Şehâdetinin 56. Yılında Büyük Dâvâ Adamı: Şehid  Seyyid Kutub

18.08.2022 tarihinde Yazılarım kategorisine eklenmiş, Kişi Okumuş ve 0 Yorum Yapılmış.

  SEYYİD

    TAKDİM

“Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sadık kaldılar. Onlardan kimi (Allah yolunda şehid edilmek suretiyle) adağını yerine getirdi, kimi de (şehid olmayı) beklemektedir. (Ahidlerinde) hiçbir değişiklik yapmamışlardır” (Ahzab, 33/23)

Rahmetli Seyyid Kutub’un 29 Ağustos 1966 yılında Mısır’daki Abdunnasır Rejimi tarafından şehid edilmesinden bu yana 56 yıl geçti. Kuran’la tanışmamızın rehberlerinden Seyyid Kutub, şehadetinin üzerinden geçen elli beş yıla rağmen, Müslümanların referans aldığı eserleriyle ölümsüzleşti.

Bazı insanlar vardır ki hayatlarında bir nesle öncülük ettikleri gibi ölümleriyle de bir neslin dirilişine vesile olurlar. Düşman onları öldürmekle bir ayak bağını çözdüğünü zanneder ama kendini bir çıkmaz sokağa attığını görür. Düşünceleriyle ve kararlılığıyla yetişen nesle örnek olan Seyyid Kutub, bu gibilere bir örnektir. Kendini feda etti ama yetişen nesillere iman ve davada kararlılığı öğretti. Küfür ve fısk çamurunun her tarafı kuşattığı ortamda ondan etkilenen, onu örnek alan gençler imanî dirilişe kavuştular. Böylece bir ölüm milyonlarca dirilişe vesile oldu.

İslam’a inanan toplumların, siyasal, toplumsal, kültürel tüm alanlarda içerisine düştüğü cahiliyyeden, ancak yeniden Kuran’a dönmekle kurtulabileceğini belirten ve Kur’an neslinin yeniden inşası ameliyesinin, ümmetin ihyası için öncelikli şart olduğuna vurgu yapan Seyyid Kutub’la ilgili birçok çalışma yapıldığını biliyoruz.[1] İrfan Vakfı’nın 1996’da düzenlediği ‘Şehadetinin 30. yılında Seyyid Kutub Sempozyumu’ ve Medeniyet Derneği’nin 2006’da düzenlediği ‘Şehadetinin 40. Yılında Seyyid Kutub Sempozyumu’ şehid Seyyid Kutub’u farklı yönleriyle tanımamıza yardımcı oldu.

Bütün bu tanıtım çabalarına rağmen Seyyid Kutub’un ülkemizde yeterince tanınmadığı-özellikle yeni nesil bakımından- bir vakıadır. Özellikle onyedi yılı aşkındır iktidarda olan Ak Parti’nin gayretleriyle İslamcıların referans çerçevesi değişti. Mevdudi, Seyyid Kutub, Said Havva’nın yerini; Yahya Kemal, Peyami Safa, A. Hamdi, Ziya Gökalp aldı. Gençler dünyaya Müslüman âlimlerin değil, sağcı muhafazakârların perspektifinden bakar oldular. Bir de buna muhafazakâr gözüken bazı Müslüman çevrelerin bilerek veya bilmeyerek yaptıkları Seyyid Kutub düşmanlığı eklenince ( özellikle son dönemde internette olan yakışıksız iddialar) âcizane bu yazıyı kaleme almak mecburiyetinde kaldık.

İslami değerlere topyekûn savaşın devam ettiği bir dönemde, yaşamını İslami değerlerin savunulmasına ve daha iyi anlaşılmasına adamış olan Şehid Seyyid Kutub’u anmak, onun uğrunda canını feda ettiği değerleri sahiplenmek açısından önem taşımaktadır. Toplumumuzun, yaşadığımız bu malum süreçte, çağdaş firavunlara karşı hakkı söylemekten ve savunmaktan bir an için bile geri kalmayan Şehid Seyyid Kutub’a ve onun gibi mücahid önderlere olan ihtiyacı ve hasreti gün geçtikçe artmaktadır.

Onu anmak, tanımak, tanıtmak ve Onun büyük bir özlemle oluşmasını istediği Kur’an neslinin yetişmesi için mücadele etmek, islami anlayışımızın üzerimize yüklediği bir görevdir.[2] Çağın firavunlaşan sistemlerine karşı mücadelesini yılmadan sonuna kadar götüren ve kaleminin susturulduğu yerde mücadelesine kanıyla imza atan, bir şehidin fikirlerini, mücadelesini ve duruşunu ana hatlarıyla ile ele almaya çalıştık. Bir mücadele adamının hayatını hiç şüphe yok ki böyle bir yazı dizisine sığdırmak imkânsızdır.

Takdimimizi sonlandırırken şu hususu söylemeden geçemeyeceğiz: Şehid Seyyid Kutub, gerek hayatında ve gerekse vefatından sonra selef akidesinden çıkmaktan, mutezili olmakla suçlamaya, aklı dışlamadan sahabeye hakarete, vahdet-i vücuttan tekfirciliğe, hatta dalalet ve küfre varacak kadar çok değişik suçlamalarla karşı karşıya kalmış bir İslam mütefekkiridir.

Hayatlarının son dönemlerinde meyve vermeye başladıktan sonra, egemen zalim ve hainlerin hışmına uğrayıp bu en verimli dönemlerini zindan ve işkenceler arasında geçirirken eser vermeye çalışan Seyyid Kutub ve onun gibi âlim ve mütefekkirlerin eserlerini masa başlarında, çaylarını, kahvelerini yudumlarken kaleme al/a/madıklarını, bundan da önemlisi;  yazdıklarını tashihten geçiremediklerini, fiziki koşulların ve ömürlerinin buna kifayet göstermediğini,  nazardan ırak tutmamak adaletin bir gereği olsa gerek.

Yılları bulan bu süreçte herhangi bir insan gibi bu âlim ve aydınların da görüşlerinin mürur-i zamanla değişebileceğini, daha önce savunduğu görüşten daha farklı bir görüşe evirilebileceğini, tüm bu değişimlere rağmen eserlerini gözden geçirip en yeni ve son düşüncelerinin neler olduğunu beyan edemeyebilecekleri ihtimali her zaman mevcuttur. Hangi görüşlerinin nasih, hangilerinin de mensuh olduğu, teliflerindeki zamansal sıralama araştırılıp tespit edilmelidir. Bu itibarla, bu gibi âlim ve mütefekkirlerin eserlerinde karşılaşılabilecek eksiklikler, yanlışlıklar hususunda herhangi bir yazara gösterilebilecek müsamahadan daha fazla bir müsamaha göstermek elzemdir. [3]

     A) HAYATI:

Seyyid Kutub, 9 Ekim 1906 yılında Mısır’ın Asyut ’a bağlı Mûşâ köyünde doğdu.[4] Soyunun nereye dayandığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, anlaşıldığı kadarıyla aslen Hindistanlıdır.[5] Bazı kaynaklarda ise dedesinin aslen Suudi Arabistanlı olduğu ifade edilmektedir.[6]

Seyyid Kutub’un babası İbrahim Kutub köy halkınca sevilip sayılan, mütedeyyin ve mücadeleci bir kişi idi. Annesi de dindar ve maruf bir aileye mensup bir hanımefendiydi. Seyyid Kutub’un, Hamide, Emine ve Muhammed adında kendisinden yaşça küçük üç kardeşi vardı.[7]

Seyyid, çocukluk döneminde hafızasının kuvveti, zekâsının keskinliği ile yaramaz denebilecek kadar hareketli bir yapıya sahipti. 6 yaşına geldiğinde Maarif Vekâletine bağlı ilk mektebe başladı. Seyyid Kutub İlkokulu bitirdiği sene Kur’an-ı Kerim’i de baştan sona ezberlemişti.[8]

İlkokulu bitirdikten sonra babası Kahire’ye götürdü ve el-Ezher Üniversitesi’nin orta öğretim bölümüne kaydettirdi. Bir süre sonra kardeşi Muhammed’i de Kahire’ye ortaokula kaydettiren babaları İbrahim Kutup, daha Seyyid Kutub lisede iken vefat etmişti.

Orta ve lise tahsilini Ezher’de tamamladıktan sonra yüksek tahsil için Kahire Üniversitesi’nin Daru’l-Ulum Fakültesine girdi. 1933 yılında fakülteden birincilikle mezun oldu. Mezun olurken Eğitim ve Pedagoji bölümünden bir sertifika almıştı. Aynı yıl Mısır Maarif Vekâleti tarafından bu Fakülteye edebiyat hocası olarak atandı. Bir taraftan fakültedeki görevine devam ediyor, diğer taraftan da Mısır’ın en büyük edipleri; Taha Hüseyin, A. Mahmut el-Rafiî gibi ediplerle edebi çalışmalar yapıyordu.

Başlangıçta Kutub’un çalışmaları edebiyat ve eleştirilerden oluşuyordu. 1930’lu yılların sonunda bir edebiyatçı gözüyle Kutub, Filistin’de İngilizlerin bir Yahudi devleti kurma çabasını, Batılılaşma ve sömürgecilik ile ilişkilendirerek resmettiği ilk eserini yazdı. Kendisini edebiyata verdiği ve edebi akımları takip ettiği hayatının bu ilk dönemi kendi ifadesiyle “Cahiliye Dönemini” oluşturmaktaydı.

Şunu burada söylemeliyiz ki; Seyyid Kutub ’un Batılı değerlerden etkilenmesi, yaşam şeklinden ziyade düşünsel şekildedir. Bu yüzden, bu dönemde Batılı eserler ve değerlere büyük önem atfetse de yaşam şekli olarak hayvani güdülerin ön plana çıktığı bir hayat yaşamamıştır. Bu dönemde, içki içtiği, zina yaptığı, uyuşturucu kullandığı vb. ile ilgili bir rivayet varit değildir.[9]

ÜstadYusuf El-Azm, 1939’dan itibaren Seyyid Kutub ’un İslami hayatını üç aşamada açıklar[10]:

1- Sanatsal İslamilik: Bu dönem, Kutub ’un edebi araştırmalar için Kuran’a yöneldiği dönemdir. Bu dönem 1939’da başlar. Yazdığı bir makalede Kuran ile ilgili bu yönde çalışmaların yetersiz olduğunu, kendisinin başlattığı bu çalışmanın ise bu yolda bir işaret fişeği hükmünde olduğunu dile getirir. 1945’te Kutub, harika eseri “Kuran’da Edebi Tasvir” adlı eserini okuyucularla buluşturur. Bundan iki yıl sonra 1947’de, Kuran’daki ‘sanatsal tasvirin’ konularından sadece bir konusuyla, Kıyamet’le alakalı olanını konu edinen “Kuran’da Kıyamet Sahneleri” adlı eserini kaleme alır.

Bu dönemde sürdürme düşüncesinde olduğu en önemli projelerinden olan “Yeni Kuran Kütüphanesi”ni şu başlıklarda eser vererek tamamlama düşüncesindedir:  Tevrat ve Kuran arasında Kıssa, Kuran’da İnsani Örnekler, Kuran’da Sanatsal Sunumun Özellikleri ve Kuran’da Vicdani Mantık. Ancak bunlardan bir tanesini bile yazmaz. Bilakis bu düşüncesinden daha farklı bir düşünceye, fikirsel çalışmalara yönelir ki bu onun İslami hayatının ikinci merhalesi olur.

“Kuran’da Edebi Tasvir” adlı eserine çarpıcı bir başlıkla başlar ve der ki; ”Gerçekten Kuran’ı buldum… Bu araştırma için çalışmalarımı bitirdiğimde nefsimde Kuran’ın yeniden doğduğunu müşahede ettiğimi gördüm. Daha önce asla tanımadığım bir şekilde onu buldum” [11]

Bu aşama 1939-1947 yılları arasında yaklaşık sekiz yıllık bir süreyi kapsayan bu dönem, Kutub ’un  “Kuran’ı bulma, Kuran’ı keşfetme’ dönemi olarak nitelendirilebilir.

2-  Genel Fikri İslamilik: Kuran’ın edebi ve sanatsal boyutuyla ilgili yaptığı çalışmalar onu, Kuran’ın sosyal, siyasal, ekonomik vb. yönleriyle tanıştırır. Böylelikle ıslah edici İslami fikir âlemine girer. Bu aşama 1947’de başlar, İhvan’a intisap ettiği 1951 yılına kadar sürer.

Bu dönem ise ‘Kuran’ın Kutub Üzerindeki Tesiri’ olarak nitelendirilebilir. Seyyid Kutub 1948 yılının ikinci yarısında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından görevli olarak ABD’ye gönderildi. Orada resmi olarak eğitim sistemini araştırması isteniyordu. Fakat bir taraftan da muhalif bir duruş sergilemeye başladığı için tabiri caizse ıslah olması maksadıyla da gönderilmişti Amerika’ya. Batılı yaşam tarzının güzelliklerini(!) bizzat müşahede etmesi ve böylece muhalefeti bırakması ümit ediliyordu. Fakat beklendiği gibi olmadı ve onu Amerika’ya gönderenler, geri döndüğünde fikirleri daha da billurlaşmış bir Kutub’la karşılaştılar.

Seyyid Kutub’u İhvan’a yaklaştıran Amerika’da yaşadığı iki önemli olay vardır. Bu olaylardan biri Müslüman Kardeşler Cemiyeti’nin lideri olan Hasan el-Benna’nın şehit edilmesiydi. Amerikan kamuoyunun bu haberi memnuniyetle karşıladığını bizzat müşahede etti Kutub. Bu durum onda bir kırgınlık yarattı ve ülkesinde yaşanan gelişmelere daha farklı bir gözle bakmaya başladı. İkinci hadise, Kutub’un bir İngiliz ajanı ile arasında geçen bir diyalogdu. Söz konusu ajan, konuşmaları esnasında Kutub’a, Hasan el-Benna ve örgütü hakkında bir istihbarat belgesi göstermiş ve Müslüman Kardeşler’in, Doğu’da, Batı medeniyetine karşı durabilecek tek hareket olduğunu söylemişti.

Bu olaylar ve ülkenin çalkantılı siyasi atmosferi, geri döndüğünde Kutub’un, Müslüman Kardeşler ile temasa geçmesine neden oldu ve nihayet kırk beş yaşındayken, Salih Aşmavi vasıtasıyla İhvan’a üye oldu. Cemiyetin yayın organı olan el-Dava’da yazmaya başladı.[12]Bu olay, Kutub’un geçmiş dünyasıyla bütün irtibatlarını koparması anlamına geliyordu. Nitekim sonraları kendisi şöyle dile getirecekti bunu: “Ben 1951’de doğdum.”[13]

Bu dönemin etkisiyle bazı kitaplar kaleme alır. Onlar: İslam’da Sosyal Adalet, İslam-Kapitalizm savaşı, Dünya Barışı ve İslam, İslami Çalışmalar, Fî Zılâli’l-Kur’ân ( ilk 16 cüzü)

3)Hedefleri Olan Hareki İslamilik: ‘Hareki İslamilikten kasıt; İslam’ın, Kuran ve sünnette nasılsa o şekilde kuşatıcı, sahih bir şekilde anlaşılması, bunun özellik ve dinamiklerinin idrak edilmesi, görevinin nazara alınması ve ondaki ‘etkili bir şekilde müspet olgusal hareki’ boyuta eğilmektir. İslam’ın müspet hareki anlayışın ardından düşüncede, tasavvurda, ibadette, yaşam ve muamelatta ona bağlanmak ve yaşamaktır.

Bu hal, üçüncü aşamada en güzel şekilde tahakkuk eder. Bu merhalede orijinal hareki çalışmalar ortaya koyar. Bu merhale, cihat, davet, fikir, eğitim vb. alanlarda hayatının en verimli dönemidir. Bu merhale 1951’te Kutub’un İhvan’a intisap etmesiyle başlar ve 29.08.1966’da şehit edilmesine kadar devam eder. Bu merhale hemen herkesin öğrendiği, tanıdığı Seyyid Kutub dönemidir. Bu dönem, “Kuran’ı özümseyerek yaşayan Seyyid Kutub” dönemi olarak nitelendirilebilir.

Bu dönemde kaleme aldığı başlıca eserleri: Gözden geçirilmiş bir şekilde Fî Zılâli’l-Kur’ân’ın tümü,  Bu Din, Gelecek Bu Dinindir,  İslam ve Medeniyetin Problemleri, İslami Tasavvurun Özellikleri, İslami Tasavvurun Dinamikleri, Yoldaki İşaretler.

Bu dönemde Seyyid Kutub, Mısır içinde ve dışında toplantı ve konferanslara katıldı. Önemli sunumlar yaptı. 1952 Temmuz’unda Mısır’da yapılan askeri ihtilal neticesinde aşırı sosyalizm uygulanmaya başlandı. Bu nedenle, Müslüman Kardeşlerle hükümet arasında bir görüş ayrılığı ortaya çıktı. 12 Mayıs 1954’te çıkarılan bir kanunla hükümet Müslüman Kardeşler Cemiyeti’nin on binlerce mensubunu zindanlara doldurdu.

Aynı yıl içinde Seyyid Kutub’da tevkif edilmiş ve onbeş yıl ağır kürek cezasına çaptırılmıştı. Hapiste korkunç işkencelere maruz kalan Kutub, zindanda bulunduğu müddetçe de fikirlerini ve düşüncelerini söylemekten ve yazmaktan vazgeçmedi. Eserlerinin birçoğunu hapiste yazdığı gibi en büyük eseri olan Fî Zılâli’l-Kur’ân’ın son yarısını da hapishanede tamamladı.[14]

Seyyid Kutub cezasının 10 yılını geçirdikten sonra 1965 yılında Irak devlet başkanı Abdüsselam Arif’in Kahire’yi ziyareti esnasında Nasır nezdinde şahsen müdahalede bulunarak serbest bırakılmasını istemesiyle kalan cezası affedilerek salıverildi. Seyyid Kutub hapishaneden çıktıktan sonra da inandığı dava uğrunda yazmaya ve konuşmaya kararlıydı. Kutub 1965 yılında “Yoldaki İşaretler” adlı eserini neşretti. Bu eseriyle mevcut düzeni kuvvet zoruyla değiştirmek üzere komplo hazırlamak bahanesiyle, aynı sene Ağustos ayında diğer Müslüman Kardeşler mensuplarıyla beraber yeniden tutuklandı.

