dâva önderleri. Hocası Cübbeli Ahmet’in kimleri sevdikleri ve kimlere de düşman oldukları âşikar. Daha yakın zamanda Cübbeli namlı Ahmet Mahmut Ünlü, bizce ‘topal tâğut’ namlı Doğu Perinçek’i kardeş ilan etmişti. O Doğu Perinçek değil mi, daha aylar evvel bağıra bağıra “İslam hukuku çağdışıdır, geri gelmesine asla müsaade etmeyeceğiz” diyordu. İslam fıkhı derken miras âyeti, taaddüd-ü zevcat âyeti gibi âyetleri kastediyordu. Hem bu Cübbeli değil mi, kendi sapkın fikirlerini reddettiği için Şeyhulislam İbn Teymiyye’ye sapık hatta kâfir muamelesi yapan. İbn Kayyim El-Cevziyye ve İbn Kesîr’i dahi sakıncalı gören. Günümüze gelirsek de Kur’an şehîdi Seyyid Kutub’u ve büyük âlim Seyyid Mevdûdî’yi adam saymayan. Aman ha, eserlerini okumayın diyen…
Son olarak; Yazısını daha doğrusu karalamalarını ‘Mevdûdî’nin şu görüşlerine muttali olmaksızın bir kısım çevreler ve zatlar tarafından halen ehl-i sünnet veya daha da öte ümmeti uyandıran zat gibi vasıflarla nitelenmesi ya cehaletten veya da daha beteri olan hıyanetten neş’et etmektedir. Müslümanların, akide ve inançlarını sağlama alma noktasında müteyakkız olmaları ve Mevdûdî tarzı şahsiyetlerin eserlerinden uzak durmaları gerekmektedir.’ diye bitiren yazar ve onun gibi düşünenler bilsin ki; İslam düşünce tarihinin en büyük kahramanları arasında, ismi son yüzyılda en çok telaffuz edilen, en çok iltifata ve de bir o kadar da eleştiriye maruz kalmış bir büyük mütefekkir ve dava adamı olan Mevdûdî, fikirleri itibarı ile sadece mensubu olduğu coğrafya ve fikri hareketle sınırlı kalmamış, İslam dünyasında oluşum aşamasındaki birçok İslami harekete etki etmiştir.
Biz Mevdûdî’nin tamamen hatasız olduğunu iddia etmiyoruz. Ancak kendisinden istifade edilmesi gereken değerli bir ilim ve fikir adamı olduğuna, çağdaş İslâmi harekete hem düşüncesiyle hem de yaşantısıyla büyük bir katkıda bulunduğuna inanıyoruz. O, Müslüman davetçilerin önündeki karanlıkları aydınlatan bir kandildir.
Mevdûdî, ümmetin tamamen “siyasal yok oluş” sürecine girdiği zamanlarda yaşamıştır. Bu açıdan onda, İslam’ı temelden ele alarak “sıfırdan” başlama eğilimi göze çarpar. O “Dört Terim” diye ifade ettiği “ilâh-rabb- ibâdet- din” gibi İslam’ın “temel” ilkelerini yeniden ifadelendirmeye ve yorumlamaya çalışmıştır.[70]Yorumlarında dini modernize etme değil, çağın insanının anlayacağı tarzda “yeniden ifadelendirme” söz konusudur. Bunu yaparken hatalar yapmış mıdır? Muhakkak ki hatalar yapmıştır. Ancak hayatını İslam’a adayan, küçük yaşlarından itibaren sözüyle, kalemiyle, duruşu ve hareketiyle İslam’ın zaferi ve Müslümanların kurtuluşu için çırpınan, 75 yıllık hayatını İslam dinine hizmetle geçiren ve önüne çıkan tüm engeller karşısında yılmayıp yoluna devam eden bu büyük mütefekkir hakkında insaflı olmak gerekmektedir.
Evet, kabul ediyoruz ki Üstad Mevdûdî çokça eleştirilmiştir. Niye çünkü Müslümanlara ayağa kalkın, direnin dediği için. Yatmayın cihad edin dediği için… Bakın üstad Mevdûdînin feryadına: “Bazıları Müslümanların yaptıkları geniş zaferleri sömürgecilikle karıştırırlar. Ancak İslam zaferleri ile sömürge imparatorlukları çok çok farklı şeylerdir. Müslümanlar büyük ülkeler fethettiler, ancak kesinlikle sömürgecilik yapmadılar. İşte kılıktan kılığa sokmak, gerçek yönünü inkâr etmek için imansızların sürekli saptırmaya çalıştırdıkları “Allah yolunda cihad” ülküsünün gerçek yönü.