Seyyid Kutub “Devlet Güvenlik Mahkemesi” tarafından göstermelik bir şekilde yargılanarak Muhammed Yusuf Havvaş ve Abdülfettah İsmail ile birlikte 22 Ağustos 1966’da idamlarına hükmolundu. Assam el Attar’ın kitabında anlattığına göre Kutub, bu kararı tebessüm ve Allah’a kavuşmanın verdiği büyük bir mutlulukla karşılamıştı. Seyyid Kutub, idam kararından sonra kendisini ziyaret için gelenlere, “Üzülmeyin, rüyamda Rasûlullah’ı gördüm, beyaz bir at üzerindeydi. ‘Sen üzerine düşeni yaptın, şehitlik sana kutlu olsun’ dedi.” diyerek ihlâs, samimiyet ve Allah’a olan teslimiyet ve bağlılığını ifade etmiştir.[15]

Seyyid Kutub, idam edilmeden önce Mısır’ın modern firavunu olarak gördüğü Nasır’dan gelen özür karşılığında af teklifini, tarihe geçecek şu kesin ifadelerle reddetmiştir: “Eğer Allah’ın kanunu ile mahkûm edilmişsem ben Hakk’ın hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkûm olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilemem. Allah’a şükürler olsun ki, on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım.”[16]

     İdam kararı 29 Ağustos 1966’da sabaha karşı infaz edildi. Seyyid Kutub’un şehadetine tanık olan iki asker o geceyi ve öncesini şöyle anlatıyor:

“Harbî hapishanesinde her gece gençlerden, yaşlılardan ve kadınlardan oluşan gurupları karşılardık. Bize “Bunlar aleyhimize Yahudilerle iş tutan hainlerdir! Kesinlikle bunların sırlarını ortaya çıkartmalıyız. Bunun tek yolu onlara şiddetli işkenceden geçer” diyorlardı. Bu ‘vatanî ve kutsal söylem’ onları coplar ve sopalar altında saatlerce inletmemize yetiyordu. Biz bu eziyet ve işkenceleri vatan adına ve mukaddes bir iş yaptığımız inancıyla yapıyorduk! Ancak bir müddet sonra kendimizi garip bir halde bulduk. Bize hain diye takdim edilen bu insanlar gece yarıları kalkıp ibadet ediyor ve Allah’ın (c.c) zikri dillerinden düşmüyordu. Hatta bazıları şiddetli cop darbelerinin ve saldırgan köpeklerin pençeleri altında can verdikleri halde yinede yüzleri gülüyor ve dillerinden Allah’ın zikri ve istiğfar eksik olmuyordu…

Bu gördüklerimizden çok etkilendik ve bu şekilde sabah-akşam Allah’ı zikreden insanlar Allah düşmanlarıyla (Yahudilerle) iş tutan hainler alamazlar dedik ve İmkân buldukça bunlara yardım edip onların eziyet ve işkencelerini hafifletme konusunda aramızda anlaştık. Hapishanede bize tevdi edilen en son görev tek başına bir hücrede kalan bir kişiyi gözetleme görevi idi. Bize bu kişinin en tehlikeli kişi olduğunu, bütün bu terör işlerini onun düşünüp organize ettiğini, dolayısıyla çok dikkatli olmamız gerektiğini sıkıca tembih ettiler! Sonra anladık ki, bu kişi büyük mütefekkir Seyyid Kutub’tan başkası değildi. Kendisine uygulanan işkence ve eziyet her halinden belliydi. Davasına bakan askeri mahkemeye güçlükle gidebiliyordu.

Bir gece (28-8-1966 gecesi) Seyyid Kutub’un idama götürülmek üzere hazırlanılması emri geldi! Ona son olarak nasihat edip kelime-i şahadet-i telkin etmesi için hücresine bir hoca soktular! Zulme alet olmuş bu zavallı-aptal kavuklu Seyyid Kutub’a şehadeti telkin edince Seyyid Kutub’un ona şöyle dediği nakledilir: “Ben bu kelimeden dolayı idam ediliyorum. Sen ise bu kelimeyi bana telkin etmekle ekmek yiyorsun!”

Sabaha karşı, son derece teçhizatlı askerler tarafından korunan hükümet yetkilileri eşliğinde, askeri arabalarla idamın yapılacağı alana gittik. Biz yürümekte güçlük çeken Seyyid’in kollarına girmiştik. Arabalardan iner inmez askerler hemen yerlerini aldı. Seyyid Kutub ve arkadaşları için darağaçları önceden hazırlanmıştı bile. Her bir mahkûm kendisi için önceden belirlenmiş darağacına götürüldü! Darağaçlarındaki ipler mahkûmların boyunlarına geçirildi! İdamlıkların ayaklarının altındaki sehpayı çekecek ve infaz işleminden sonra siyah bayrağı kaldıracak görevlilerde titizlikle yerlerini aldılar ve işaret beklemeye başladılar.

O anlar hiç unutamayacağımız anlardı! Seyyid Kutup ve arkadaşları birbirini kutluyor, ebediyet Cennetinde Hz. Muhammed ve arkadaşlarıyla buluşmayı müjdeleşiyorlar ve sözlerini ‘Allahu Ekber ve Lillahil’hamd’ diyerek bitiriyorlardı. Nefeslerin tutulduğu o korkunç anda, aniden bir araba geldi ve içinden üst rütbeli bir subay indi. Cellâtlara durun dedi ve Seyyid’in yanına yaklaşıp görevlilerden Seyyid Kutub’un gözlerindeki bandajın çözülmesi ve boynundaki ipin çıkartılmasını istedi.

Seyyid Kutub’a yaklaşarak, titrek bir sesle: “Ey kardeşim! Ey efendim; ben merhametli ve hoşgörülü Reis (Abdun’nasır) tarafından sana hayatını bağışlamak üzere gönderildim. Sadece bir cümle yazacaksın, sonra kendin ve şu arkadaşların için istediğine nail olacaksın. Subay daha Seyyid’in cevabını beklemeden, hemen dosyayı getirdi ve: “Ben Hata ettim. Özür diliyorum!” diye yazacaksın, hepsi bu efendim… Seyyid o sevinç dolu gözlerini kaldırdı… Yüzünde tasviri güç bir tebessüm vardı… Bütün görenleri hayran bırakacak bir huzur ve sükûnet içerisinde, subaya dönerek şöyle dedi: “Yazmaya başla! Ben kesinlikle ebediyen silinmeyecek bir yalan ve utanç lekesi karşılığında rezil bir hayatı tercih edemem!…”

Subay üzüntülü bir ses tonuyla: “Ancak efendim, bu ölüm!” dedi. Seyyid: “Allah yolunda ölüme merhabalar olsun” diyerek kararlılığını ortaya koydu. Artık sözü (pazarlığı) uzatmanın bir manası kalmamıştı. Subay infaz için işaret verdiğinde Lailahe illellah, Muhammedur’resulullah sadaları göklerde yankılanıyordu.”[17]

Üstad Seyyid Kutub, şehadetinden 14 yıl önce yazdığı “İslami Etüdler” isimli eserindeki şu ibarelerin hakkını canını feda ederek vermişti: “Kalem sahibi kimseler birçok büyük işler yapabilirler. Ancak; fikirlerinin yaşaması pahasına kendilerini feda etmeleri şartıyla… Fikirlerinin, kan ve canları karşılığında manalanması şartıyla… Hak bildikleri şeyin hak olduğunu fütur etmeden söyleyip, gerekirse bu uğurda başlarını vermeleri şartıyla…” [18]

 

 

B)ESERLERİ:

 

  Seyyid Kutub, çeşitli konularda eserler vermiştir. Daha çok edebî, siyasî, iktisadî, toplumsal, felsefî ve dinî alanlarda eserler te’lif etmiştir. Yayınlanmış yirmi altı (26) kitabı vardır. Bunları salt edebiyat, Kur’an edebiyatı, İslami kültürel ve İslami hareketle ilgili kitaplar, şeklinde tasnif edebiliriz. Bazılarının adını vermekle yetinirken, bazılarını kısaca tanıtacağız:

 

1- Fi Zılâli’l -Kur’ân (Kuran’ın Gölgelerinde): Seyyid Kutub’un en hacimli çalışması ve Kuran’ın tam bir tefsiridir. Kitapta tevhid, İslam, hâkimiyet, davet, hareket, cahiliyye ve ona karşı koyma ve değiştirme gibi konularda düşüncelerini ortaya koymuştur. Muhammed Kutub’un deyişiyle, sahibinin ruhu, bilinci, düşüncesi ve vücuduyla yaşadığı, iman dünyasında yaşadıklarını kelimelerle somutlaştırdığı en büyük eseridir. Kuran’ın her alanda insanı ve toplumu oluşturma amacına uygun olarak yazılmış şaheser bir tefsirdir. Başta Türkiye Müslümanları olmak üzere İslam coğrafyasında Müslümanların yeni bir anlayışla doğrudan Kur’an/İslam’la tanışmaları ve İslam’ın bir hayat nizamı olduğunu öğrenmelerinde başrolü oynayan bir kitaptır.

Tefsirin yazılımı, Kutub’un el-Muslimun dergisinde 1952 yılında Fi Zılâli’l -Kur’ân başlığı altında tefsir olarak ilk makalesini yayınlamakla başlar ve Bakara/103. ayete kadar gelir. Tutuklanmadan önce dergide artık İslam Toplumuna Doğru başlığı altında yazar ve Fi Zilal’i ayrıca tefsir olarak yazacağını belirtir. 1952-1954 arasında 16 cüz yayınlanır. 1954 yılında Kutup hapse girer ve tefsiri tamamlaması tehlikeye girer. Ancak Kutup’la Tefsir yazması konusunda antlaşma yapmış olan Daru İhyai’l-Kütübi’l-Arabiyye yayınevinin hükümetin aleyhine açtığı davayı kazanması üzerine Kutup hapiste tefsiri tamamlar.[19]

Seyyid Kutub, “Kur’an’ın gölgesinde hayat bir nimettir. Bu nimeti ancak ta­danlar bilir. Ömrü yücelten, arıtan ve kutsallaştıran bir nimet”[20] diye başladığı önsö­zünde, kendisine bir süre Kur’an’ın göl­gesinde yaşamayı lütfeden Allah’a hamdettikten sonra bu yaşantının niteliğini anlatmaya çalışır. Kur’ân-ı Kerîm’in ya­şanmak için indiğini, fert ve toplum tara­fından yaşanmadığı takdirde beklenen et­kilerinin görülemeyeceğini, nitekim uzun süreden beri Müslümanların Kuran’ı ha­yatlarından uzaklaştırdıkları için İslâm dünyasında çeşitli sıkıntıların ortaya çık­tığını, yeniden Kuran’a dönülmesi ve onun kılavuzluğunda hayatın İslâmlaştırılması halinde bütün bu sıkıntıların ortadan kalkacağını söyler.

Fî Zılâli’l-Kur’ân ilk defa 1968-1977 yıllarında Türk­çe’ye tercüme edilerek on altı cilt halin­de yayımlanmıştır.[21]. 1989 yılın­da Dünya Yayıncılık, Fî Zılâli’l-Kur’ân’ı on cilt olarak neşret­miştir.[22] 1991 yılında ese­rin yeni bir tercümesi heyet tarafından yapılmış, bu tercü­me de on iki cilt olarak basılmıştır.[23] Fî Zılâli’l-Kur’ân, Türk­çe dışında İngilizce, Fransızca, Farsça ve Urduca, Endonezya, Afgan dillerine de tercüme edilmiştir.   

2- Meâlimu fi’t-Tarîk (Yoldaki İşaretler): Seyyid Kutub’un sağlığında yayınlanan son kitabıdır. 1964 yılında yayınlanmıştır. İslami hareketin çalışma metodunu açıklamak ve Allah’a davet yolunda yol işaretlerini göstermek üzere yazmıştır. Kahire yakınlarındaki Turra cezaevinde yatarken bölümler halinde yazıp kız kardeşi Hamide Kutup ve Zeynep Gazali aracılığıyla İhvan’a ulaştırdığı bölümlerden oluşmuştur. Tahliye olduktan sonra gözden geçirmiş ve yayınlamıştır.

Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub’un en parlak edebi eseri olup bütün ömrünün ürünü diyebileceğimiz bir kitaptır. Kendisi de kitabının önsözünde kitabın yazılış amacını şöyle ifade etmektedir: “Yeryüzünün tümünde zorbalığını bütün şiddeti ile uygulayan ‘cahiliye’ egemenliğe son vermeye kararlı ‘öncü topluluk’un üstlendiği bu zorlu görevin tabiatını bilmesi, görevinin hakikatini kavraması, amacının asaletini ve çıkacağı bu uzun yolculuğun başlangıç noktasını saptayabilmesi için ona kılavuzluk edecek ‘yol işaretleri’ gerekir… Bu yol işaretleri öncelikle ‘akide’den, yani Kur’an’dan alınmalıdır; Kur’an’ın dünya görüşünden, Allah’ın tarihin şeklini kolay bir biçimde değiştireceği kaynaktan. Yoldaki İşaretler’i işte gelmesi sabırsızlıkla beklenen bu ‘öncü topluluk’ için yazdım.” [24]

Yoldaki İşaretler, Müslümanların düşüncelerinin netleşmesinde gerçekten büyük etkisi olmuştur. Yazıldığı dönemde Mısır’da ve özellikle de İhvan üzerinde çok etkili olan bu kitap, Seyyid Kutub’un şehid edilmesinden sonra etkisi Mısır’ın sınırlarını da aşmış, sadece İslam dünyasında değil, dünyanın diğer bölgelerinde de etkisini göstermiştir.[25]

Üstad Mevdudi, Yoldaki İşaretler Kitabı ile ilgili olarak şöyle diyor; “Yoldaki İşaretler adlı kitabı okuduktan sonra kendim yazmışım gibi duygulandım. Çünkü içindekilerin hepsi de inandığım ve gördüğüm gerçeklerdi.”[26]

Yoldaki İşaretler, ilk olarak Türkçeye 1966 yılında Ankara ilahiyat fakültesinden Abdulkadir Şener tarafından çevrilmiş ve günümüze dek pek çok çevirisi yayımlanmıştır.[27]

3- Hasaisu’t-Tasavvuri’l-İslami (İslam Düşüncesi ): Kutub’un Kur’an üzerinde on yıldan fazla süren araştırma ve incelemesinin hülasası olarak yazılan kitap,1962 yılında yayınlanmıştır. Kur’an’ın anlatım üslubunu kavrama noktasında et-Tasviru’l-Fenni kitabı bir dönüm noktası olduğu gibi, İslamı doğru anlama ve kavrama yolunda da bu kitap bir dönüm noktası sayılır.

Kutub, İslam’ın Allah, kâinat, hayat ve insan konusundaki anlayışını ortaya koymaya çalıştığı bu kitabı, fikri ve siyasi olarak aktif hareketin içinde bulunduğu ve İslam anlayışında zirveye ulaştığı bir dönemde yazmıştır. Budizm, Yahudilik, Hristiyanlık gibi bozulmuş dinlerin tasavvurunda ulûhiyet ve rububiyet konusunda yapılan yanlışlardan örnekler verdikten sonra, doğulu ve batılı kültürlerden ve geleneksel kültürümüzü şekillendiren anlayışlardan ve yöntemlerinden uzak Kur’an’ın ortaya koyduğu yalın bir İslam anlayışını ve temel niteliklerini ortaya koymaya çalışır. İslam düşüncesinde rabbanilik, sebat, kapsamlılık, dengelilik, pozitiflik, gerçekçilik ve tevhid özelliklerinin egemen olduğunu, İslam düşüncesini veya tasavvurunu islamın tabiatına yabancı ithal kavramlarla değil, Kur’an’ın kendi kavramlarıyla ortaya koymak gerektiğini, çünkü sıvının içinde sunulduğu kabın şeklini aldığı gibi düşüncenin de içinde sunulduğu yöntemin şeklini aldığını veya ondan etkilendiğini söyler. İslam Düşüncesi adıyla Türkçeye çevrilmiştir.[28]

4-Hâza’d-Din (Din Bu):Kutub, bu kitabını zindanda yazmıştır. O dönemde İhvan’a bağlılığından dolayı zindana doldurulmuş gençlerden bazılarının morallerinin bozulduğunu, inançlarının ve güvenlerinin sarsıldığını görür. Bunu telafi etmek ve gittikleri yolun doğru olup yegâne kurtuluş yolu olduğunu vurgulayarak, morallerini düzeltmeyi ve inançlarını pekiştirmeyi amaçlayarak bu kitabı yazar. Kitapta İslam’ın temel niteliklerini ve insanları nasıl hayra yönlendirdiğini anlatır.

Kutub’un düşünce yapısında eylemci İslam düşüncesi (el-fikru’l-hareki el-islami) aşamasının başlangıcı sayılan kitap, 1960 yılında Kahire’de basılmıştır. İslam’ın tabiatı, özellikleri, insanlık için tek kurtuluş yolu olduğu, olağandışı veya gaybi bir yolla değil, ancak maddi sebepler ve sosyal yasalar çerçevesinde insanların çabalarıyla üstün ve egemen olabileceğini anlatmıştır. Din Bu adıyla Türkçeye çevrilmiştir.[29]

Bu kitaplarının yanı sıra Seyyid kutub’un 22 eseri daha vardır. Ama biz yerdarlığı sebebiyle burada zikretmeyeceğiz. Arzu edenler dipnottaki kaynaklardan bilgi edinebilir.[30]

 

  1. C) GÖRÜŞLERİ:

İslam düşünce tarihinin en büyük kahramanları arasında, ismi son yüzyılda en çok telaffuz edilen, en çok iltifata ve de bir o kadar da eleştiriye maruz kalmış bir büyük mütefekkir ve dava adamı olan Seyyid Kutub, fikirleri itibarı ile sadece mensubu olduğu coğrafya ve fikri hareketle sınırlı kalmamış, İslam dünyasında oluşum aşamasındaki birçok İslami harekete etki etmiştir.

Batılı İslam araştırmacılarının çoğuna göre de Seyyid Kutub,  militan cihadın öncüsü, bütün dünyadaki Müslüman aşırılık yanlısı hareketlerin manevi babasıdır.[31] Özellikle 11 Eylül olayları ve Londra patlamalarının ardından şeytani medya aracılığıyla zihinlere kazılmak istenen İslâm=terör denklemi bağlamında sözde “İslâmi terör”ün fikri kaynakları olarak, şehid Seyyid Kutub’un zikredilmesi, son derece anlamlıdır.

Peki Seyyid Kutub’u Firavnî sistemler açısından “tehlikeli” kılan fikirleri nelerdi? Onun ‘Amerikan İslâmı’ diye isimlendirdiği Ilımlı İslâm’ı destekleyen küresel güçlerin,  Seyyid Kutub’la alıp veremediği neydi?  Niçin dünyanın değişik coğrafyalarında yaşayan farklı ırk ve kültürlere mensup pek çok İslami hareket bağlısı tarafından adeta ortak bir modeldir Seyyid Kutub?

Bu sorulara cevap sadedinde şehid Seyyid Kutub’un fikir ve görüşlerini ana maddeler halinde zikretmeye gayret edelim:

1-TEVHİD İNANCI:   Seyyid Kutub’a göre Tevhid, İslam düşüncesinin dayandığı temel esastır. İslam düşüncesi dayandığı halis tevhid inancı ile yeryüzünde geçerli olan diğer itikadi ve felsefi düşünce sistemlerinden ayrılır.

Tevhid akidesi Yüce Allah’ın insanlığa katıksız bir bağışıdır. O, Peygamberler aracılığıyla bu akideyi insanlara tanıtmıştır. Bu akide hiçbir şekilde insanlar tarafından ortaya konulmuş değildir. Onu keşfedinceye, en mükemmel şekle ulaştırıncaya kadar; ilim ve sanatlarda olduğu gibi, bu akideyi adım adım keşfetmiş değildirler. Tarihin doğuşundan bu yana bütün Semavi dinlerde, bu akide eksiksiz ve kesin olarak gelmiştir.[32]

Seyyid Kutub’a göre, akîde meselesi “insan”ın hiçbir zaman değişime uğramayan temel sorunudur. Çünkü akîde bu oluş içerisinde onun varoluşsal bir sorunudur. Daha sonra sonunun nereye varacağı sorunudur. Bu oluş ortamında eşya ve diğer canlılarla ilişkisini belirlemenin sorunudur. Sorun insanın bu kâinatın ve bütün canlılar aleminin yaratıcı ile ilişkisi sorunudur. Çünkü akide meselesi varlık ve insanlık meselesidir. Kutub’a göre, akide meselesinin başlıca kurallarını “Uluhiyyet-ubudiyyet” (İlahlık-kulluk) ve bunların arasındaki ilişki oluşturur.[33]

İnsanlık tarihi boyunca herhangi bir ilahın varlığı hiçbir zaman ciddi bir problem olmamıştır. Uluhiyyet gerçeğinin tasavvuru yani “tevhidin niteliği” ile ilgili konular her zaman için ciddi problem olmuştur. Her zaman için görülen mücadele hak itikad ile batıl inanışlar arasında olmuştur. Bu mücadele son zamanlarda aldatıcı şekli ile görünen; mutlak olarak iman ve mutlak olarak inkâr arasında olmamıştır.

İslam’ın bütün mücadelesi, tümüyle batıl inanışlara karşıdır. Çünkü bu batıl inanışlar mutlak tevhid üzerine yükselmiyordu. İslam ise mutlak Tevhidi insan hayatının temeli haline getirmek için çalışmıştır. İster itikad ve düşünce, ister duygu ve ibadet, ister yönetim ve düzen anlamında olsun, tevhidi insan hayatının temeli haline getirmek ister. Aynı şekilde İslam’ın mücadelesi, Tevhid esası üzerinde yükselmeyen diğer bütün inanış şekilleriyle sürüp gidecektir.[34]

Seyyid Kutub’a göre İslam;  Sahih ve doğru akidenin ne olduğunu ortaya koyarken şunu açıkça belirtmiştir: Tevhid, uluhiyyet, rububiyyet, egemenlik ve otoritenin yalnız Allah’a ait kılınması, yalnızca onun uluhiyyetine itikad edilip her türlü ibadetin sadece ona sunulması, onun hâkimiyetinin kabul edilmesi, onun şeriatı ile hükmedilmesi; bütün hukuk düzenleri bir tarafa yalnızca onun şeriatı hükmüne başvurulması esası üzerinde yükselen İslam akidesini sahih akide olarak kabul etmiş ve bütün bunları gerçek din olarak ortaya koymuştur. Allah insanlardan kabul edecekleri yegâne dinin bu olduğunu, bunun dışında kalan her türlü inanç ve yaşayış düzeninin batıl, şirk veya küfür olduğunu belirtmiştir.[35]

Bunun yanısıra şuanda ya da geçmiş zamanlarda cahiliye mensupları ile girişilen gerçek savaş; yeryüzü düzeni ve insanların hayat düzeninde Yüce Allah’ın Rububiyyeti, düzenleyiciliği ve otoritesinin olup olmaması noktasında cereyan etmiştir. Hâkimiyet hakkının kime ait olacağı, insanları kul edinmek hakkının kime ait olacağı konusu etrafında cereyan etmiştir. Çünkü İslamî düşünüşe göre, hâkimiyet ve teşri; insanları şeriatlarına itaat eden kullar haline getirmek hakkı; uluhiyyetin özelliklerindendir. Allah tarafından indirilmiş herhangi bir delil olmaksızın kim böyle bir hakkı kullanmaya kalkışırsa; kendisi için uluhiyet iddiasında bulunmuş olacağı gibi, onun bu iddiasına boyun eğenlerde; onun uluhiyyetini kabul ediyorlar demektir.[36]

Böylece Seyyid Kutub’a göre tevhid, açıkça anlaşılmış oluyor ki, yalnız Allah’ın rububiyyetini kabul; yalnızca ona ibadet, yalnızca onun hükümlerine boyun eğmek, toplu olarak uluhiyyetin yalnızca Allah’a ait olması anlamına gelir. Ya da terim olarak söylemek gerekirse; Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet edilmesi demektir. Allah’ın uluhiyyet ve rububiyyetine itaat etmek ise, ibadet şekillerini yalnızca ona sunmak, onun egemenliğini kabul etmek; yalnızca onun şeriatı hükmüne başvurmakla aynı şeydir. Bütün bunlar Allah’tan başka ilah olmadığı inancı anlamının ortaya çıkmasında eşit paya sahiptirler. Allah’tan başkasının egemenliğini kabul eden, ondan başkasının şeriat ve düzenini tanıyan bir kimse; başkası için rububiyyeti de kabul etmektedir, ona ibadet etmeyi, onun dinine bağlanmayı da kabul etmektedir. O halde böyle bir kimse için “Allah’tan başka ilah olmadığına şahidlik ediyor” denemez.[37]

 

2-TOPLUMLARIN KONUMU: Kutub’a göre Cahiliyye, insanın insana hükmetmesidir. Çünkü o, kulların kullara kulluğudur. Allah’ın kulluğundan uzaklaşmaktır. Onun uluhiyyetini reddetmektir. Allah’ı bırakıp bazı insanların uluhiyyetini kabul etmek ve onlara kul olmaktır. Dış şekiller değişebilir fakat cahiliyetin özü her zaman devam eder. Tek cümleyle ifade etmek gerekirse Cahiliye; hayatın hangi meselesinde olursa olsun Allah’tan başkasından telakki almak demektir[38]

Fi Zılâli’l -Kur’ân tefsirinde Maide, 44-50.ayetleri tefsir ederken şunları söylemektedir: “Cahiliye insanın insan üzerine tahakkümü ya da insanın Allah’tan başkasına boyun eğmesi demektir. Allah’ın ulûhiyetini red ve yaratılmışlara kulluk anlamına gelir. Bu anlamda cahiliye yalnızca belirli bir tarihsel dönemi değil, fakat bir durumun, bir ilişki sisteminin adıdır. İslam’ın tamamıyla zıddı ve yeminli bir düşmanı olan cahiliye biçimini alan, insanlar arasındaki bu ilişki sistemi geçmişte olmuştur, bugün de vardır ve gelecekte de olabilir. Her zaman ve zeminde insanlar açık ve net bir tercihle yüz yüzedirler. Ya bütünlüğü içerisinde Allah’ın kanunlarına ya da şu veya bu biçimde insanlar tarafından oluşturulan kanunlara itaat edeceklerdir. İkinci durum söz konusu olduğunda insanlar cahiliye konumunda yer almaktadırlar. İnsanlık bir yol ayırımındadır ve tercih zorunludur: Ya İslam, ya cahiliye. Avrupa ve Amerika’nın sanayileşmiş toplumlarında yaşanmakta olan modern cahiliye ile göçebe Arap toplumunun klasik cahiliyesi özde birdirler. Çünkü her iki sistemde de insanlık, Allah’a değil insanlara teslim olmuştur.”[39]

Seyyid Kutub Cahiliyyeyi bu şekilde açıkladıktan sonra İslam toplumu ve Cahiliyye toplumunu da şu şekilde ifade eder: “İslam toplumu itikad, ibadet, şeriat (yasama ve yürütme) sosyal ve siyasal nizam, ahlak ve yaşama biçimi olarak İslam’ın topyekün uygulandığı, yaşanıldığı toplum tipidir. Cahiliyye toplumu tipi ise İslam’ın uygulanmadığı ve İslam’ın inanç sisteminin, düşünce yapısının, değerlerinin, ölçülerinin, sosyal ve siyasal sisteminin, ahlak ve yaşama biçiminin yürürlükte olmadığı bir toplumdur.”[40]

Başka bir ifadeyle, İslam toplumu kendilerini Müslüman saydıkları halde İslam şeriatını yasa edinmeyenlerin (yaşama biçimi olarak kabul etmeyenlerin) meydana getirdiği bir toplum değildir. Bu insanların namaz kılmaları, oruç tutmaları, hacca gitmeleri böyle bir toplumun İslam toplumu olmadığı sonucunu değiştirmez. İlkelerini bizzat Allah’ın koyduğu, ayrıntılarını Allah Rasulü’nün açıkladığı ilahi nizamdan ayrı olarak bir takım kimselerin kendi isteklerine uygun düşecek biçimde icad ettikleri ve adına “İslam Modernizmi” dedikleri toplum tipi de İslam toplumu değildir.[41]

3- BATI’YA BAKIŞ: Ona göre Batı; cahiliye, sömürgecilik, materyalizm, ırkçılık, cinsel sapkınlık, hem sosyalizm hem kapitalizm, laiklik, kiliseyle devletin ayrılması, bir metot ve entelektüel bir yöneliş ve kilise otoritesi karşısında uyanış ve isyandır. Bu uygarlığın kökenleri Hıristiyanlıktan ziyade, eski Romalıların hayat felsefelerine dayanır.

Kutub’a göre Batı İslâm’a düşmandır ve insan gerçeğine aykırı olarak şekillenmiştir. Şümullü “sosyal adalet”i gerçekleştirmede zirve olan İslâm’a da yetişememiştir. Çünkü Batı; madde, öldürme, savaş, galibiyet ve tahakküm uygarlığıdır. Müslümanlar için asıl düşman seküler, materyalist, bireyci, Batı’dır. Amerikalıların ve Avrupalıların aralarında menfaat uyuşmazlığı olabilir; ama onların davası “İslâm ülkelerinde hangisinin hâkim olacağı”dır. Bu konuda uyuşmazlığın halledilmesi onlar açısından zor değildir.

İnsan, Avrupa’da olduğu gibi akide düğümünü koparırsa bir başıboşluk, bir sapıklık söz konusu olur. Avrupa düşüncesi, kilisenin gizli-açık baskı ve sultasından kurtulayım derken, dinin sabitelerinin olduğunu vurgulayan “sebat” düşüncesinden de uzaklaşmıştır. Bundan dolayı Avrupa düşüncesi, evrende sabit hiçbir şeyin bulunamayacağını, gerek sistemlerin, gerekse inançların bu durumdan ayrı tutulamayacağını, her türlü eşyanın değişim durumunda olduğunu ve gelişme gösterdiğini kabul etmiştir. Dahası inanç ve sistemlerin temel dayanaklarından birisini oluşturan sebat düşüncesinden kurtulmak için mücadele etmiştir. Kutub, Batı düşüncesini bu davranışından dolayı kınamaz. Çünkü sayısı dörde indirilmiş, efsanelerden yakasını kurtaramamış ve şirkin lekelediği muharref bir Kitaba tâbi olan ya da olduğunu ileri süren ve arzularının peşinden giden din adamlarının kontrolündeki bir Kilise ile karşı karşıya kalmıştır.

Kutub’a göre Müslümanlar, beşer hayatının karakterini, onun sürekli yenilenen gereksinimlerini tecrübe ile anlayarak Batı medeniyetinin seviyesine ulaşabilirler. Böylece bu medeniyetten reddedeceklerini reddeder, hayat deneyimlerinden kendi medeniyet tecrübelerine denk olan kısmını alırlar. Kutub’a göre İslâm’ın hayat düzeni, sanayi uygarlığını reddetmez. Çünkü bilimsel yönden modern uygarlığı kurma yönteminin temeli ve hareket noktası İslâm’ın yabancısı değildir. İslâm, bilimsel yönden bu uygarlığa beş yüz yıl önce kurulmasında en büyük rolü oynadığı bir eseri gözüyle bakmaktadır. Bu uygarlığın yöntemiyle arasında eski bir barışıklık vardır. Çünkü İslâm’ın hayat düzeni Greklerin soyut teorik felsefesinden nefret etmekte ve onun yerine idealist realizme veya realist idealizme yönelmektedir. İslam pratik ve insanın fıtrî yapısına uygun bir dindir. Bu sebeple realizm tabiri, İslam’ın insan hayatı için ortaya koyduğu sistemini, en iyi şekilde tanımlayabilir.[42]

4-NE YAPMALI: İnsanlığa hâkim olan çağdaş cahiliyeden kurtulup gerçek tevhid inancına nasıl sahip olunabilir? Bunu da Seyyid Kutub şöyle açıklamaktadır:

İnsan, insan olma özelliği ile yeryüzünde Allah’ın yasalarına uygun olarak vekâlet görevini yerine getirmekle yükümlüdür. İslam olma özelliği ile de, yeryüzünde cahili sistem dışında, ayrı bir sistem ortaya koymak ve Cahiliyeyi andırmayacak şekilde insanın yeniden doğuşunu gerçekleştirmekle yükümlüdür.[43]

Kutub’a göre “Cahiliyenin bütün etkilerinden sıyrılarak ilk neslin dayandığı ve beslendiği saf kaynağa dönülmesi gerekir. Bütün varlığın hakikati, insanî varlığın hakikati, bu iki varlık türü ile gerçek, yetkin ve aşkın olan Allah arasındaki bütün bağlantılar o kaynağa dayandırılmalıdır. Bundan dolayı yaşam felsefemizi, değerlerimizi, ahlaki yapımızı, yönetim metodlarımızı, politika, ekonomi… Bütün hayat dinamiklerini mutlaka bu kaynağa dayandırmak ve oradan almak zorundayız.”[44]

Kutub’a göre her şeyden önce ilk neslin beslendiği kaynak yalnızca Kur’an idi. Peygamberin sözel ve eylemsel sünneti sadece bu kaynağın pratiğe aktarılmış biçimiydi. Bu nesli, oluşum döneminde sadece Allah’ın kitabına bağlı kılan faktör, evrensel bir kültürün ve medeniyetin olmaması değildi; bu tutum çizilmiş bir plan ve amaçlı bir yöntemden kaynaklanıyordu.[45]

Kutub’a göre gerçekte o dönem, bir daha tekrarlanmayan bir mucize olarak meydana gelmemiştir. O dönem, ilk Müslüman topluluğun harcadığı insan gayretinin sonucudur. O gayrete benzer bir gayret gösterildiğinde bir kez daha gerçekleşmesi daima mümkündür.[46]

Kutub’a göre, İslam’ın kuramsal temelinin akide bazında daha ilk adımda organize ve hareket halindeki bir toplulukta temsil edilmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. İslam ortadan kaldırmayı hedef edindiği hareket halindeki Cahiliye toplumundan bağımsız olarak kendine özgü bir toplum kurmak zorundadır. Söz konusu bu yeni toplumun ekseni, Allah elçisinin kişiliğinde ve ondan sonra gelen, insanları yalnız Allah’ın Rububiyetine, gücüne, egemenliğine ve şeriatına döndürmeyi hedefleyen yepyeni bir yönetim olmalıdır. Ona göre kelime-i şehadeti söyleyen herkes Cahiliye toplumu ile ilgili bütün ilişkilerini kesmeli, onun egemenliğinden çıkmalı, İslam toplumunun egemenliği altına girmeli ve Müslüman bir yönetime entegre olmalıdır.[47]

5-CİHAD: Kutub’a göre; İslam’da cihad: İslam sistemini getirme, İslam sistemini hayata hâkim kılma fiilidir. İnanç meselesi ise bütün siyasi etkiler ortadan kalktıktan sonra evrensel İslam sisteminin gölgesinde ferdi vicdanen ikna etmeye bağlıdır. Fert ikna olursa boyun eğip eğmemekte hürdür.[48]