Şimdi şöyle düşünebilirsiniz; “Nerede o güzel güzel sözünü ettiğiniz, yükümlülük ve hedeflerini anlattığınız Müslüman topluluk? Peki, nereye gömüldü asıl içeriğini açıklamaya çalıştığınız cihad ülküsü? Altı yüz milyon Müslüman topluluğundan hangi birisi o ilâhi sisteme sarılıyor? Neden bütün bu topluluklar ve ezeli ve ebedi hakikatlere sırtını dönmüş?” Evet, bütün bu soruların cevabı çok çok acı ve derindir. Her şeyden önce suç bizim değil, bizim neslimizden önceki nesillerin… Evet, suç, İslâm’ı doğru yolundan çıkarıp hedefini saptırıp kalbinden vuran, onu yalnız tesbih tıkırtılarından, tevhid sohbetlerinden, riyazet hallerinden ibaretmiş gibi gören ve gösterenlerindir. Suç, Müslümanları, batıl ve hurafelere bulandırıp cihadın zorluklarından (!) kurtarıp kendilerine göre kolay kurtuluş yolunu (!) gösteren, onları kabirlere, zaviyelere, tekkelere dolduran ve güya ebedi huzuru oralardan bekleyenlerindir. Sorumluluk ve suç, İslam’ın evrensel ve ebedi kurallarından uzaklaşıp ince ve derin fıkhî meseleler üzerinde uğraşan, fıkıh havzalarında yüzüp neden yaratıldıklarını, bu dünyaya geliş gayelerini unutanlarındır. Suç, İslam’ı gerçek gayesinden saptırıp ulvi kurallarını unutulmaya mahkûm müzelere gömenlerindir.
Bugün İslam’ın hâkimiyetinin neden azaldığını, Müslümanların etkinliğinin neden silindiğini öğrenmek isteyenler; Allah’a ve Rasûlüne inandığını (!) iddia eden hükümdarlara, krallara ve başkanlara bir göz atsınlar. Üzülerek ve utanarak söylüyorum ki, böylelerinin bir kısmı İslam’ı öcü gibi görüp yanlarına yaklaştırmak istemediği gibi, bir kısmı da İslam’ın mübarek kitabına, peygamberin getirdiği ilâhî düzene mevlüt törenleri tertiplemekten, akrabalarının ruhlarını şad etmek (!) için hatim törenleri düzenlemekten fazla bir hak tanımamaktadır.
Eğer biraz daha dindar bölgelerde yetişmişlerse, şairlerin kendilerine yağ çekmek için yazdıkları yalanla dolu övgüler gibi İslam’ı güya övücü içerikte hitabeler ortaya koymaktan geri durmazlar. Ancak “Alın işte Kur’an, ne duruyorsunuz uygulayalım derseniz her birisi kaçacak bir köşe arar.” Öyle ki Allah Kur’an’ın uygulamalarını onlara sanki hiç emretmemiş. Onlar Allah’ın mümin kullarına yüklediği yükümlülüğü yerine getirecek keyfiyette değildirler. Onlar İslam’ın emrettiği görevleri uygulayacak güçte değildirler. Onlar rahat konumlarına ve tatlı hayatlarına (!) devam etmekte, kolay kurtuluş yollarını seçmektedirler.[71]
Bir eleştiri olarak “Humeyni İran’da devrim yapmayı başardı. Sen neden Pakistan’da devrim yapmayı başaramadın?” sorusuna nazik bir edayla “Ben Allah’ın indinde gündelik bir işçiyim. İşimin karşılığını da gündelik olarak yetirmem gereken işleri yapmak, karşılığında da malum karşılığını almak. Binanın inşasına, şeklinin nasıl olacağına, ne zaman tamamlanacağına karışmak benim üzerime vazifem değil. Ya da tamamlanacak mı tamamlanmayacak mı karışmam. O benden nerede, nasıl ve ne zaman çalışmamı isterse öyle ihlâsla görevimi yerine getiririm. Yoksa işin sonunun nereye varacağı benim görevim olmadığı gibi, beni ilgilendirmez de. Bu, davet sahibinin işidir, işçinin değil.”[72]cevabını veren Üstad Mevdûdî’yi rahmetle anıyoruz.
DİPNOTLAR
[1] Zaferullah Daudî, Şah Veliyyullah Dihlevî’den Günümüze Pakistan ve Hindistan’da Hadis Çalışmaları, s. 257, İnsan Yayınları, İstanbul-1995
[2] Turan Kışlakçı, Mevdûdî, s. 25, İlke Yayınları, İstanbul
[3] Mevdûdî, İslâm İnkılâbının Süreci, s. 4, Özgün Yay., İstanbul, 1997
[4] Abdulhamit Birışık , Mevdûdî, Hayatı, Görüşleri ve Eserleri, s. 24, İnsan Yay., 1. bs., İstanbul, 2007
[5] Necip Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları, s.153, Büyük Doğu Yayınları, 4. Basım, Mart 1990
[6] Ahmet Cevdet Paşa, Faideli Bilgiler s.304, Hakikat Yayınları, İstanbul, 2001, 27. bs
Allah’tan hiç korkmadan ve hiçbir delile dayanmadan Mevdûdî hakkında İngiliz casusu ve mason diyen Türkiye Gazetesi grubunun öncüleri –ki liderleri Müteveffa Hüseyin Hilmi Işıktır– kendi kanaatlerini Merhum Ahmet Cevdet Paşa’ya söylettirmişlerdir. Şöyle ki; İsterseniz ilk önce, nakil yaptığımız bu Faideli Bilgiler kitabını tanıyalım. Bu kitabı 1825’te doğmuş, 70 sene yaşamış ve 1895’te yani Mevdûdî’nin doğumundan 8 yıl önce vefat etmiş olan Ahmet Cevdet Paşa yazmıştır. 12 ciltlik Osmanlı Tarihi “Târihi Cevdet Paşa”yı yazmıştır. Bu Faideli Bilgiler ise O’nun yazmış olduğu 19 sayfalık bir risaledir. Fakat gel gör ki basımını Hakikat Yayınevi yapınca birde işin içine İhlas (!) girince 19 sayfalık risale 448 sayfalık bir kitap oluvermiştir. Acaba Ahmet Cevdet Paşa bir keramet gösterip kendisinden 8 yıl sonra doğacak bir mezhepsiz, sapık ve (bazılarına göre) kâfir(!) Mevdûdî’yi deşifre mi etti? Hatta o mason olmasa da mânâ âleminde İskoç masonu olduğunu mu söyledi? Gilles Kepel, Khan Kagaya, Oliver Roy, Bernard Lewis, Kenneth Cragg ve J.L.Esposito gibi Dünyadaki İslâmi hareketleri inceleyen batılı ilim adamlarınca ‘Siyasal ve radikal İslamcılığın babası’, ‘Batı medeniyetinin düşmanı’ olarak yaftalanan Mevdûdî gibi birisi hakkında İngiliz casusu, İskoç masonu demeleri, bu iddiada bulunanların aynı zamanda dünyadan da habersiz bulunduklarını göstermektedir.
[7] Sempozyuma Mevdûdî’nin yanında yetişmiş Prof. Dr. Ahmed Enis, Doç. Dr. Abdulhamit Birışık, M. Beşir Eryarsoy, Doç. Dr. Durmuş Bulgur ve Ali Kaçar olmak üzere pek çok âlim, araştırmacı ve akademisyen tebliğleriyle katkıda bulunmuşlardır.
[8] Ömer Faruk Korkmaz, ‘Mevdûdî Ehl-i Sünnet midir?’, Lalegül Dergisi, Ocak 2018, s.32-37.
Ömer Faruk Korkmaz, kamuoyunda ‘Mahmut Efendi’ diye bilinen Mahmut Ustaosmanoğlu’nun müridi olan bir kişidir. Mevdûdî’ye karşı karalama yapma konusunda emrini de şeyhinden almıştır. Zira şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu bir sohbetinde: “Seyyid Kutub’un, Mevdûdî’nin kitaplarını okuyup rabıtayı inkâr ediyorlar. Ben bu hainlere kızıyorum. Niçin anlamadığın şeyi yazıyorsun da, milleti bu gerçek yoldan engelliyorsun? Niçin tarikatın aleyhine konuşuyorsun? Bu adamlar dini yıkmak için geldi. Okuyanlardan razı değilim. Ruhul Beyan, Alusi tefsiri okuyun. Kudsiyyeden bir beyt okuyun ondan daha iyi. O kitapları okumak (Mevdûdî ve Seyyid Kutub’un kitaplarını okumak) piyes yapmak, ilâhi söylemek yasak. Ben Rabbimin razı olmadığını demem. Eğer siz Rabbimi dinlemiyorsanız, ne yaparsanız yapın.”(Muhammed Eren, Allah Dostlarından inciler, s. 143, Yasin Yayınları, İstanbul) diyebilmiştir.