Kutub’a göre; İslam’da cihad inanç içindir. İslam inancını tecavüz ve fitnelerden korumak, bu inancın emrettiği insan hayatıyla ilgili prensipleri ve ilahi kanunları korumak içindir. Cihad yeryüzünde inanç sancağını dalgalandırıp bu sancağa saldırmak cesaretini gösterenlerin daha saldırmadan başını ezmektir. Ta ki bu inanca gönül vermek isteyenler yeryüzünde karşılarına dikilecek hiçbir engel olmayacağını bilsinler ve zorlanmadan, hürriyet içinde bu dine girebilsinler.[49]

Kutub’a göre; İslam; kulları, kullara kul olmaktan kurtaran hürriyet buyruğu olup -nefsanî duygulara kölelikte bir çeşit kulluktur- Allah’ın âlemlerin Rabbi oluşunu gerçekleştirmek için gelmiştir. Bu emrin ilanı her yönüyle beşer otoritesine karşı girişilen bir darbedir. Her ne şekilde olursa olsun insanların otoritesi altındaki düzenleri yerle bir etmek demektir. İşte İslam bu önemli görevini yapabilmek için şunları gerçekleştirmek zorundadır. Bu dine boyun eğenlerin üzerindeki zulmü kaldırıp insanların sultasından kurtulduklarını bildirmesi ve her çeşidiyle kullara kul olmaktan kurtulup tek bir ilah olan Allah’a kul olduklarını göstermesi lazımdır. Bu ise ancak bu ilahi emre inanan, onu hayatında yaşayan; put ve putçularla cihad eden, bu dine girmek isteyenlerin karşılaştıkları engelleri kuvvet kullanarak yok eden ve tek kumanda altında imanlı kitlenin yetiştirilmesiyle mümkündür. Ki her ne şekilde olursa olsun Allah’ın ulûhiyetini gerçekleştirmek için kulların kullara kulluğu prensibine dayanan sistemleri yıkması gerekir. Allah’ın dini hâkim olmalıdır sadece. Şunu da bilmek gerekir ki: Bu din soyut inanç ve sembollerden ibaret olmayıp Allah’ın sultasına boyun eğmek demektir.[50]

Görüşlerini anahatlarıyla özetlemeye çalıştığımız Seyyid Kutub, takdir edileceği üzere İslami söylemin çağdaş kilometre taşlarındandır. Net edebi üslubu ve çarpıcı öğüt verişi ile eserlerinin ulaştığı binlerce insanın Kur’âni mesajıyla kendisiyle yorumlandığı bir standart haline gelmiştir.  Kutub, eserlerinde ümmeti avuntu ve kuruntulardan uyandırıp çağın karanlığına karşı tevhidi bilinçle yeniden inşa etmenin temel taşlarını gösterirken, statükonun bozulmasına karşı olan zalimlerin tehditlerine ve karalamalarına aldırmamış, sözünü eğmemiş, kelimeleri gizlememiş, düşüncelerinin yaşaması için kendini feda edip şehadeti seçmiş müstesna bir şahsiyettir. O’nun İslami hareketler ve İslami bilinçlenme süreci üzerine etkisi, düşüncelerinin gücü yanında, ölüm pahasına da olsa inandıklarını tebliğ etmekten vazgeçmemesindeki imrendirici örneklikle de beslenmektedir.

Neticede Seyyid Kutub, bu dine bir nebze olsun imanı olan herkesi etkilemiş büyük bir mütefekkirdir. Ama her şeyden öte O, Müslümanlara nasıl düşüneceğini öğrettiği kadar nasıl yaşanması ve nasıl ölünmesi gerektiğini de öğreten bir şehadet öğretmeni­dir. Şimdilerde zalimlerle nasıl uzlaşılacağının projelerinin hazırlandığı ve uygulandığı günümüzde, zalimlerle nasıl hesaplaşılacağının yollarını gösteren şehid Seyyid Kutub’a ne kadar da muhtacız…

Seyyid Kutub’a ülkemizde ve İslam âleminde yapılan eleştiriler

Türkiye’de ümmet bilincinden yoksun ve birtakım taassuplar içinde olan bazı kişiler insanları Seyyid Kutub gibi yüce şahsiyetlerden soğutmak amacıyla çeşitli iddialar ortaya atmaktadır. Bu gibilerin bütün işleri insanları, sade ve temiz kaynaklardan uzak tutabilmek için o kaynakların zehirli olduğu söylentileri yaymaktır. Kendileri alternatif kaynaklar ortaya koymazlar. İnsanların o kaynaklara olan ihtiyaçlarını gidermek amacıyla da Yüce Allah’ın: “Ne semirtir, ne de açlığı giderir” (Gaşiye, 88/7) dediği türden, insanlara bir şey vermeyen ya da asıl kendisi zehirli olan birtakım ürünler sunarlar. Zehirli olduğunu ileri sürdükleri kaynaklar hakkında ise hiçbir test yapma, onu tanıma, gerçekten zehirli mi yoksa besleyici mi olduğunu araştırma ihtiyacı bile duymazlar. İşte insanlarımızın asıl bu gibiler karşısında duyarlı olmaları, onların o zehirleyici dedikodularına karşı uyanık bulunmaları gerekir.[51]

Biz bu bölümde Seyyid Kutub’a yapılan ithamları maddeler halinde zikredip, gücümüz yettiğince kendi eserlerinden veya onun müdafaasını yapan yazarlardan alıntılar yaparak yanlış anlaşılan veya aksettirilen görüşlerinin tahlilini yapmaya gayret sarf edeceğiz:

1) İSLAMİ TERÖRÜN BABASI OLDUĞU İTHAMI:  Batılılara göre Militan cihadın öncüsü, bütün dünyadaki Müslüman aşırılık yanlısı hareketlerin manevi babası Seyyid Kutub’tur.[52] Dünyadaki İslami hareketleri inceleyen batılı ilim adamlarından Richard Whelan ‘El – Kaidecilik’ adlı kitabında Seyyid Kutub’la ilgili şöyle diyor:  ” Kutub ile Kuran’daki herhangi bir ifadenin diğer ifadeler ile kıyaslanmasını gerektiren geleneksel izahatların yapısı tamamen yıkılmıştır. Dindar Müslümanlar tarafından metinsel ve estetik mükemmellik iddiasının kendisini doğruladığı düşünülen Kuran, sık sık bir fetiş muamelesine tabi tutulmaktadır… Gördüğümüz gibi o cahil değildi; onun Amerikalıları hor görmesinin nedeni onun Amerikalılarda algıladığı cehalettir. Bununla birlikte, kitap, onun şuursuz izleyicilerinin, “savaş alanındaki askerleri”nin elinde bir operasyon kılavuzu, yedinci-yüzyıl zamanı bombası haline gelmiştir… Kutub’un ifadesiyle cihad, tiranlığı yıkma, belirli bir durumda eldeki tüm imkânları kullanarak insanlığa gerçek özgürlüğü getirme hareketidir… Görüldüğü üzere Kutub’un söylemi, dini metinlerin yorumlanmasında radikal bir bakış acısını yansıtır. Bu nedenle yakın tarih ve günümüz aşırı İslamcı hareketleri bakımından önemli bir referans kaynağıdır. Kutub’un söyleminde Selefi-Vahabi ideoloji yeniden üretilir. Bu bağlamda Kutub’un Müslümanlar için kilit önem taşıyan birçok kavrama yüklediği anlam, katı İslam yorumlarına dayanır. Böylece El Kaide üyeleri açısından “intihar eylemi ve/veya ümitsiz siyasal terörizm eylemi olarak görünen şehadet eylemlerinin temeli hazırlanmış olur.”[53]

Batılıların ve onların yerli uşaklarının Seyyid Kutub hakkındaki bu ithamlarının gerçekliği var mıdır? Bunu anlamak için terör nedir? Batılılar neye terör demekte? ‘İslami terör’ denilen mefhum nedir?  Seyyid Kutub’a niçin böyle yükleniliyor? gibi sorulara cevap aramamız gerekiyor.

Latince ‘terrere’den gelen terör sözcüğünün, ‘korkutmak, dehşete düşürmek, korkup kaçırmak, caydırmak’ gibi anlamları vardır.  Terör sözcüğünün Türkçedeki karşılığı ise; ‘korkutma, yıldırma, tedhiş, bulunduğu ortamda gerilim yaratmak ve korku salmak’ anlamlarına gelmektedir.[54]

Meydan Larousse Ansiklopedisi’ne göre terörizm, ‘ihtilalci grupların giriştiği şiddet eylemlerinin tümü, tedhişçilik, bir hükümet tarafından uygulanan şiddet rejimi’ dir.[55] Ana Britannica’da ise terörizm, ‘siyasal bir hedefe ulaşmak amacıyla devlete, halka ya da bireylere karşı sistemli şiddet eylemlerine başvurma’ şeklinde tanımlanmaktadır.[56]

Görüldüğü gibi terör ve terörizm kavramlarının birden fazla tanımlaması ve farklı farklı algılanması bulunmaktadır. Bu tanımlamaların dışında 100’den fazla terör tanımı bulunduğu da ifade edilmektedir. Bu tanımlama ve algılama farklılığının sebebi ise terör ve terörizm kavramlarına nereden bakıldığına bağlıdır. Çünkü olayın neresinde durulduğuna bağlı olarak hangi olayın bir terör eylemi, hangi olayın ise meşru bir direniş olduğu konusunda değişen kanaatlere sahip olunmaktadır.

Emre Öktem, Terörizm adlı eserinde terör kavramına yaklaşımla ilgili şunları ifade etmektedir: “Terör ve terörizm kavramlarının tanımlanması üzerine çalışmalar hala devam etmektedir. Uluslar arası hukukta kabul edilen terör tanımı ise bilimsel değil bir anlamda siyasi yaklaşımlar içermektedir. Ekonomik, siyasi ve sosyal haksızlıklara uğrayan ya da kendilerini böyle gören devletler terörün ve terörizmin biçimsel ve olgusal bir tanımını benimsemeyi reddetmektedirler. Böylece ‘mazur görülen’ terörizm, ‘fakirlerin silahına; teröristler ise halk kahramanlarına dönüşmektedir. Terör mağduru olduğunu iddia eden devletlerin terör eylemlerine karşı başvurduğu tek-taraflı karşı tedbirler, meşru müdafaa kisvesi altında, terör eylemlerine benzer yöntemler izlemektedir.”[57]

Her farklı inanç mensubu, kendisine göre bir “terör”  tanımı yapar; her görüşün farklı bir “terörist”i, daha doğrusu bu damgayla yaftalandırdığı farklı kimseler vardır. “Öteki” kavramı, bazı saldırgan düşüncelere sahip müstekbirlerde “terörist” demektir. Yani ya dostları, kendi çıkarlarına ters düşmeyen yardakçıları vardır; ya da teröristler. Her çeşit terör eylemleri yapan bir kimse, kendi çıkarlarına ters düşmüyor, hele hele kendi düşmanlarına karşı bu eylemleri sürdürüyorsa, o terörist değildir; o bir “özgürlük savaşçısı”dır. Ama terör saldırılarına karşı kendini savunan “öteki” hemen damgayı yer: Terörist! Nelson Mandela, Usâme bin Lâden, Yaser Arafat, Ariel Şaron, Che Guevara, Deniz Gezmiş, Abdullah Öcalan, Şâmil Basayev, Şeyh Yasin, Saddam Hüseyin, İran Şâhı  ve benzerlerinin farklı kesimler tarafından değerlendirilmesini örnek olarak sayabiliriz. Ülkeler için de damgalandırma bundan farklı değildir: Terörist ülkeler ya da teröre destek veren ülkeler diye listeye alınanlar, emperyalist ABD’nin çıkarlarına ters düşen ülkelerdir daha çok. Ve hiçbir zaman en büyük terörist devlet İsrail nedense bu listede yer almaz. El-Kaide, Tâliban, Hizbullah, Filistin’deki İntifâda hareketi, istişhâdî (gönüllü şehitlikle ilgili) eylemler kesin bir şekilde terörist ilân edilirken; BBC, CNN ve her ülkedeki kukla medya tarafından; İsrail’in yaptıkları terör filân değil; meşrû müdafaadır, terörist avıdır, savaştır. Amerika’nın Irak’taki, Afganistan’daki, Afrika’daki sivil halka bombalar yağdırması hiç de terör diye damgalanmaz. Çıkarlarına uygunsa Apo ve benzerleri bir özgürlük gerillası; değilse, terörist oluverir. Kimlerin planlayıp icrâ ettiği hâlâ netlik kazanmayan 11 Eylül 2001 saldırısının terörist eylem olduğu konusunda kimsenin şüphesi yoktur ama bu olay bahanesiyle Afganistan’ ın yerle bir edilmesi ve söz konusu eylemle hiç ilgisi olmayan binlerce sivilin savaş, intikam, suçluların cezalandırılması gibi sloganlarla vahşîce öldürülmesinin terörizm kavramıyla ilişkisi sorgulanmaz nedense…

Küreselleşmenin egemen gücü ABD, terörizm konusunda yaptığı yanlı ve çelişkili açıklamalarla bu kavramın doğru dürüst oturmasına en büyük engeli de oluşturmaktadır. Örneğin ABD, Irak işgalini gerçekleştirmeden hemen önce, Irak ordusunda silah bırakmayan her askeri terörist olarak addedileceklerini basından duyurmuştur. Düşünün ki bir ülkenin savunması için kurulmuş silahlı kuvvetlerini bir anda terörist olarak nitelendirebilmektedir. Bu çerçevede küreselleşme sürecinde terörizmden kastedilen şey, ABD ve Batıya yönelik tüm saldırılardır. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra “ya bizden ya onlardan; bizden olmayan herkes teröristtir” gibi resmi söylemler yaygınlık kazanmıştır. Yani terör ve tanımı, ABD ve Batı’nın çıkarlarına tehdit olarak ilan edilmiştir.

ABD, 11 Eylül’den sonra küresel liderliğine ve kendi liderliğindeki uluslararası sisteme en geniş ve etkili muhalefet ve tehdit kaynağı olarak gördüğü İslam’ın ehlileştirilmesini(!) de hedefleri arasında saymaktadır.

Bu bağlamda, 2003 tarihinde “RAND Corporation” kuruluşu tarafından  Bush yönetimine sunulan “Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler “[58]başlıklı 88 sayfalık kapsamlı raporda : “İslam ve Müslümanlar, Batı demokrasisi değerlerine ve küresel düzene uyumlu hale getirilemezse, medeniyetler çatışması olasılığının yüksek olduğu” tezinden yola çıkılarak; İslam coğrafyasının nasıl denetim altına alınacağına dair bir strateji önerilmiş,  dünya Müslümanları; köktendinciler, gelenekçiler, modernler (ılımlı İslam) ve laikler olmak üzere dört gruba ayrılmıştır.

Raporda, Amerika’nın İslam’ı kontrol altına alması için neler yapması gerektiği maddeler halinde şöyle sıralanmıştır (özetle)[59]:

  1. Önce ılımlı İslam’ı destekle. Bu kapsamda; özellikle mali destek sağla, liderlik modeli oluştur ve bu modele uygun liderler belirle. İslam’da devlet ve dinin ayrı tutulabileceğini (Lâiklik) bunun inanca zarar vermeyeceği aksine onu güçlendireceği fikrini destekle.
  2. Gelenekçilerin kusurlarını eleştir, ancak onları kökten-dincilere karşı destekle. Sufiliğin kabulünü ve popülerliğini teşvik et. Modernistlere yakın görüşten gelenekçilerin, modernistler ile ortak hareket etmelerini destekle.
  3. Köktendincilerle mücadele et. Bu kapsamda; yasadışı faaliyetlerini açığa çıkar, yaptıkları şiddet eylemlerinin olumsuz sonuçlarını gündeme taşı, kahramanlaştırılmalarını önle.

İşte bu bağlamda İslâm=terör denklemi bağlamında sözde “İslâmi terör”ün fikri kaynakları olarak, Başta şehid Seyyid Kutub olmak üzere şehid âlim Abdullah Azzam, Pakistanlı âlim, hareket adamı Mevdudî, hatta Ortaçağda Moğol istilasına karşı eşsiz bir direniş ve diriliş hareketi başlatan İbn Teymiyye batılılarca hedef tahtasına oturtulmuştur.

Buna karşın İslâm dünyasından Nasr Hamid Ebu Zeyd, Fazlurrahman, Tarık Ramazan ve Fethullah Gülen[60] gibi isimler; ılımlı, politik talebi olmayan ve Batı’nın politikalarıyla barışık gibi övgülerle(!) ön plana çıkartılmıştır.

Nitekim “RAND Corporation” raporunda Fethullah Gülen, Ilımlı İslam’ın en önde gelen liderlerinden biri olarak sunulmuş ve Gülen’in bilgecilikten (sofizm) kuvvetle etkilenmiş felsefesinin, farklılıklara hoşgörülü yaklaşmayı ve şiddeti dışlamayı esas aldığı ve özellikle gençleri çektiği ifade edilmiştir. Ünlü CIA görevlisi Graham Fuller de şöyle demekte: Batı, Fethullah Gülen gibi örnekleri görünce çok umutlanıyor. Çünkü Gülen, modern devlet ve toplumda İslam’ın nasıl bir rol oynaması konusunda geniş bir vizyonu temsil ediyor”[61]

Emperyalizme, küfrün küresel ifsadına karşı onurlu bir direnişin simgesi Usame Bin Laden 2011 Mayısında ABD tarafından şehit edilirken, Siyonistlerin ön planda olduğu Doğu-Batı Enstitüsü’nün,  2011 Yılı Barış Ödülü’nü Fethullah Gülen’e vermesinin mucib-i sebebi ortadadır.

Peki Fethullah Gülen gibilere bu kadar töleranslı davranan Batı’nın, Seyyid Kutub’u terörün başı saymalarının arka planında ne var? Seyyid Kutub’u  Firavnî sistemler açısından “tehlikeli” kılan fikirleri neler? Onun ‘Amerikan İslâmı’ diye isimlendirdiği Ilımlı İslâm’ı destekleyen küresel güçler, niçin özellikle Seyyid Kutub’u hedef tahtasına oturtuyor? Bunu Seyyid Kutub’un doğduğu yıllardaki İslam dünyasının durumunu hatırlatarak ve Seyyid Kutub’un çözümlemelerini özetleyerek burada zikredelim:

  1. yüzyılda Batılı ülkeler, sanayi inkılâplarını tamamlamış, dünya pazarını ele geçirme planları yapmışlardır. Özellikle hammadde ve Pazar imkânları bakımından cazip görünen Asya ve Afrika’daki birçok meskûn bölgeler, İslam topluluklarının yaşadığı yerler, Batı nüfuzunun saldırgan tesirlerine maruz kalmış veya işgallerine uğramıştır. Libya’nın İtalya, Magrib ülkelerinin Fransa, İran’ın İngiltere ve Rusya, Hindistan ve Mısır’ın İngiltere tarafından işgali, bu bölgelerde yaşayan Müslümanlar arasında sönmeyen tarihsel bir düşmanlığın temel kaynağını oluşturdu. Bu yenilgiler hem yöneticilerde hem de kamuoyunda üzüntülere, utanmalara ve telaşa yol açmıştır. Bu durum ayrıca dini hassasiyetin ayaklar altına alındığı kanaatini de doğurmuştur.

1920’lerde Türkiye ve İran’da, 1950’lerde ise Mısır ve Kuzey Afrika’daki diğer ülkelerde vuku bulan milliyetçi devrimler neticesinde vücut bulan siyasal iktidarlar Şeriatın (İslam hukukunun) bireysel ve sosyal alandaki bir kısım uygulamalarına müdahale etmeye başlamışlardır. Böylesi bir tehditle karşılaşan Müslüman toplumlar da ortaya çıkan İslamcı canlanışın amacı her açıdan İslam’ın ve Müslümanların bu bozulmuşluktan kurtarılmasıdır.

Genel manzarayı Suriyeli büyük âlim Said Havva’nın kaleminden nakledelim: “Müslümanların oldukça güçsüz, parçalanmış ve ezilmiş oldukları bir sırada hicri on dördüncü yüzyıla (miladi yirminci yüzyıl) girildi. Öte yandan batı toplumu teknik ve maddi açıdan bir tırmanış içerisindeydi. İslam âlemi bir şeyler yapmak istiyordu ama çoğu iç ve bir kısmı dış sebeplerle genellikle kendini aciz buluyor, başarıya ulaşamıyordu. Birinci dünya savaşı sonrasında daha da kötü bir duruma düşüldü. Batı emperyalizminin tehdidi altında bulanan bazı Müslüman ülkeler komünizm hareketiyle aldatılmış, kızıl emperyalizmin ağına düşmüşlerdi. İslam dünyasının haritasına şöyle bir kuşbakışı baktığımızda Avrupa’nın ortalarından ta Asya ve Afrika’nın hemen hemen tamamına yakınının çeşitli ideolojilerin sömürgesi küçük devletçikler haline dönüşmüş olduğunu görürüz. Buna “reaksiyon” olarak gerek önceleri gerekse sonraları birçok hareket ortaya çıktı. Bütün bu hareketler arasında, İslamcı hareketin gerçek doğuşu ve İslam için “kapsamlı” bir “yenilik” hareketi, üstad Hasan el-Benna’nın başında bulunduğu harekettir. İslam’ı, “bütün” yönleriyle ihya etme hedefine sadece o sahiptir. Müslümanların problemleriyle içinde yaşadığımız dünyayı bilen ve çözüm yollarını en güzel şekilde takdim eden odur…”[62]

Üstad Said Havva’nın belirttiği gibi 20.yüzyılda Hasan el-Benna, İslâm’ın inanç esasları çerçeve­sinde içtimaî, hukukî ve siyasî uygulama­lar ekseninde bağımsız ve topyekûn bir hayat görüşü ortaya koyma yönünde fa­aliyet gösteren âlimlerin öncüsüdür.

Seyyid Kutub, Hasan el-Benna’nın İslam dünyasına kattığı kattığı faaliyetçi ruhu, devrimci ruha dönüştürmüştür. Hasan el-Benna’nın kafasında bir “İslam Devleti” fikri vardı, bunun için yoğun bir faaliyet içine girmiş, gece gündüz durmadan çalışırken suikast sonucu öldürülmüştü. “İslam Devleti” kavramı Benna’nın kafasında genel olarak oluşmuş, üzerinde iyice çalışılmış değildi. Ama şuna inanıyordu; “Yeryüzünde Müslümanlar devletsiz kalmış, yabancıların boyunduruğuna girmiştir. Bu nedenle yapılması gereken acilen yabancı boyunduruğundan kurtulmak ve kendi devletimizi kurmak için çalışmaktır.” Seyyid Kutub da ise bu düşünce daha çok “devrim” olayına dönüşmüştür. Hasan el-Benna’da “faaliyet”, Seyyid Kutub’da “yöntem” söyleminin daha baskın olması bundan dolayıdır.

Seyyid Kutub’ta öne çıkan “siyasi” vurgu çağdaş İslamcılık tarihi açısından önemli bir aşama olarak kabul edilmelidir. Çünkü o “yöntem” üzerine yaptığı ısrarlı vurguyla İslam siyaset felsefesinin oluşumuna çok önemli katkılar sağlamıştır.

Seyyid Kutub “rabbani yöntem” veya “peygamberi metod” adıyla geliştirdiği siyasi projeyle daha çok İslam devletinin “ne olduğu” değil “nasıl kurulacağı” üzerinde kafa yormuştur. Yani “amaç” üzerinde değil daha çok “araç” üzerinde yoğunlaşmıştır. “Bu din rabbani bir din olduğu gibi onun çalışma yöntemi de rabbanidir”[63] meşhur sözüyle bir dizi ilke belirlemiş, buna “rabbani hareket metodu” demiştir. Bununla kasdettiği “gerçekçi, ciddi, olumlu, dinamik, aşamalı, davayı önceleyen, hedefi net, kolay, tevekkül üzere bir İslami hareket”[64] anlayışıdır.

Seyyid Kutub’a göre bu niteliklere sahip bir İslami hareket, “devlete” şu adımlardan geçerek ulaşacaktır; “Önce özel niteliklere sahip İslami bir cemaat oluşturulacaktır. İslam’a iman edilmesinin hemen ardından pratik, müşahhas, görünen, dinamik ve organik bir topluluğun ortaya çıkması zorunludur. Canlı bir organizma olan “cahiliyye”ye karşı ona denk canlı bir İslam toplumu çıkmak zorundadır. Yoksa her şey sadece teoride kalınmış olacaktır…”[65]

Böylesi bir cemaatın oluşumu aynı zamanda kaçınılmazdır. Çünkü bu din (İslam) kendisine inanan üç kişi olduğunda şunu demektedir; ‘Şu anda sizler bir toplumsunuz; bağımsız bir toplum. Bu akideyi kabul etmeyen cahili toplumdan ayrı bir toplumsunuz. Bu akidenin temel değerlerinin egemen olmadığı toplumdan ayrı bir toplumsunuz… İşte bu takdirde Müslüman toplum fiilen ortaya çıkmış demektir. Üç on, on yüz, yüz bin, bin oniki bin olacaktır. Böylelikle İslam toplumunun varlığı ortaya çıkacak ve kesinlik kazanmış olacaktır. Fakat İslam akidesinin karakteri hiç bir kimsenin saklanmasına, gizlenmesine imkân vermemektedir. Böylesi bir topluluğun hareket halinde olması kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü hareketlilik onun akidesindedir, kanındadır, organik toplumun oluşumundadır…”[66]

Yeni topluluğun temel nitelikleri şunlar olacaktır; akide bağı etrafında toplanmak ve organik cemaat niteliği kazanmak. Zira ancak böylesi bir cemaat büyük hedefleri gerçekleştirebilir, geniş çaplı ıslahatlar yapabilir. Fakat bu hedefe giderken esasa yönelmek ve ayrıntılara takılmamak gerekir…”[67]

Yeni topluluğun eğitim sistemi (yol azığı) ve beslenme kaynakları tıpkı ilk Kur’an neslinde olduğu gibi Kur’an ve Sünnet olacaktır. Cemaat insanlarını bu iki kaynakla yetiştirecektir…”[68]

İslami hareket cahiliyyeyi ortadan kaldırıp İslam’ı hakim kılmak için “beyan” ve “hareket” aşamalarını takip edecektir. Bunun anlamı şudur; Yeni topluluk, esastan (tevhid: la ilahe illallah) başlayarak İslam’ı açık ve canlı bir şekilde topluma anlatır, tebliğ eder. Daha sonra cahiliyyenin maddi gücüne denk birİslami güçle karşı koyar, fiilen hareket geçer… “[69]

Zafere ulaşmak için sabırlı, dirençli, Allah ile daima bağlantılı, ihtilaf ve iç çekişmelerden uzak, sağlam karakterli olunacaktır. Dava davetçiden önce gelecektir. Davanın menfaati adına rabbani metoddan uzaklaşılmayacaktır. Cahiliyyeden koparak bağımsız olunacaktır…”[70]

Seyyid Kutup, görüldüğü gibi “Allah’ın hâkimiyetinin” sağlandığı bir “İslam devleti” için gerekli çalışma stratejisi üzerine yoğunlaşmaktadır. Onda derin felsefi analizler ve teorik birikimden ziyade siyasi pratiğe yönelik coşkulu bir “faaliyetçi” söylem vardır. Bu söylemin etkisiyle İslam dünyasının değişik yerlerinde ondan ilham alan birçok hareket “devrimci” oluşumlar meydana getirmişlerdir. İslam dünyasının değişik coğrafyalarında yaşayan farklı ırk ve kültürlere mensup pek çok İslami hareket bağlısı tarafından adeta ortak bir model kabul edilmiştir  Seyyid Kutub.

Sonuçta Seyyid Kutub; Din sadece ibadet ve merasimlerden ibaret değildir; yeryüzünde adaleti tesis etmek ve zulme başkaldırmak esası üzerine kurulu bir yaşam biçimidir. Adaletsizliğe ve zulme sebep olan Suret-i Hak’tan bile görünse tağuttur. Tağuta itaat şirktir, onu ortadan kaldırıncaya kadar mücadele vermek Müslüman olmanın gereğidir söylemiyle yeni bir mücadele fıkhı oluşturmuştur. Üstad Seyyid Kutub’u şeytani odaklar nazarında tehlikeli kılan en önemli husus; onun İslâmî düşünceyi bâtıl ve hurafelerden, tüm cahilî fikir kırıntılarından temizlemek istemesi; dahası İslâm’ın bir din/sistem olarak kendi başına bir bütünsellik taşıdığını belirtmesi, bu hayat nizamının günümüzde yeniden nasıl tesis edilebileceğine dair pratik öneriler sunması ve İslâm’ın modern dünyanın vicdanı olabileceğini vurgulamasıdır.

Bu bölüme araştırmacı yazar Servet Kızılay’ın tespitleriyle son verelim: “Seyyid Kutub’un “terör” listesinin başında yer alması siyasal kavramların varlığında bulabileceğimiz bir şeydir. Onun ‘Selefî’ yahut ‘Vehâbî’ bir “sapkın” olması ise söylem türü olarak “Türk Müslümanlığı, Anadolu İslâmı” ile alakalı bir ekseni gösterir. Burada ‘Selefîlik-Vehâbîlik’ teolojinin semantik alanında görünüş itibariyle kalmıştır daha doğrusu siyasal alanın semantik bir parçası olarak yeni anlam kazanmış, yeni bir anlam alanı ortaya çıkarmıştır.

Seyyid Kutub’un yerleştirildiği konumu anlamak için iç ve dış unsur olmak üzere iki mühim unsurun hesaba katılması gerekir: İlki ‘Türk Müslümanlığı’ndan kaynaklanan anlam, diğeri ise “İngiliz-Yahudi Medeniyeti”nden kaynaklanan anlamdır. Seyyid Kutub’un fikri ve ameli sisteminin ‘Türk Müslümanlığı’nın temel formlarıyla sistemiyle tamamen çatışması, onun Cumhuriyet İdeolojisi tarafından bertaraf edilmesini kolaylaştırmıştır. Bu bertarafta dinsel ve duygusal alanda yürütülen işlemlerin siyasal alanda karşılıkları bulunmuş ve alınmıştır. İkincisi ise daha büyük bir tehlike olarak saldırılarını artırmış olan, girdikleri her yeri kan denizine çeviren mega emperyalist “İngiliz-Yahudi Medeniyeti”dir. Sadece Ortadoğu değil tüm dünya bu ‘İngiliz-Yahudi terörü’nden yeterince nasibini almaktadır. Siyasal kavramların bu ‘İngiliz-Yahudi terörü’nün hakimiyet alanını artıran araç-gereç olarak kullanılması, Seyyid Kutub’un dünya ölçeğinde “terör listesinin” başında yer almasını ve öyle takdim edilmesini sağlamıştır. O, “Emperyalizmin uşağı, yerel bir ayağı, bir uzantısı” olarak gördüğü Mısır devlet ideolojisine karşı aldığı siyasi tavrı yüzünden hayatına mâl olacak  bir  cezalandırma ile karşılaştı fakat kendisini katleden siyasi iradenin varlığı, şimdilerde hesabına çalıştıkları tarafından tehdit altına düştü.”[71]

2) TEKFİRCİ OLDUĞU İTHAMI:  Türkiyeli bir akademisyen diyor ki: “Kutub, hicri 690-700 yılları arasında Moğol istilasını en acımasız şekilde yaşayan ve bunun sonucu olarak sert söylemlerde bulunan İslâm âlimi İbn Teymiye’den (661/728) ödünç aldığı kavramla Müslüman toplumu cahiliye içinde ya da “bir cehalet hali üzere” yaşayan, yani gerçek İslâm’dan yoksun toplum olarak vasıflandırmıştır. İslâmî terminolojide “cahiliye” terimi, ilk olarak Arabistan’daki İslâm öncesi putperest toplumu tarif için kullanılmıştır. Fakat önce İbn Teymiye’nin, ardından da Kutub’un kullanımıyla “cahiliye” terimi, İslâm’ı gerçek anlamda yaşamayan ve fiilen hâlâ günahkâr olarak yaşadıklarını iddia ettikleri çağdaş Müslüman toplum için kullanılmaktadır. Dolayısıyla bizzat günümüz Müslüman toplumu da “kâfir” olarak nitelenebilmekte, bu da toplumun lanetlenip uzaklaşılması gereken bir tekfir sürecine yol açmaktadır.”[72]

Seyyid Kutub’un tekfirci olduğu yukarıda naklettiğimiz üzere çokça iddia edilmektedir. Baştan ifade edelim ki;  Tekfir meselesi İslam ümmetinin en büyük sorunlarından biridir. Bu sorun sahabe döneminde Hariciler ile başlayıp günümüze kadar devam ede gelmiştir. Tarihin belli aralıklarında artış gösteren bu hastalık son zamanlarda yine nüveleşmeye başlayan bir hastalıktır. Bu hastalığın tedavisi zor fakat gereklidir. Tekfir, ümmete her anlamda zarar veren ve İslam düşmanlarını sevindiren bulaşıcı bir hastalıktır. Tekfir iki tarafı keskin bıçak gibidir. Tekfir edeni veya edileni keser. İki taraftan birine zarar verir. Bu durumda tekfirden sakınmak asli vazifelerdendir. [73]

Seyyid Kutub’un vahye dayanmayan toplumları “cahiliye toplumu” olarak nitelendirdiği bir hakikattir.Ama Müslüman olduğunu söyleyen fertleri tek tek tekfir etmek gibi bir anlayışın ona ait olmadığını net bir biçimde ifade edebiliriz.Peki Seyyid Kutub’a niçin tekfirci suçlamasında bulunulmaktadır?

Seyyid Kutub diyor ki: “İslam, Allah’tan başka ibadete layık hiçbir ilah olmadığına şehâdet etmektir. Allah’tan başka ibadete layık hiçbir ilah olmadığına şehâdet etmek ise; bu kâinatı yaratan ve onda dilediği gibi tasarrufta bulunan tek yaratıcının, kulların ibadet şekillerini, bütün faaliyetlerini ibadet olarak kendisine sunacakları, kulların şer’i hükümleri kendisinden alacakları ve kendisine boyun eğecekleri tek varlığın yalnız Allah olduğuna iman etmektir.

Herhangi bir kimse Allah’tan başka ibadete layık hiçbir ilah olmadığına bu kapsamı ile şehâdet etmeyecek olursa, gerçekte o şehâdet getirmemiş ve henüz İslam’a girmemiş demektir. Adı, lakabı ve soyu ne olursa olsun, değişen bir şey olmaz.

Eğer herhangi bir toprak parçası üzerinde bu kapsamı ile Allah’tan başka ibadete layık hiçbir ilah olmadığı şehâdeti gerçekleşmeyecek olursa orası, Allah’ın dinine göre yönetilen bir toprak parçası değildir ve İslam’a henüz girmemiştir.”[74]

Müslümanların tanıya geldikleri kâfirlerin çeşit­lerine ek olarak Seyyid Kutub, Müslüman’a bir tanım getirmektedir, öyle bir tanımdır ki bu; bu tanımın kendisine uymadığı her bir kimse aynı şekilde kafir­dir. Böyle bir tanımı sınırlandıran, belirleyen aşağı­daki dikkat çekici hususlardır:

a- Yüce Allah’ın vahdaniyet, yaratıcılık, kâinatın her türlü işlerinin yöneticiliği (kayyumiyet) gibi sı­fatlarına iman etmek gerekir.

b- Namaz ve zikir gibi ibadet çeşitlerinin Al­lah’tan başkasına takdim edilmesi küfürdür. Müslü­man kimse, bu gibi ibadet çeşitlerini Allah’tan baş­kasına sunamaz. Helal ve haram ile ilgili konularda Allah’ın hükümlerinden başkasına boyun eğmez.

c- Helal ve haram ile ilgili hükümleri Allah’tan başkasından almak küfürdür. Müslüman bir kimse ancak Allah’ın helal kıldığını helal ve ancak Allah’ın haram kıldığını haram kabul eder ve şerayi’ diye ifa­de edilen helal ve haram hükümleri ile ilgili olarak O’nun hükümlerinden başkasına asla boyun eğmez.