Ömer Faruk korkmaz, Mevdûdî’yi karalayacağı yerde müntesibi olduğu tarikatın sapkın düşüncelerini ve şeyhinin akıl fikir ermeyen fikirlerini eleştirse ya. Bakın şeyhinin incileri(!): “Namaz kıldık diyoruz ama asıl namazın hakikatini Mevla Teala kılıyor. Dünyada en iyi namaz kılan insanın namazı, Mevla Teala’nın kıldığı namazın sureti oluyor. Mevla Teala gibi kim kılabilir? Asıl kendisine layık olan namazı kendisi kılıyor. Mevla Teala hakkıyla kılıyor.. Demek ki Zat-ı Pak-i Sübhaniye hem Abid hem Ma’bud; hem zakir hem mezkur. Yani hem ibâdet ediyor hem ibâdet olunuyor; hem zikrediyor hem zikrolunuyor.”( Mahmud Ustaosmanoğlu, Sohbetler, c: 6, s: 199. Ahıska Yayınevi)
Allah inancı bozuk olan Yahudi ve Hıristiyanlarda bile böylesine sapkın bir inanış yoktur. Aklı-mantığı olan, Tevhid inancını zerre kadar bilen birisi böyle bir şey söyleyemez, söylememeli…
[9] Hamira Mevdûdî, Babam Mevdûdî, s.13-14, Mana Yayınları, İstanbul-2011
[10] Hamira Mevdûdî, Babam Mevdûdî, s.12-13
[11] Hamira Mevdûdî, Babam Mevdûdî, s.14-15
[12] Hamira Mevdûdî, Babam Mevdûdî, s.16
[13] Abdullah Sabit Tuna / Sempozyum: Cenaze Namazı Üç Kıtada Kılınan Âlim: Mevdûdî, Genç Birikim Dergisi, Temmuz-2009
[14] l Ağustos 1951’de Delhi’deki “Cemiyet-i Ulema’nın yazıhanesinde içlerinde Deyubent’te Dâru’1-ulûm hocalarının reisi Seyyid Hüseyin Ahmed el-Medenî, Hindistan Başmüftüsü Muhammed Kifayetullah Dihlevî, Deyubent Dâru’1-ulûm Müdürü Muhammed Tayyip ed-Deyubendî, Mazahiru’1-ulûm Müdürü Abdüllâtif, Muhammed Zekeriyâ el-Kandolovî es-Sıddıkî, Cemiyet-i Ulema sekreteri Ahmed Saîd, Mazahiru’l-ulum Müftüsü Saîd Ahmed başta olmak üzere geneli tarikat ehli âlimler.
[15] (Kendi sitelerinin haberi) “Mahmud Efendi Hicri 15.Asrın Müceddidi Olarak İlan Edildi. Hindistan-Hayderabad Al Mahad Ul Aaali Ali İslami Üniversitesi ve Marifet Derneği tarafından İstanbul WOW otelde düzenlenen ve 2 gün süren Uluslararası İnsanlığa Hizmet Sempozyumu, Mahmut Ustaosmanoğlu Efendi Hazretlerine “İslam’a Üstün Hizmet Ödülü” verilmesi ile sona erdi. 42 ülkeden ve tamamı Ehl-i Sünnet olan 350 âlim ve 6 bin kişinin iştirakiyle gerçekleştirilen sempozyum büyük ilgi gördü.”
Bir kere âlim oldukları iddia edilen 350 kişilik listenin içindeki pek çok kimsenin ulemâ sınıfından olmadığı görülmekte. Pakistan milletvekili, bilmem nerenin vali ya da belediye reisi bu müceddid (!) seçen özel grubun içindeler. Bu toplantıda, hakkında pek çok soruşturma yapılmış ve nihayet hapis cezası almış adı tokatlayıcıya çıkmış Jet Fadıl Akgündüz, en ön saflardadır. Zira sempozyumun ana sponsorlarından biri, Akgündüz’ün son projesi Caprice Gold Otel’di. Yaklaşık 1 saat boyunca sinevizyon ekranlarında İstanbul Bayrampaşa’daki olacağı söylenen ve henüz yapımına başlanmayan Caprice Gold’un tanıtımı yapıldı. Konuşmaların çoğunlukla Arapça yapıldığı törende katılımcılara Caprice Gold’u tanıtan Arapça broşürler dağıtıldı. Ve kendini Müceddid ilan ettiren Mahmud Ustaosmanoğlu, bu şahsın bu tiyatroyu organize etmesine, finanse etmesine ve bu arada yeni yaptığı otelini pazarlamasına müsaade etmiştir daha da doğrusu haberi bile olmamıştır.
[16] Biz ‘hastalığından dolayı uzun yıllardır konuşamayan’ diyerek asla o yaşlı zat ile alay etmiyoruz. Bu bir Müslüman’a yakışmaz da. Sadece durum tespitinde bulunuyoruz. Her ne kadar o şeyh’in müridi hocalar, bunu yapsalar da. Nitekim İsmail Hünerlice adlı hocaları, 20. Asrın büyük muhaddislerinden Nâsıruddîn Elbânî hakkında ‘yüzü domuza benziyor’ karalamasında bulunmuştur.