İşte bu üç husus Lâ İlâhe İllallah’ın kapsadığı anlamın çerçevesine direkt olarak girer. O halde bunlar tevhidin şartıdır ve ancak bunlarla birlikte kişi muvahhid olabilir, değilse olamaz.

Açıkça görüldüğü gibi, anlaşmazlık ilk iki şart çerçevesinde olmayıp, -şayet söz konusu olursa- üçüncü şart ile ilgilidir. O da teşriin kendisinden alı­nacağı makamın yalnızca Allah olduğuna itikad et­mektir.

Seyyid Kutub, bu noktayı şöyle açıklamıştır: “Bir defa daha şunu görüyoruz ki, hükümran­lık konusunda Allah ile çekişmeye girmek, dinden ol­duğu zorunlu olarak bilinen bir hüküm konusunda çekişmeye girdiğinden böyle kimseyi Allah’ın dinin­den çıkartır. Çünkü böyle bir çekişme onu yalnızca Allah’a ibadet etmek çerçevesinden dışarıya çıkartır. Böyle bir çekişmeye giren kimseleri kesinlikle Al­lah’ın dininden çıkartan şirk, işte budur. Bu çekiş­meyi yapan kimsenin iddiasını kabul eden, ona itaat eden ve Allah’ın hükümranlığını ve özelliklerini gasp etmesine karşı kalplerinde herhangi bir red bulun­mayarak itaat eden kimseler, onlar da berikiler de Allah’ın ölçüsünde birbirine eşittir. “[75]

Buna göre açıkça ortaya çıkıyor ki Merhum Seyyid Kutub, hiç bir Müslümanı tekfir etmiyor. Aksine o çoğu kimsenin kâfir olduklarını fark edemediği bir kısım insan türünün kâfir olduklarına dikkat çeki­yor, o kadar.

Bu yorumları Seyyid Kutub’a tekfirci yaftalamasında delil olarak kullanılmıştır. Oysa Seyyid Kutub’un, Mısır halkının tümünü tekfir etmediğini onun mah­keme konuşmalarından öğreniyoruz. Bu konuşmaların birinde Seyyid Kutub şöyle demektedir: “Biz insanları tekfir etmiyoruz. Bu çarpıtılmış bir na­kil… Biz diyoruz ki insanlar inanç sisteminin hakika­tini bilmemeleri, onun gerçekten ne demek olduğunu kavrayamamış olmaları ve İslamî yaşantıdan uzak bulunmaları bakımından, cahiliye toplumunu andı­rır bir hale gelmiştir…”[76]

Seyyid Kutub’un küçük kardeşi Muhammed Kutub, kendisine ve ağabeyi Seyyid Kutub’a yapılan tekfirci ithamıyla ilgili şöyle demekte: “Kimileri mevcut ne­sillere kâfir oldukları hükmünü vereceğimizi tasav­vur ediyorlar… Diğer kitaplarda sorunumuzun in­sanlarına hüküm çıkarmak olmadığını… yazdık. Bu­gün İslam topraklarında yaşayan insanlara İslam veya küfür hükmü vermemiz onları cehenneme ya da cennete koyacak değildir… Bugün İslam toprakların­da yaşayan toplumlara “cahiliye toplumları” dediğimizde bununla ehlinin Müslüman olmadığını onlar­da küfür olduğunu kastettiğimizi zannedenlere de burada diyoruz ki; topluma verilen bir hüküm şahıs­lara münsarif (için) değildir. Bugün İslam toprağın­da yaşayan insanlar karmaşık bir yapı gösteriyorlar, tek bir hükme girmezler. Şüphesiz içlerinde Müslümanlar vardır. Bunu zahire göre söylüyoruz. Çünkü La İlahe İllallah diyor, ibadet edip cahiliyeyi reddede­rek Allah’ın dinini arzu ediyorlar. İçlerinde şüphesiz kâfirlerde vardır. Çünkü La İlahe İllallah deseler de Allah’ın dininin üstünlüğünü reddediyorlar… İnsanlar günümüzde bu durumun İslam’dan kop­mak olduğunu ve imanın aslını yıkacağını bilmiyor olabilirler. Bu insanlar hakkında hüküm verme problemine dalmak istemiyoruz…”[77]

Seyyid Kutub’a yapılan tekfirci ithamı konusunu araştırırken Fethullah Gülen çevresinin çıkardıkları Yeni Ümit dergisinde Prof Dr. Mesut Erdal’a ait bir yazıda şu ilginç paragrafa rastladık. Genel manada Seyyid Kutub’u öven bir bir havada yazılan makalenin bir yerinde yazar:

“Seyyid Kutub’un siyasî yönünün bulunduğu ve bazı eserlerinde o günün sıkıntılı ve ağır şartlarını yansıtan yorumları olmuştur. Aslında sert yorum ve mesajlarını o günkü konjonktürü düşünüp empati yapabilirsek daha iyimser değerlendirmemiz mümkündür. Onun ve mensup olduğu cemaatin çektiği işkenceler, acılar ve imtihanları göz önüne getirelim: Başta Müslüman olduğunu iddia eden ve İslâmiyet’i hiç kimseye bırakmayan birileri iktidarda. Ama aynı iktidar, tüm Müslümanlara kan kusturuyor. Hapishanelerde işkence altında can verenler vs.. Öyle bir psikolojik ortam oluşturulmuş ki, sanki radikalizm hortlatılmak istenmiş ve bunun ortamı olgunlaştırılmış. Ayrıca Seyyid Kutup hapisteyken, onun sinirlerini bozucu ve ruhî dengesini alabora edici bir kısım ilâçlar verilip verilmediğinden de emin değiliz. Elhâsıl, Kutub’un sert yorumlarını o gün itibariyle üzerinde uygulanan fizikî ve psikolojik baskıyla irtibatlandırmak en doğrusudur. Eminim ki Kutup normal şartlar altında yazacağı bir eserde insanları tekfir edici ve sert ifadeler kullanmazdı.[78] demektedir.

Aydın Aktay bu konuda şunları demekte; “O´na yöneltilen haricilik ithamı ise elbette ki tekfirci olduğu yaygarası ile birlikte anılmaktadır. Gerçekte böyle olmakla ya da böylesi bir tavırla Seyyid Kutub´un anılması, yukarıda işaret edildiği gibi hiçbir düşmana işaret etmeden sadece düşmanın niteliklerini ortaya koyması ile birlikte değerlendirilmesi ile ilgili bir yanılgıdan kaynaklanmaktadır. Seyyid Kutub okumalarının bu noktada gösterdiği en kestirme sonuç; kimin kâfir olduğu ile değil neyin insanı kâfir kıldığı ile ilgilenilmesi gerektiğidir. Yani kısaca Seyyid Kutub, eserlerinde “asla şu veya bu kâfirdir” dememiştir. Ancak, kafirin, müşriğin, münafığın vasıflarını, niteliklerini tarif etmiştir. Tekfirci olarak algılanması ise asla Seyyid Kutup düşüncesinin değil O´nu bu şekilde algılayanların sorunu olmaktadır.

Bunun dışında hapishane koşullarında ve de İhvan´da bulunduğu süreç boyunca maruz kaldığı uygulamaların kendisini bazı konularda çok hassaslaştırdığı ve de agresifleştirdiği iddiaları da fazlasıyla Freudyen bir bakış açısının ürünüdür. Çünkü baştan sona tüm eserlerinde Seyyid Kutub´un itidali ve de sağduyuyu elden bırakmayan düşüncelerini, her zaman aynı kararlılıkla İslamı ve Müslüman haklarını savunan tavrını, aynı duygusal coşku ile Kur´an´ın edebi tasvirini yaptığını; “Kur´an´da kıyamet sahneleri”nde de “İslam Düşüncesi” kitabında da aynı istikrarla aynı ruh halini yine aynı üslupla yansıttığı görülür. Yani, değişen bir ruh halinin işaretlerinden çok aynı kafa, ruh hali ve kalemden çıktığı açıkça belli olan bir üslup, her eserinde her döneminde dikkat çekici ve tanıdıktır.”[79]

Tekfir bâbında[80] son olarak şunu söylemeliyiz ki; İçinde bulunduğu İslami hareketin zaaf noktalarını iyi bir şekilde tespit eden ve bu noktada çıkış yolları sunan Seyyid Kutub, düşüncelerini yeterince sağlıklı bir şekilde açıklama imkânı   bulamadan   bu   dünyadan   ayrılmıştır. Dolayısıyla Kutub’u farklı şekillerde anlayan ihvan’ın gençleri arasında düşünce ayrılıkları olmuş ve ihvandan ayrılarak farklı gruplar oluşturmuşlardır. Ama kim ne derse desin, Mısırlı gençliğin yüreğinde ve zihninde uzlaşmacı ve ıslahatçı mantık değil, Kutub’un tavizsiz ve inkılâpçı tutumu daha fazla yer etmeye başlamıştır.

İdamından sonra Kutub’un düşünceleri ile irtibatlandırılan “tekfir” konusundaki münakaşalar, Mısır’daki Ebu Zabel Tarra’daki tutuklulara ve askeri hapishanelerdeki Müslüman mahkûmlara Mısır polisinin, devlet başkanı Nasır’a itaati ve onun adil bir halife olduğunu kabul etmelerini dayatmaları sonucunda kızışmış,  Müslümanlara haksız İnfaz ve işkenceyi reva gören Mısır yönetimi karşısında susan veya destek anlamına gelen açıklamalarda bulunan bazı ulema ve İhvan üyelerini, dayatmalar karşısında uzlaşmayan tutuklu diğer İhvan üyeleri tekfir etmeye başlamışlardır. Bu durum Mısır Müslümanları arasındaki ilk ciddi bölünüşü hazırlamış, “Tekfir ve’l-Hicre Cemaati” olarak nitelendirilen   akımın lideri selefi eğilimli Mustafa Şükrü’nün, Seyyid Kutub’un kitapları dışında yenilerden hiç bir kitap okumaması değişik spekülasyonlara neden olmuştur.

Seyyid Kutub’un düşüncelerinden etkilenen kimi Müslüman gruplar (“Tekfir ve’l-Hicre Cemaati” başta olmak üzere), Seyyid Kutub’un cahiliyeye bakış ve cihad anlayışından yola çıkarak, içinde yaşadıkları toplumu cahiliye toplumu olarak görerek, tekfir etmiş ve bu toplumla mücadelenin de ancak ve yalnız silahla yapılması gerektiğini düşünmüşlerdir. Bu nedenle Mısır’da, Suriye’de ve daha birçok yerde, geçmişte ve bugün bu yolu takip eden, sadece silahlı mücadeleyi esas alan gruplar mevcuttur. Bugün (adı henüz duyulmuş bir-iki yazarı saymazsak) tekfirde aşırı giden grupların kaynak aldığı en önemli yazar Seyyid Kutub’tur. Ancak biz Seyyid Kutub’un -örtüşen birçok fikri­ne rağmen- tekfirde aşırı gidenlerden beri olduğuna inanıyoruz. Ancak bir talihsiz vakıa vardır ki onun bu hareket metoduyla ilgili görüşleri­nin tekfir malzemesi olarak kullanılmasıdır.

Seyyid Kutub’un düşünceleri ve yaptıkları iyice tahlil edildiği zaman tekfir anlayışının yanlış olduğu görülür. Çünkü Seyyid Kutub, şartlar ne olursa olsun cahiliye ya da şirk toplumlarına karşı hemen silahlı mücadelenin verilmesi gerektiğini savunmamıştır. Tam tersine, o silahlı cihadın, şartlar oluştuğu zaman yapılması gerektiğini savunmuştur. Ancak, şirk toplumlarında insanların omuzlarına kene gibi yapışmış sömürücü kapitalistlerin, emperyalistlerin ve tağutların hiçbir zaman tatlı dil ve beyanla da yola gelmeyeceklerini, mutlaka, bunlara karşı kıtal anlamında cihadın yapılması gerektiğinin de bilinmesi gerektiğini ifade etmiştir.

  3)SAPIK, MEZHEBSİZ HATTA KÂFİR(ZINDIK) OLDUĞU İTHAMI: Ne gariptir ki Seyyid Kutub yukarıda zikrettiğimiz üzere tekfirci olmakla suçlanırken, bazı kişiler ve gruplar kendisini tekfir etmişlerdir. Türkiye Gazetesi grubu başta olmak üzere bazı tarikat ve gruplar, hayatını kâfirlerle ve emperyalistlerle mücadeleye adayan şehid Seyyid Kutub’a mezhepsiz, hatta kâfir (zındık) gibi iftiralarda bulunmuşlar, söylenmedik söz bırakmamışlardır.

Bu iftiraları atanları ciddiye almıyoruz ama internet ve bedava dağıtılan kitaplarla bu ithamlarda bulunanlara araştırmadan inananların varlığını görmek, bizleri bu ithamlara karşı cevap vermeye mecbur bırakıyor. Önce bu zevatın iddialarını nakledelim:

“Hiçbir dine inanmadığı halde Müslümanları aldatarak imanlarını yok etmek, İslâmiyeti içerden yıkmak için Müslüman görünüp küfre sebep olan şeyleri isbat etmek için delilleri yanlış tevil edene ZINDIK ve FEN YOBAZI denilir. Bid’at sahiplerine ve mülhitlere ve bunların yolunda olan cahil taklitçilere mezhebsiz denir. Mezhepsiz ve iman hırsızları olan zındıklar dinde REFORMCU olarak ortaya çıkmaktadırlar.” [81] ”Seyyid Kutup’un kitaplarında, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırması, kendi sosyalist düşüncelerini İslâmiyet olarak tanıtmaya kalkışması, Fizilal-il Kur’ân Tefsiri’nde âyet-i kerîmelere yanlış mânâ vermesi onun dinde reformist olduğunu açıkça göstermektedir.”[82] “Seyyid Kutub kitaplarını belli bir mezhebe göre yazmamıştır. Seyyid Kutub’un bazı fikirleri Şafiîye uyar, bazıları Hanefiye uyar, bazıları da Vehhâbiliğe uyar. Bazıları Rafiziliğe uyar. Bazıları ise sosyalistliğe uyar, bazıları ise dinsizliğe uygundur. Hâlbuki bir kimsenin yazdığı kitapları hep bir mezhebe uysa, bir tanesi başka bir hak mezhebe uysa mezhepsizlik olur. Seyyid Kutub’un ise hangi mezhebe göre yazdığı meçhuldür. İncelendiğinde bazen hak mezheplere uyduğu yerleri oluyor, bazen hümanistliğe ve sosyalistliğe uyan yerleri oluyor…”[83]

Öncelikle şunu ifade edelim ki; Cahil kimselerin Seyyid Kutub’a dair en büyük yanılgıları, onun hayatını bir bütün olarak ele almalarıdır. Oysa Seyyid Kutub’un hayatı -herkes tarafından bilinmektedir ki- 2 bölümde incelenir:

1- İslam’a Yönelişten Önceki Aşama

2- İslam’ı Hakkıyla Anladığı Aşama.

Seyyid Kutub’un akidesi netleşmeden önce yazmış olduğu, akideye ters düşen yazı ve sözleri sanki Müslüman olduktan sonra da aynı düşüncedeymiş gibi insanlara yaymaya çalışan ve ona reddiyeler yazanlar; iki dönemini bir birinden ayırmadan reddiye yazıp kendisini  tekfir  etmişlerdir.

İslam’a yönelişten önceki dönemdeki kitaplarındaki bazı sözlerini delil alarak “Seyyid Kutub sahabeleri kötülüyor, Seyyid Kutub şia inancına sahip” vb. sözlerle onu karalamak gerçekten son derece tehlikelidir. Çünkü Seyyid Kutub, cahiliye dönemiyle hiçbir bağlantısı kalmadığını İslâm’la şereflendikten sonra açıklamıştır.

Kanaatimizce Seyyid Kutub’u Müslüman olduktan sonra, Müslüman olmadan önceki durumundan dolayı tenkit ve tekfir etmek aynen; sahabelerin cahiliye döneminde işlemiş oldukları şirk ve küfürlerinden dolayı tekfir etmek gibidir.

Şimdi gelelim Mezhepsiz dedikleri Seyyid Kutub’un Mezheb hakkındaki görüşlerine:

Seyyid Kutub’un sorunu iman ve İslâm sorunudur. Mezhepler konusunda bir problemi yoktur. Çünkü onun özellikle üzerinde durduğu ve konu olarak işlediği, İslâm’ın kendisidir. Mezhepleri kabul etmek veya red etmek, bir veya bazı mezhepleri küçültmek, şu veya bu mezhebi tercih etmek veya bu mezhebin iyiliklerini veya kötülüklerini sergilemek gibi bir sorunu yoktur. Çünkü Kutub, batılı kâfirlerin, doğulu mülhitlerin İslâm’a yönelttiği iftiralara cevap vermiştir. Reddiyede bulunduğu insanların hiç biri İslâm’a inanmıyorlar ki, mezhebi görüşlere inansınlar. Allah ve Resulünün bildirdiklerinin dışına çıkılmadığı sürece, hiçbir mezhepten bahs etmese de bir kitaba ve müellifine ta’n edemeyiz. İmam Buhari de Camiüs- Sahihinde hangi mezhepten olduğunu beyan etmiyor diye kalkıp İmam Buharinin kitabına taarruz mu edelim?

Zaten Üstad Seyyid Kutub fıkıhla uğraşıp fıkhî fetvalar vermediği gibi, bu şartlarda öncelikle teorik fıkıhla uğraşmanın yersiz olduğuna da inanmaktadır. Onun problemi mezheplilik veya mezhepsizlik değil, batılın bütün çeşitleriyle İslâm’a saldırdığı bir dönemde İslâm’ın gerçeklerini ortaya koymak ve Hakkın sesini yüceltmektir. Kendisinin her zaman tekrarladığı “Allah’ın dininin üstün olmadığı bir yerde fıkıh ahkâmı kesmekle uğraşmak anlamsız ve ciddiyetten uzaktır”[84]sözü bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır.

Onun mücadelesi mezhep mücadelesi değil; iman, küfür mücadelesi olarak algılamamız gerekir. O kardeşi Muhammed Kutub’un[85] deyişiyle “Şehadet kelimesinin anlamını ortaya koyma ve anlatma çabası” içindeydi.

Seyyid Kutub’un mezhepleri reddetmeyip kabul ettiği şu görüşlerinden anlaşılmaktadır:  “Ortada nass varsa, hakem odur. Nass bulunduğu ve delaleti sarih olmadığı yerde ictihad ortaya çıkmaktadır. Bu da arzu ve heveslere göre değil, Allah’ın dininde belirlenen ilkelere göre yapılır. İctihad için belirlenen ilkeler de açık ve bilinmektedir. Kapalı bir tarafı yoktur. Hiçbir kimse kendi yanında uydurduğu bir hükme bu Allah’ın dinidir diyemez.”[86]

Seyyid  Kutub’un  reformculuğuna gelince; İlk önce reformdan neyi anlıyoruz? Reform nedir? Kısacası ortaçağda ilim ve ilmi verilere karşı mücadele eden Hıristiyanlığın akıl almaz tutumuna karşı bir başkaldırı hareketi başlar. Gelişen ilmi keşiflerinde desteğinde bir zamanların kendi dogmatik düşünceleri uğrunda ilim adamlarını yakan kilise yavaş yavaş kendini yenilemek zorunda kalır. Aksi takdirde bütünüyle silinip yok olacaktır. Ve Almanya’da başlayan İncil’in tercümesi ve Luther hareketi ile reformlar başlar. Hıristiyanlıkta olduğu gibi katı kurallar İslâm’da olmadığı ve ilme karşı olmadığı için reforma ihtiyaç hâsıl olmamıştır.

Seyyid Kutub’un reformculuğu da diğer iddia ve iftiralar gibi gerçekle ve ilmi araştırmayla alakası yoktur. Kuşkusuz ki Seyyid Kutub, dinde reformcu değil İslâm inkılabçısıdır. Batılın her çeşidine ve donukluğa karşı inkılabçıdır.

İslâm Düşüncesi adlı eserinde Seyyid Kutub şöyle der: “Bazı Müslümanların sandıkları gibi,biz İslâm’ın bir reforma ihtiyacı olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü her şeyden önce İslâm, kendi bünyesinde tam ve eksiksizdir. Bizim yapmamız gereken şey, eksik görüş,gaflet ve tembelliğimize çare bulmak,din karşısında tavrımızı düzeltmektir. Yeniden İslâmi bir hayat için dışarıdan getirtmek üzere yeni ilkeler aramaya ihtiyacımız yoktur. Biz terk edilmiş değerlerimize sahip çıkmaya ve onlara sarılmaya muhtacız.” Evet işte Seyyid Kutub’un reform hakkındaki görüşü budur. Başka bir yerde de şöyle der:“Söz konusu zorlama manevrasını keşfederek aşmak ve İslâm’ı reddederek Allah’ı tanımayan bir toplumda sözde İslâm Fıkhını Modernleştirme adı altında kalkışılan gülünç maskaralığa karşı koymak, İslâm davetçilerinin görevidir.” [87]
Seyyid Kutub’un kendisinin Rabbani Metod olarak nite­lediği inkılabi görüşlerini özetlersek; Bugün tüm dünya toplumları İslam’ın ilk geldi­ği günde -günlerde- karşılaştığı toplumlara benze­mektedir. Yani cahiliye toplumlarına benzemektedir. O halde bizler de cahiliye toplumunda ilk defa başla­yan mücadele ve tebliğ yöntemini dikkate almalıyız. Önce akide davasını anlatmalı ve sağlam birey­ler yetiştirmeliyiz. Bu bireyler aceleci olmamalı ve sabırlı olmalıdır. Asla taviz ve­rilmemelidir. Saflar iyice netleşmeli, yollar ayrılmalıdır. Akide yerleşmeden iktidar istenmemelidir. İk­tidar olunsa bile bu boşunadır. Çünkü iktidar ilk ve tek hedef değildir. Bunu peygamberlerin metodunda da görebiliriz.
“Bu dine sahip çıkanların şu gerçeği iyi bilmeleri gerekir. Bu din nasıl Allah’tan gelen bir din ise onun hareket metodu da aynı şekilde Allah’tan gelmiştir, esas tabiatına uygundur. Ve şurası bir gerçektir ki bu dinin hakikatini ameli metodundan ayırmak imkânsızdır.

İslam’ın bu şekildeki faaliyet metodunu öğrenince Mekke’de takip ettiği metodun esas olduğunu daha iyi kavrarız. Mekke devresi sadece ilk Müslüman cemaatin oluşumuna has bir merhale ve ona uygun bir metoddan ibaret değildir. Bu, her zaman ve her yerde takip edilmesi gereken metoddur. Bu metodu takip etmeden bu din asla hâkim olmaz.” [88]

4) SOSYALİST OLDUĞU İTHAMI: Bazıları onun yazdığı el-Adâletü’l-ictimâiyye fi’l-İslâm (İslâm’da Sosyal Adalet), Ma’reketü’l-İslâm ve’r-re’simâliyye (İslâm-Kapitalizm Çatışması) ve es-Selâmü’l-Âlemî ve’l-İslâm (Dünya Barışı ve İslâm) adlı kitaplarında, ilk bakışta sosyalist tesir altında yazıldığı intibaı uyandıracak ifadeler bulunduğundan hareketle, sosyalizmi savunmuş olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Hayatının düşünsel ve ahlaki aşamalarına ve eserlerindeki görüşlerine baktığımızda böyle bir iddiaya sadece iftira diyebiliriz.  Seyyid Kutub’un sosyalizmle ilişkisi konusundaki iddialara kardeşi Muhammed Kutub şöyle der:

“(Ağabeyim) 1947 yılında El-Fikrül Cedid dergisini çıkararak sosyal problemleri İslâm’ın bakış açısıyla ele almaya başladı. Burada hemen şunu belirtelim ki, ağabeyim Seyyid Kutub’un ne sosyalist,ne de komünist düşüncelerle ilgisi vardır. Sorunlara İslâm’ın bakış açısından bakıyordu. Bu nedenle sosyalist veya komünist görüşleri benimsediği tarzındaki iddialar tamamen yalan ve uydurmadır. Öyle tahmin ediyorum ki,Seyyid Kutub’un sosyalist veya komünist görüşleri benimsediği yolundaki iddialar,çıkardığı El-Fikrül Cedid adlı dergi ile o sıralarda komünistlerin çıkarmakta olduğu El-Fecrul-Cedid dergisinin adının birbirine benzer olmasından ileri gelmektedir… Ahmed Huseyn’in çıkarmakta olduğu El-İştirakiyye dergisinde de tamamen İslâmi makaleler yazıyordu. O günlerde Mısır, komünizm tehlikesi ve tehdidi altında idi. Komünistler genç beyinlere seslenmeye çalışıyordu. Seyyid Kutub, bu eserleri yazarak komünizme ihtiyacın bulunmadığı, komünistlerin yapmak istediği şeylerin daha mükemmel şekliyle İslâm’da bulunduğunu belirtmek istemiş ve komünizmin sahte maskesini indirmiştir.” [89]

Nitekim Seyyid Kutub, Komünizm ve Sosyalizm’e olan karşıtlığını da şu ifadelerle dile getirmektedir:

“Kapitalist ve Sosyalist batı, tam bir sömürgecilik zihniyetine sahiptir. Komünizm ise bizi bu kompradorlar zümresinden kurtararak ancak sadece dini inançlarımızı değil bütün hayati mukaddeslerimizi silip süpürecektir. İmani şerefimizi de yok edecektir. Ayrıca İslam Komünizm’in bireyi ezen, onun özel yeteneklerini yok eden adaletsiz eşitliğine de karşıdır. İslam, adaleti gerçekleştirirken, fırsat eşitliğini sağlıyor. Ancak bireysel yetenekler sebebiyle öne çıkanları da ezmiyor. İslam ferdi mülkiyeti ve bireysel farklılıkları kabul etmesiyle de Komünizm’den ayrılıyor. Ayrıca Komünizm mal sevgisini arttırıyor gerekçesiyle, aileye karşı çıkmaktadır. Oysa İslam, sosyal adaleti gerçekleştirirken sevgiye, merhamete, yardımlaşma duygularına önem verdiği için, aile kurumu da bu duyguların gelişimine en uygun ortam olduğu için aileye çok önem verir. İslam sosyal adaletini gerçekleştirirken kuru kurallara bağlı kalmaz. O vicdani temizliğe, sevgi ve samimiyete çok önem vermektedir. [90]

5) TASAVVUF DÜŞMANI OLDUĞU İTHAMI:  Kamuoyunda Mahmut Efendi diye bilinen Mahmut Ustaosmanoğlu bir sohbetinde: “Seyyid Kutub’un , Mevdudi’nin kitaplarını okuyup rabıtayı inkar ediyorlar. Ben bu hainlere kızıyorum. Niçin anlamadığın şeyi yazıyorsun da, milleti bu gerçek yoldan engelliyorsun? Niçin tarikatın aleyhine konuşuyorsun? Bu adamlar dini yıkmak için geldi. Okuyanlardan razı değilim. Ruhul Beyan, Alusi tefsiri okuyun. Kudsiyyeden bir beyt okuyun ondan daha iyi. O kitapları okumak (Mevdudi ve Seyyid Kutub’un kitaplarını okumak) piyes yapmak, ilahi söylemek yasak. Ben Rabbimin razı olmadığını demem.Eğer siz Rabbimi dinlemiyorsanız,ne yaparsanız yapın.” [91] demektedir. 

 

   Faideli Bilgiler adlı kitapta da Seyyid Kutub hakkında “Bakara suresinin 117. Ayetini tefsir ederken ‘yaratanın hiçbir benzeri yoktur. İşte burada vahdet-i vücut felsefesi tamamen İslâmi tasavvufun dışında kalır ve İslâm gayrı müslimlerin vahdet-i vücut anlayışını tamamen red eder.’diyerek Tasavvuftan hiç haberi olmadığını bildiriyor.”[92] denilerek Seyyid Kutub’un tasavvufu inkar ettiği iddia edilmiştir.

 

  Baştan ifade edelim ki; O kardeşi Muhammed Kutub’un deyişiyle “Şehadet kelimesinin anlamını ortaya koyma ve anlatma çabası” içindedir. Tasavvuf ve benzeri konular onun asıl ilgi alanına girmemektedir. Ama kitaplarının bazı bölümlerinde yer yer bu konulara değinmektedir. İsterseniz yukarıda zikredilen Bakara suresinin 117. Ayetinin tefsirini Seyyid Kutub’un kaleminden okuyalım. Seyyid Kutub şöyle diyor:

“İslâm düşüncesine göre varlıkların yaratıcısı, yarattığı varlıkların hiç birine benzemez. O tektir. Bunun doğal bir sonucu olarak İslâmi düşünce, Müslümanların dışındaki bir takım inanç mensuplarının anladığı gibi vahdet-i vücut kavramını red eder. Yani varlıklarla yaratıcı birleşik bir bütündür ya da varlık âlemi yaratıcının zatından kaynaklanan ışınlardan ibarettir veya varlık âlemi yaratıcının görülebilen bir sureti, bir yansımasıdır şeklinde ifade edebileceğimiz yahut aynı esasa dayalı başka bir biçimde anlatılabilen vahdet-i vücut kavramı İslâm düşüncesi ile bağdaşmaz. Fakat bununla birlikte İslâm düşüncesinde de “Tevhid” diye tanımlanan varlık bütününü kapsamına alan bir birlik vardır. Bu birlik, varlık âleminin aynı yaratıcı iradeden meydana gelmiş olması, gelişimini düzenleyen kanunlar sisteminin bir oluşu; yaratılışının, koordinasyonunun, kullukta ve saygıda Rabbine yönelişinin bir olması anlamındadır ”[93]
Şimdi sormak lazım, yani yaratanın hiçbir benzeri yoktur demek mi suçtur? Yoksa yaratan ile yaratılan birdir demek mi suç? Kendi kabahatini örtmek için Seyyid Kutub’un tasavvufu bilmediğini iddia etmek ne kadar doğrudur?

Şirk kokan sözlerin tasavvuf diye yutturulmasına Seyyid Kutub’un ve hiçbir muvahhidin tahammülü olamaz. Ama Allah cc’ın emirlerine, Rasulünün sünnetine, Ashabına tabi olma ve selef-i salihinin yolunda gitmek tasavvuf ise,-ki tasavvuftan anladığımız da budur- bunun en güzel örneğini Seyyid Kutub göstermiştir.

Seyyid Kutub, Mâide sûresinin “Ey müminler, içinizden kim dininden dönerse bilsin ki yakında Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O’nu severler, bunlar müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah’ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah’ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir.” mealindeki 54. âyetinin tefsirinde bakın ne diyor:

“Yüce Allah’ın, kullarından birini sevmesi; O’nu, kendisine vasfettiği biçimde tanıyan, sıfatlarıyla birlikte bilen, bir de bu sıfatların melodisini; duygusunda, benliğinde, bilincinde ve varlığında hissedenden başka hiçbir idrakin değerini ölçmediği bir şeydir. Evet, bu lütfun gerçek değerini, onu bağışlayanın hakikatini bilen takdir edebilir. Kimdir Allah? Bu dehşet verici evrenin yaratıcısı kimdir? Küçücük bir bedene sahip olduğu halde koca evrenin bir özeti sayılan insanı kim yaratmıştır? Bu yüceliğe, bu güce ve bu birliğe sahip olan kimdir? Kimdir tek başına egemen olan? Kimdir O ve sevgisinden lütfettiği kul kimdir? Evet, bunları kavrayan üstün, ulu, daima diri, öncesiz ve sonrasız ilk ve son, açık ve gizli olan Allah’ın yarattığı bu kula bağışladığı nimetin değerini de bilir.

Kulun Rabbini sevmesi de ancak tadına varan birinin algılayabileceği bir nimettir. Yüce Allah’ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, olağanüstü ve büyük bir olgudur. İnsanı bürüyen bol bir lütuf olduğu gibi, yüce Allah’ın kuluna doğru yolu göstermesi, kendini sevdirmesi ve hiçbir sevgide eşi ve benzeri bulunmayan bu güzel ve eşsiz lezzeti tattırması da, olağanüstü ve büyük bir nimet, insanı bürüyen bol bir lütuftur.

Yüce Allah’ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, ifadenin vasfedemeyeceği bir olay olunca; kullarından birinin O’na yönelik sevgisi de zaman zaman sevenlerin sözlerinde örneklerini görmekle beraber, ifade ve tasvir edebilmesi son derece güç bir olaydır. İşte gerçek tasavvuf adamlarının yükseldiği kapı burasıdır. -Ancak bunlar da, tasavvuf kisvesine bürünen ve uzun tarihlerinden bilinen bu, topluluğun içinde son derece azdırlar- [94]

Görüldüğü üzere Seyyid Kutub kaynağını Kur’an ve Sünnet’ten alan tasavvufa karşı değildir. O eserlerinde ilk dönem sahabenin zühd anlayışını savunurken, felsefenin etkisi altında gelişen felsefî tasavvufu ağır bir şekilde eleştirmiştir. Bütün bu hakikatlere rağmen Mahmut Efendi’nin böyle bilgisizce konuşması ve Mevdudi ve Seyyid Kutub gibi müstesna şahsiyetleri “Hain” olarak nitelendirmesi çok acıdır. Dünyadaki İslami hareketlerden haberi olmadığı bilinen Mahmut Efendi’nin yaşlılığından dolayı bu sözleri söylediğini zannediyoruz.

Tasavvuf ilmi ile ilgili tartışmalar ister lehte ister aleyhte olsun halen sürmektedir. Günümüzde tasavvufa karşı temelde iki tür bakış açısının olduğunu görmekteyiz; Onu şiddetle reddedenler ve İslami bir temeli olmadığını söyleyenler ve eleştirel bir tahlile / tenkide tabi tutmaksızın kabullenenler.

Görüldüğü gibi bu iki bakış açısı iki uç noktayı temsil etmektedir. Birincisi ifrat ederek İslam’ın ruh hayatı demek olan tasavvufu reddetmekte ve farkında olmadan İslami sadece kuru şekillerden/hareketlerden ibaret olan bir din boyutuna indirgemektedir. İkinci tür bakış açısı ise tefrit etmekte ve Tasavvufi mevzularda kendisine herhangi bir kıstas/ölçü belirlemediği için birtakım hurafelerin, İslam dışı görüşlerin, tasavvuf görünümünde İslam’a sızmasına sebebiyet vermektedir.

Bunun yanında  temkinli yaklaşmakla birlikte, tasavvufu kökten süpürücü bir mantıkla reddetmeyip İslami olan / İslami olmayan şeklinde ayırıma tabi tutan ve bu kritere uygun düşecek şekilde Kur’an ve Sünnet’e zıt olmayan İslami ahlak nazariyeleri oluşturmaya çalışan bakış açıları yok değildir. Kanaatimizce en doğru olan da budur. Hasan El Benna, Ebu’l-Ala Mevdudi, Seyyid Kutub, Said Havva (Rahmetullahi Aleyhim) gibi âlimler bu gruba örnek gösterilebilir.