[17] Yanlış anlaşılmasın, biz burada ‘müceddid’ kavramını inkâr ediyor değiliz. Sadece Mahmut Ustaosmanoğlu’nun müceddid olamayacağı görüşündeyiz. Sözlükte “yenilemek, yeni bir yol açmak” anlamındaki tecdîd, bir işi ya da bir şeyi ciddiyetle ve bir yöntemle yeniden ve aslına uygun biçimde yenileme faaliyetini ifade eder. Tecdidi gerçekleştiren kimseye müceddid denir. İhyâ kelimesi benzer anlamda kullanılmakla birlikte tecdid kadar yaygınlık kazanmamıştır. Tecdid, hem ilgili olduğu rivayetler hem terimin muhtevasının tayininde tutulan yol bakımından İslâm toplumunda ilmin ve ulemânın konumunu dile getiren önemli bir terimdir ve zaman içerisinde ortaya sorunların çıkacağını, bu sorunların tecdid sürecinde ehil kimseler tarafından çözülebileceğini ifade etmektedir. Bir hadiste, “Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinlerinde yenileme yapacak (yüceddidü) birini gönderir” denilmiş (Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 1), bu hadis hem klasik hem çağdaş âlimler tarafından tekrar edilmiştir. Tecdid kelimesinin bugünkü anlamını kazanmasında bu hadisin tayin edici bir rolü olmuştur. Konumuz olan Mevdûdî de tecdidi “İslâm’ı Câhiliye’nin kirlerinden temizlemek” diye tanımlar (İslâm’da İhya Hareketleri, s. 19, 52). Bu açıdan bakıldığında biz Mevdûdî, Seyyid Kutub ve Abdullah Azzam’ın bu çağın müceddidlerinden olduğuna inanıyoruz.
[18] Mevdûdî, Kur’an-ı Kerim’de Dört Terim, s. 2-4, Kahraman Yayınları, İstanbul, 1999
[19] Sıdkı Cedid, 21 January 1946 http://cancenk.blogspot.com/2009/01/Mevdûdî-hakknda.html
[20] İsmail Çetin, http://www.milligorusforum.biz/din/36970-gelin-musluman-olalim-4.html
[21]Hâriciler, Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasında yaşanan Sıffin Savaşı’nda ortaya çıkmışlardır. Hz. Muâviye savaşı kaybedeceğini anladığında hakeme gitmeyi önermiştir. Hz. Ali savaşmaya devam etmekten yana olsa da, ordusundan bir grup hakeme gitmeyi uygun görmüştü. Bunun üzerine Hz. Ali de hakeme gitmeye karar vermişti. Hakem olayı, Hz. Ali’nin azli ve Hz. Muâviye’nin yerinde kalması ile sonuçlandıktan sonra, Hz. Ali’nin ordusundan onu hakeme gitmeye zorlayan grup Hz. Ali’ye ‘hakeme gittiği için’ büyük bir günah ve suç işlediğini öne sürdüler ve Hz. Ali’nin tevbe etmesini talep ettiler; zira Hz. Ali’nin hakeme giderek küfür işlediğini (dinden çıktığını) iddia ediyorlardı. Kendilerinin de aynı şekilde (hakeme gitme önerileri nedeniyle) küfre girdiklerini, fakat tevbe ettiklerini (ve mü’min kaldıklarını) söylüyorlardı. Hareket bazı Bedevî Arapların da katılımı ile güçlenmişi. Hz.Ali ile hakem konusu yüzünden araları iyice açıldı ve sonunda olay Nehrevan Savaşı’na kadar uzandı. Savaşı kaybeden Hâricîler, Hz. Ali’yi öldürmeye karar verdi, Hz. Ali Kûfe’de Hâricîler tarafından öldürüldü. Daha sonra, Emevi idaresi döneminde de çeşitli katılımlarla güçlendiler ve Emevi otoritesine karşı ciddi bir oluşum oldular. Siyâsi ve tarihi önemlerinin yanı sıra, inanç esasları ile ilgili olarak dönemin diğer görüş ve ekollerinden ayrıldılar, yeni fikirler ortaya atarak farklı ilke, kural ve görüşler bütünü (mezheb) oluşturdular.
[22] Mevdûdî, Hitabeler, Müellifin önsözü, Hilal Yayınları, İstanbul-1980
[23] Mevdûdî, Meseleler Ve Çözümleri–2, s. 251, Risale Yayınları, İst–1999
[24] Mevdûdî, Fetvalar, Nehir Yay, c. 2, s. 125-129
[25] Mevdûdî, Fetvalar, c.1, s. 51
[26] Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an, c.4, s. 17, İnsan Yayınları, İstanbul
[27] Mevdûdî, Fetvalar, c.1, 51.
[28] Abdulhamit Birışık, Mevdûdî’nin Hayatı, Görüşleri ve Eserleri, 70
[29] Abdulhamit Birışık, Mevdûdî’nin Hayatı, Görüşleri ve Eserleri, s. 154
[30] Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, c.1, s. 55; Abdulhamit Birışık,
Mevdûdî’nin Hayatı, Görüşleri ve Eserleri, s. 142
[31] Mevdûdî, Kur’an-ı Kerim’de Dört Terim, s. 62
[32] Mevdûdî, 1942 yılında başladığı ‘Tefhîmu’l Kur’an’ adını verdiği Kur’ân-ı Kerîm tefsirini 1972’de tamamlamış ve tefsirine yaklaşık 30 yılını harcamıştır. Başlangıçta Mevdûdî’nin hedefi, bir tefsir yazmak değildi. Bu sebepten ilk ciltlerindeki açıklamalar kısa tutulmuştur. Zaman ilerledikçe bu notlar daha geniş olarak hazırlanmıştır. Mevdûdî ayrıca, bu tefsir çalışmasını sağlam bir temele oturtmak gayesiyle iki arkadaşını da yanına alarak Kur’ân’da geçen mekânları ve peygamberlerin yaşadığı yerleri görmek için üç aylık bir seyahate Hicaz, Arabistan, Mısır bölgesine gitmiştir. Mevdûdî, tefsirini Urduca diliyle yazmıştır. İslam Dünyası’nda büyük ilgi gören tefsir, kısa zamanda İngilizce, Arapça, Bengalce, Peştuca ve Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
[33] Mevdûdî, Tefhîmu’l Kur’an, c.7, s. 290
[34] Mevdûdî, Tefhîmu’l Kur’an, c. 5, s. 406
[35] Mevdûdî, Tefhîmu’l Kur’an,c. 5, s. 406
[36] Necip Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları, s.124 ve devamı.
[37] Sünnet kî Â’inî Haysiyet (Lahor 1963). Mevdûdî’nin Tercümânü’l-Kur’ân’da Dr. Abdülvedûd adlı bir şahısla sünnet ve hadis inkârcılığı konusunda yaptığı tartışmaların kitap haline getirilmiş şeklidir. N. Ahmed Asrar tarafından Sünnetin Anayasal Niteliği (İstanbul 1997), Durmuş Bulgur ve Halid Zaferullah Daudi tarafından Sünnetin Anayasal Konumu (Konya 1997) başlığıyla Türkçeye tercüme edilmiştir.
[38]Yavuz Köktaş, Mevdûdî’nin Hadisle İlgili Görüşleri ve Hadis Tahlilleri Üzerine-2” SAÜİFD 9, 145-169 (2004)
[39] Mevdûdî, Meseleler Ve Çözümleri–2, s. 153
[40] Azîz Ahmed, Hindistan ve Pakistan’da Modernizm ve İslâm, İstanbul 1990, s. 261-262
[41] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c.3,s.129, Müessesetü Kurtuba, Mısır ts.; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, c.3, s.467, Beyrut 1411/1991
[42] Mevdûdî, Hilafet ve Saltanat, s. 358-360, Hilal Yayınları, İstanbul, 2003
[43] Mevdûdî, Hilafet ve Saltanat, s. 358-360
[44] Abdulhamit Birışık, Mevdûdî Hayatı, Görüşleri ve Eserleri, s. 68-69
[45] Deccâl, yeryüzünde inkârcılığı yaymaya çalışan, kutsal değerlerle savaşan, şer işleri yürüten kişi ve onların yürüttükleri çalışmalardır. Bu çalışmaların her devirde değişik temsilcileri olmuştur. Deccal, olağanüstü bir kişilik olmaktan çok, her devirde şer olan şeyleri temsil eden bir tiptir. Böyle bir tipin olması hem akıl yönünden mümkündür, hem de Müslümanlar için bir imtihan sebebidir. Mü’minler, kendilerini şerre çağıran, İslâm dışı şeyleri İslâmî kılıfla sunmaya çalışan bozguncu kimseleri tanımak ve onların kurduğu düzenlere karşı uyanık olmak zorundadırlar. Deccâl tipli kişi ve kuruluşların sunacağı su ve ateşe dikkat etmek gerekir. Zaten mü’minler deccâlı ve onun zararlı faaliyetlerini iman ferâsetiyle bilirler, deccâl tiplileri iyi tanırlar ve onlarla mücadele ederler.
Türkiye’de yakın tarihte ve günümüzde İslâmî değerlere karşı mücadele veren, İslâmî hükümleri yürürlükten kaldırmış güç ve iktidar sahiplerine halkın ‘Deccâl’ demesi oldukça anlamlıdır. Şurası bir gerçektir ki, tarih boyunca ve günümüzde Hakka karşı çıkanlar olmuştur ve olacaktır. Hakka karşı çıkanlar da her zaman fesadı yayan, şer işleri artıran, zulme sebep olan tiplerdir.
[46] Bütün akâid kitaplarında ‘deccâl’in çıkmasının hak olduğu yer almakta, bu konudaki rivâyetler bir yekûn tutmaktadır. Hafız İbni Kesir, Deccâl’le ilgili olan 185 rivâyeti el-Bidâye ve’n Nihâye isimli eserinde bir araya toplamıştır. Eşref b. Abdulmaksûd da bu rivâyetleri el-Mesihu’d Deccâl adıyla Mısır’da ayrı bir kitap olarak yayınlamıştır. Geniş bilgi için bak: Said Havva, Hadislerle İslâm Akaidi, 9/345-415, Aksa Yayıncılık, İstanbul.
[47] Mevdûdî, Meseleler, c.1, s. 37-39.’den naklen Yavuz Köktaş, Mevdûdî’nin Hadisle İlgili Görüşleri ve Hadis Tahlilleri Üzerine-2, s. 145-146
[48] Duânın tam metnini nakledelim: Ebu Hureyre radıyallâhu anhtan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah’ım, cehennem azabından ve kabir azabından, hayat ve ölüm fitnesinden, kör deccalin fitnesine uğramaktan sana sığınırım.”( Buhârî, Cenâiz, 88; Müslim, Mesâcid, 128-134)
[49] Mevdûdî, Fetvalar, c.1, s. 158; Abdulhamit Birışık, Mevdûdî Hayatı, Görüşleri ve Eserleri, s. 167
[50] Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an, c.4, s. 488-489; Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz.
Peygamberin Hayatı, c.1, s. 184.
[51] Mevdûdî, Tefhimu’l Kur’an, c.3, s. 327-328
[52] Mevdûdî, Tefhimu’l Kur’an, c.5, s. 44-46
[53] Durmuş Bulgur, “Pakistan’da Mevdûdî Eleştirisi”, Mevdûdî: Doğumunun 100. Yılı Anısına Sempozyum, s. 156-157
[54] Mevdûdî, Tefhimu’l Kur’an, c.1, s. 44-46
[55] Hz. İbrâhim’in ay, güneş ve yıldızları görüp önce, “Bunlar benim rabbimdir” demesi, daha sonra da batıp giden şeylerin rab olamayacağını belirtmesi, İslâmî kaynaklarda onun henüz küçük yaşta iken dinî bir endişe taşıdığı şeklinde yorumlanmaktadır. Ancak bu olaydan, İbrâhim’in kısa bir süre için bile olsa gök cisimlerini gerçekten tanrı zannettiği şeklinde bir sonuç çıkarılmamalı, bu husus, sadece kavminin dinî telakkilerinin anlamsızlığını vurgulamak için başvurduğu bir tartışma yöntemi ve muhakeme tarzı olarak kabul edilmelidir. Zira ay battığında söylediği, “Rabbim bana doğru yolu göstermezse …” sözü, güneş batınca da, “Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım” demesi, hadisenin kavmine tevhid inancını tebliği esnasında vuku bulduğunu göstermektedir. Ayrıca o âyetlerin öncesindeki 74. âyette, onun, putlara tapan babası ve kavmini sapıklıkla suçlamasından da anlaşılıyor ki o, önceden beri, putlara tapınmayan, onları Allah’a ortak koşmayan tevhid inancı üzeredir. Hz. İbrahim’in, kendi toplumunun, özellikle güneş, ay ve yıldızlar gibi çeşitli gök cisimlerini ve onların daha çok yeryüzündeki sembolleri olarak görülen putları “rab” edinmelerinin batıl, yani hiçbir gerçekliği, aslı esası olmayan içi boş temelsiz inanç olduğunu göstermek amacıyla böyle bir anlatım yolunu seçtiği anlaşılmaktadır. Geniş bilgi için bak: Muammer Esen, Hz. İbrahim’in İmanı ve Tevhid Mücadelesi, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 52:2(20ll), s. 118-119
[56] Mevdûdî, Modern Çağda İslami Meseleler, s.123-125, Tekin Yayınevi, Konya,1993
[57] Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an, c.1, s. 263, 430.
[58] Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an, c.1, s. 429-430
[59] Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an, c.1, s. 262-263
[60] Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an, c.1, s. 262-263
[61] Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an, c.1, s. 429-430.
[62] Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an, c.1, s. 429-430; Birışık, Mevdûdî Hayatı, Görüşleri ve Eserleri, s. 159-161.
[63] Mevdûdî, Tefhimu’l- Kur’an, c. 4, s. 488
[64] Mevdûdî, Kadıyanilik Nedir, s. 210-216, İhya Yayınevi, İstanbul, 1975
[65] 17 Mayıs 2020, saat: 03.55
[66] Bülent Keneş, Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünden mezunu. Gazeteci-yazar olarak mesleğini ise sırasıyla Turkish Daily News Yayın Koordinatörü, Anadolu Ajansı New York Büro Şefi, Bugün Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, İngilizce yayınlanan Today’s Zaman Gazetesi (kurucu) Genel Yayın Yönetmeni olarak sürdürdü. Fetullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında, kapatılan Today’s Zaman gazetesinin eski Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş hakkında 18 Ekim 2016 tarihinde ”Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs” suçundan yakalama kararı çıkarıldı. Şu anda firaridir.
[67] Today’s Zaman, 25 Ocak 2014 Cumartesi
[68] Bülent Keneş’in yazıyı kaleme aldığı tarihte Fethullah Gülen haininin öncülüğünü yaptığı ‘Cia-mat’ topluluğunun gözdesiydi. Elhamdulillâh Fethullah Gülen ismini duyduğumuz andan itibaren bu hareketin ‘Kökü dışarıda’ olduğuna kanaat getirdik ve uzak durduk. Ama yazar Ömer Faruk Korkmaz’ın hocası Cübbeli o zamanlar şöyle diyordu: “Fetullah hocaefendi Türkiye’de bulunduğu esnada bir sohbetinde ilk 11 yaşında görüştüm. Ondan sonra sohbetlerinden televizyonlardan kasetlerinden dinlediğim oldu. Ehl-i Sünnet bir âlim olarak biliyorum. Fetullah hocaefendinin hocası Hacı Salih Efendi idi… Büyük veli idi. Kutuplardan bir zat idi. Keramet sahibi idi… Fetullah Gülen’e çok değer verir dua ederdi. Biz o zattan duyarak Fetullah Gülen Hocaefendinin çok iyi bir Ehl-i Sünnet âlim olduğunu duyarız. İçli bir insan, hisli bir insan, duygusal bir insan. Ben onu Allah adamı olarak biliyorum. Dünya ile alası olmayan bir insan. Hocaefendinin aleyhine hiç beyanımız olmamıştır. Ehl-i Sünnet ulemâsı olduğu için bir de kendisi medreseden gelmedir. Bizim bildiğimiz usullerde aynı metinleri okumuş. Aynı itikada sahip olduğumuz bir hocamızdır.”(https://www.youtube.com/watch?v=RQeZFz8Zy90)
[69] Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar-2, s.99-102, (3. Baskı). İstanbul: Kaynak Yayınları
[70] Mevdûdî’nin bu husustaki en büyük muhibbanlarından birisi Seyyid Kutub’tur. Kutub’un Yoldaki İşaretler’ini Mekke-i Mükerreme’de sadece bir gecede okuyup bitiren Mevdûdî şöyle demiştir: “Bu kitapta yazılan bütün görüşlere katılıyorum. Hatta sanki kitabı ben yazmış gibiyim. Benim düşüncelerimi yorumlamış. Ama bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü düşüncelerimizin kaynağı bir. Allah’ın Kitabı ve Rasulullah (s.a.v)”
[71] Mevdûdî, Cihad, s. 40-41, Dünya Yayıncılık
[72] http://www.timeturk.com/tr/makale/mehmet-a-tepe/bir-baba-iki-anne-ve-bir-evlat-babam-Mevdûdî-ii.html

Yazar : imamoglumehmet
Yazar Hakkında : Ankara 1973 doğumluyum. Mamak İmam-Hatip Lisesinden 1991’de mezun oldum. 1996’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden İyi dereceyle mezun oldum. 1996’da Artvin’de öğretmenliğe başladım. Hâlen Ankara Keçiören Anadolu İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmenliği yapmaktayım.
Sitemizde En Çok Okunan İçerikler




Sitemizde En Çok Yorumlanan İçerikler




Videolar
'Mü'minûn Sûresinden Âhiret Sahneleri' Sohbeti
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (1)
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (2)
Âl-i İmrân Sûresi 190-195. âyetin tefsiri
Düğün Sohbeti
Suriye ve Mısır'daki Kardeşlerimiz İçin Dua
Ahir Zaman Müslümanına Notlar
Arşiv
Etiketler
Tavsiye Siteler
İmam Buhari Vakfı
İyiliğe Çağrı Yardım Derneği