Bu âlimlerden Mevdudi’nin, kendisine tasavvuf konusunda yöneltilen bir soruya karşı vermiş olduğu cevap, yukarıda zikrettiğimiz başta Seyyid Kutub olmak üzere mutedil âlimlerimizin tasavvuf karşısında takınmış olduğu örnek tavrı gözler önüne sermektedir:

“Tasavvuf, tek bir şeyin adı değildir. Pek çok şeye bu ad verilmiştir. Bizim kabul ettiğimiz tasavvuf başka, reddetti­ğimiz tasavvuf başka bir şeydir. Ayrıca, ıslah etmek istediği­miz tasavvuf da daha başka bir şeydir. Bir de İslâm’ın ilk döneminde karşılaştığımız tasavvuf var. Bunu Fudayl b. İyad, İbrahim Edhem, Maruf Kerhî vs. gibi kişiler temsil ederlerdi. Bunların İslâm’dan ayrı bir fel­sefeleri ve yaşayış tarzları yoktu. Bunların tüm düşünce ve amelleri Kur’an ve Sünnet’e uygundu. Gayeleri, İslâm’ın da gayesiydi: Oysa kendilerine, dini yalnız Allah’a hâlis kılarak, Allah’ı birleyenler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılma­ları, zekatı vermeleri emredilmişti, işte doğru din budur. Bu tasavvufu biz de tasdik ediyoruz. Hatta tasdik etmekle kalmayıp; bunu yaşatmak ve yaymak istiyoruz. İkinci bir tasavvuf anlayışı daha vardır ki içine değişik bâtıl inançlar ve felsefeler karışmıştır. Buna hristiyan rahiplerinin ve hint fakirlerinin felsefeleri girmiştir. Ayrıca bu tür tasavvufta pek çok müşrik düşüncesi ve amelleri de var­dır. Bu bâtıl tasavvufa göre, şeriat, tarikat ve marifet ayrı ayrı şeylerdir. Bunlar birbirlerinden hemen hemen kopuk, hatta birbiriyle çelişir durumdadır. Bu tasavvufa suluk eden insan, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olmakla değil de, başka amaçlara yönelik görevlere hazırlanıyor. Biz bu tür tasavvu­fu reddediyoruz. Bize göre bâtıl tasavvufu yok etmek, en azından modern cahiliyeyi yok etmek kadar gereklidir.”[95]

6)KENDİLERİNİ ‘SELEFİ’ OLARAK ADLANDIRAN BAZI KİŞİLERİN İTHAMLARI: Kendisini “Selefî” olarak adlandıran bir şahıs özetle şöyle demekte  “…Tevhidi hakimiyet meselesine hasredip, La ilahe illallah’ı yeryüzündeki her türlü yönetim, hakimiyet ve sultanlara isyan edip, adı ne olursa olsun, bütün yöneticilere başkaldırmak, ve huruç etmek olarak açıklayan, Musa kelimullah’ın bile ta’nından selamette kalamadığı, meleklerin bile kendisinden haya ettiği Osman ( radıyallahu anh) a pervasızca dil uzatıp söven, ona başkaldıranları ve şehit edilmesi ile neticelenen fitneleri, İslam ın ruhundan doğan bir hareket diye isimlendiren, Seyyid Kutub’un İslam dünyasına bıraktığı miras, ihya edip hortlattığı haricilikle, tekfir, tedmir, tefcir, cihad adıyla ifsad ve kıyam adıyla yeryüzünde fesad çıkarmaktan başkası değildir.”[96]

Bölüm başlığında “Kendisini selefi olarak adlandıranlar” cümlesini biraz açarak konuya devam edelim: İslam’ın ilk asırlarında selef denilince Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) yakınlıklarına göre derecelendirilen üç kuşak anlaşılırken, daha sonra kelime bu ilk anlamından alınıp belli bir mezhebin adı olarak kullanılmıştır.

Bugün Selefiyye denilince “Şer’i hükümleri çıkarma noktasında sadece Kitap ve Sünnet’e başvuran, onlar dışındaki hükümleri geçersiz kabul eden oluşum” anlaşılmaktadır.[97]

Bütün farklılıklarına rağmen Selefi akımın tarihi arka planına bakıldığında İslam’ı ilk nesillerin yaşadığı gibi yaşama idealinden neşet ettiği söylenebilir. Temel karakteristiklerine bakıldığında Sünneti metin merkezli bir okumaya tabi tutma ve kendilerini fırka-ı nâciye olarak görüp diğer oluşumları dalalette görmek temel düşünceleridir.

Günümüz Selefilerini üç kısma ayırmak mümkündür:

1) Ehl-i Tevessümat: Hadislerdeki geleceğe yönelik haberlerden yola çıkarak dini-siyasi çizgilerini belirleyen tekfirci-uzletçi, marjinal gruplardır. İki önemli temsilcisi olarak Mısır’da Cemaat-i Tekfir ve Hicre’nin kurucusu Dr. Şükrü Mustafa ile Kasım 1979’da Kâbe baskınını yapan Cüheyman el-Uteybi’yi görebiliriz.

2) Cihadi Selefilik:1970’lerden itibaren Suud üniversitelerinde görev alan bir grup ulemanın öncülüğünde oluşmuştur. Sefer el-Havali, Selman el-Avde gibi Şuyûhus-Sahve (Uyanış Âlimler) diye tabir edilen âlimler temsil etmektedir. 1980’li yıllarda Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesine karşı dünyanın dört bir yanından gelen kendilerine ‘Arap mücahitler’ denilen  Müslümanlar, Abdullah Azzam ve daha sonra Usame bin Laden komutasında Ruslara karşı savaşmaya başlamışlardır. 1990′ların başından itibaren Bosna’ya giden ve orada Sırplara karşı savaşan Cihadi Selefiler, kendilerinden evvel Afganistan’a giden ağabeylerinin yolunu takip etmişlerdir. Ardından  ‘Çeçen Savaşı’ çerçevesinde Kafkasya bölgesine ayak basan ‘Arap mücahitler’ Ruslara karşı mücadeleye girişmişler ve büyük başarılar elde etmişlerdir.

Cihadi selefiliğin öncü isimlerinden Ebu Muhammed El Makdisi, kendisine sorulan “ Seyyid Kutub Hakkında nasıl düşünmeliyiz?” Sualine şu cevabı vermiştir:  ” O, kendisini çoğu insanın arzuladığı ve ölümsüzleştirdiği ve tağutların itaatkâr ve sadık insanlara sunduğu bu dünya evinden ayıran, dünyanın geçici, batıl ve bir kırıntıdan başka bir şey olmadığı gerçeğini derinlemesine anlayan bir insandır. O – Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun – Kuran’ın Gölgesinde adlı eserini ve tevhid kelimelerini yazan elleri ile doğruyu yanlışla örterek ya da tağutun kanununu ikrar ederek boynunun vurulmasını engelleyecek şeyleri yazmayı reddetti. Çağdaşlarının birçoğunun – onun hakkında aşağılayıcı bir şekilde konuşan birçok yaşlı insan da dâhil – ve onların gazetelerinin Kutub’un adını kötülediği bir zamanda, onun benliğinin derinlerinde sadece  inandığı kelimeler vardı. Allah ona rahmet eylesin…”[98]

3) Suudi Selefilik:  Dünyanın dört bir tarafında Suudi Arabistan Devleti tarafından ilmi, fikri, kültürel ve mali açılardan desteklenen Suudi selefilik, ruhunu 1744 yılında İbn Suud ile Vehhabiliğin kurucusu İbn Abdilvehhab arasında emir-âlim uzlaşmasından alır. Nasıruddin Albani, Abdülaziz ibn Bâz, Abdilaziz âli Şeyh bu akımın öncüleridir.[99]

Peki Suudi Selefiler  Seyyid Kutub hakkında nasıl düşünüyor? Şimdi bu soruya cevap arayalım: Suudi Arabistan’ın Abdullah bin Bâz’dan önceki genel müftüsü Muhammed bin İbrahim, Seyyid Kutub’tan Fi Zilâli’l-Kur’an’ın Suud Radyosu’nda okunması için izin istemiş, Seyyid Kutub izni vermiş ve Fi Zilâli’l-Kur’an yıllarca resmi Suud Radyosu’nda okunmuştur.

Suudi Arabistan topraklarına Körfez Savaşı sırasında Amerikan Askerleri gelince âlimler arasında tartışmalar  başlamıştır. İhvan Çizgisinden etkilenen bir grup genç selefi  âlim,  ABD Askerleri’nin kutsal topraklara girmesine şiddetle muhalefet etmiştir. Suud Yönetimi Selman Avde, Sefer el Havali gibi selefi âlimleri 5 seneye yakın cezaevinde alıkoymuştur. Bu süreçte bu âlimlerin etkilendiği isim olarak gösterilen Seyyid Kutub’un fikirlerine yönelik Suud Devleti eliyle yoğun şekilde saldırıya geçilmiş ve Kutub’un eserleri yasaklanmıştır.

   Bu süreçte özellikle Suudi selefiliğin önde gelen isimlerinden Rebi El-Medhali, Seyyid Kutub’un hatalarını topladığını öne sürdüğü “Edhwaa alâ Aqideti Seyyid Qutub ve Fikrihi” (Seyyid Kutub’un Akidesi ve Düşüncesi) isimli kitabını yayımlamıştır. Bu kitapta yazılanları papağan gibi tekrarlayan ve kendisini selefi olarak adlandıran birisinin Seyyid kutub hakkındaki ağır ithamlarını yukarıda zikretmiştik.

Bu ithamların bir kısmına önceki bölümlerde cevap vermiştik. Burada sadece bir ithama cevap vermeye gayret edelim: meleklerin bile kendisinden haya ettiği Osman ( radıyallahu anh) a pervasızca dil uzatıp söven” cümlesinden, Seyyid Kutub’un “İslam’da Sosyal Adalet” adlı eserinde Hz. Osman hakkındaki bazı sözleri kastediliyor zannımızca.
Seyyid Kutub bu eserini 1946’da yazmaya başlayıp 1948 de bitirmiştir. Eseri çok rağbet görmüş zamanla, İngilizce, Fransızca, Almanca, Türkçe ve Farsçaya tercüme edilmiştir.  Bu eserin ilk baskılarında Hz. Osman’ı tenkit eden sözler sarf edilmiştir. Bu sözlerinden dolayı Allame Mahmud Şakir ve diğer bazı ilim adamları tarafından tenkit edilmiştir. Seyyid  Kutub, sağlığında bu konudaki yanlışlarını bizzat kendisi düzeltmiş ve adı geçen kitabın altıncı baskısında tenkit konusu sözleri tamamen çıkarmıştır. Kitabın son şekli 1964’te basılmıştır.  Kitabın Türkçe tercümelerinde ilk baskılar esas alındığından hala bazı tercümelerde bu sözlere rastlamak mümkündür. Ancak hakikat yukarıda belirtildiği gibidir.[100]

Muâsır Suudi âlimlerinden Muhammed b. Salih el-Useymin: “Onun tefsirinde (yani Seyyid Kutub’un Fi Zılal’de) İhlâs suresini okudum. Orada Ehli sünnet ve’l-cemaatin üzerinde bulundukları yola aykırı büyük bir söz etmiş! Çünkü onun tefsiri vahdeti vücud inancını göstermektedir.”[101] diyerek Seyyid Kutub’un vahdet-i vücud inancını savunduğunu iddia etmiştir. Yukarıda 5.bölümde Seyyid Kutub’un vahdet-i vücud sapıklığı hakkındaki görüşlerini aktarmıştık. İşe bak! Seyyid Kutub bir yandan vahdet-i vücutçu, bir yandan onun savunucusu. Fazla söze gerek yok…

  GENEL DEĞERLENDİRME

İslam düşünce tarihinin en büyük kahramanları arasında, ismi son yüzyılda en çok telaffuz edilen, en çok iltifata ve de bir o kadar da eleştiriye maruz kalmış bir büyük mütefekkir ve dava adamı olan Seyyid Kutub, fikirleri itibarı ile sadece mensubu olduğu coğrafya ve fikri hareketle sınırlı kalmamış, İslam dünyasında oluşum aşamasındaki birçok İslami harekete etki etmiştir.

Biz Seyyid Kutub’un tamamen hatasız olduğunu iddia etmiyoruz. Ancak kendisinden istifade edilmesi gereken değerli bir ilim ve fikir adamı olduğuna, çağdaş İslami harekete hem düşüncesiyle hem de yaşantısıyla büyük bir katkıda bulunduğuna inanıyoruz. O, Müslüman davetçilerin önündeki karanlıkları aydınlatan bir kandildir.[102]

Rahmetle andığımız Şehid Seyyid Kutub hakkındaki bu yazımızın sonuna geldik. Hayatını hiç çekinmeden yüce İslâm için feda edebilen Seyyid Kutub hakkındaki iftiraları elimizden geldiğince cevaplamaya çalıştık. Bunu da bir görev olarak algıladığımız için yaptık.

Şayet kendisine yapılan iftiralara azda olsa cevap verme konusunda bir katkımız olmuşsa kendimizi bahtiyar kabul edeceğiz. Ve üzerimize düşen görevi yerine getirerek onu layıkıyla anmış olacağız. İnşallah iftiralar konusunda malum kişilere kanan kardeşlerin şüphelerini gidermeye vesile olmuşuzdur.

Son söz olarak; çağımızın âlimlerinden Abdurrahman Azam’ın Seyyid Kutub’un ardından söylediği: “Herkes biliyor ki, sen şehidsin! Çünkü zalimlerin karşısına bütün gücünle dikilmişsin. Sonra da şehidlerin efendisi Hz. Hamza gibi şehid edildin. Biz seni Allah’ın aslanlarından sayıyoruz. İnşallah mahşerde onlarla müşerref olursun.”[103] cümlelerine âmin diyor, Yüce Allah’ın ona lütfettiği şehâdet mertebesini bize de lütfetmesini temenni ediyoruz. Selam ve Dua ile…

EK: Şehid Seyyid Kutub’un Mısır zindanlarında kendisi gibi eziyetler çeken Müslüman kardeşlerine yazdığı şiir[104]:

KARDEŞİM SEN HÜRSÜN…

 

Kardeşim sen parmaklıklar ardında da olsan özgürsün
Kardeşim sen prangalara vurulsan da özgürsün
Sen Allah’a bağlandığın zaman
Sana Kölelerin tuzağı ne zarar verebilir ki

Kardeşim karanlığın ordularını kökten sileceksin
Ve bununla yeryüzünde yeni bir fecir doğacak
Sen ruhunu bu fecrin doğuşuna teslim et
O zaman fecrin bizi uzaktan karşıladığını göreceksin

Kardeşim Muhakkak ki ellerinden kanlar akmıştır
ve zillete mahkum olmaktan yüz çevirmiştir
Muhakkak ki bir gün o şehadet aşıkları
Ebediyet kanı ile Cennete yükselecektir

Kardeşim sana ne oluyor ki savaştan bıkmışsın
Omzundan silahını atmışsın
Söyle bana kim fedakârlık edecek ve yaraları kim saracak
Ve yeniden sancağımızı kim dalgalandıracak

Kardeşim Muhakkak ki ben bugün sarsılmaz dayanağa sahibim
Ve yerlerine dayanmış dağları, kayaları parça parça ederim
Ve yarın bu silahımla bozgunculara karşı savaşacağım
Ta ki yeryüzünden yok edinceye kadar

Ben Rabb ve din için intikam alacağım
Yılmadan Resul ve sunnet üzerine devam edeceğim
Ya dünyayı kuşatacak zafer
Ya da Allah’a sunulacak şehadet

Kesinlikle Kardeşim ben savaştan yılacak değilim
Silahı da atacak değilim
Şayet kardeşim ben ölürsem şehidim
Sen de övülmüş bir zaferle devam edersin

Muhakkak ki ben emin bir şekilde
Yıldızların Rabbi olan Allah a giden yol üzerindeyim
İster beni affedin ister beni cezalandırın
Muhakkak ki ben verilen ahde eminim

Kardeşim yürü tereddüt etmeden arkana bakma
Senin yolun kanla boyanmıştır
Oraya buraya aldırış etme
Allah’dan başkasına boyun eğme

Kanadı kırık bir kuş değiliz ki
Bundan dolayı zelil görünüp öldürülelim
Adım adım çarpışmaya çağıran
Kanların sesini işitiyorum

Kardeşim benim üzerime ağlarsan
Benim kabrimi o içten damlalarla ıslatırsan
Ufalanmış kemiklerden kendine meşale oluştur ,
Ve ışığıyla yaklaşan zafere doğru ilerle

Kardeşim biz ölürsek sevdiklerimize kavuşacağız
Rabbimizin bahçeleri bizim için hazırlanmıştır
Muhakkak ki o Cennetin kuşları etrafımızda kanat çırpacaktır
Ebedi diyar bizim için ne kadar hoştur.

 

 DİPNOTLAR

[1] İbrahim Sarmış, Bir Düşünür Olarak Seyyid Kutub, Fecr Yay.,Ank., 1992; H.Kamil Yılmaz, Seyyid Kutub, Hayatı, Fikirleri ve Eserleri,Hikmet Yay., İst., 1980; Mustafa Berakat, Seyyid Kutub,  Risale Yayınları, İstanbul, 1987; Fatmanur Altun, Seyyid Kutub, İlke Yayınları,İstanbul,2011

[2] http://hamzaer.blogcu.com/sehid-seyyid-kutub/563814

[3] http://www.ufkumuz.com/14420_Seydayê-Mustafa-Naim-ile-%22Seyyid-Kutub’a-dair%22-IV-Akide-ve-Tevhid.html

[4] TDV İslam Ansiklopedisi, ‘Seyyid Kutub’ Maddesi, c.37, s. 64, İstanbul,2009.

[5] İbrahim Sarmış, Bir Düşünür Olarak Seyyid Kutub, s. 25

[6] H. Kamil Yılmaz, Seyyid Kutub, Hayatı, Fikirleri ve Eserleri, s.35

[7] İ. Hakkı Şengüler, Seyyid Kutup Kimdir? Fîzılâl’il-Kur’an Girişinde, s. 9,Araştırma, İst., 1992

[8] İ. Hakkı Şengüler, Seyyid Kutup Kimdir?,  s. 10.

[9] http://www.ufkumuz.com/11843_%C2%A0Mustafa-Naim-ile-Sehadetinin-45-Yilinda-%C2%A0-Seyyid-Kutub-.html

[10] Yusuf elAzm, Raidü’l-Fikri’l-İslâmiyyi’l-Muasır, Beyrut 1980,

[11] Seyyid Kutub, Kuran’da Edebi Tasvir,s19, Çizgi Yayınları, İstanbul, 1991

[12] http://iskenderunihsander.com/yazar.asp?yaziID=43

[13] Gilles Kepel, Peygamber ve Firavun, s.48, Çizgi Yayınları, 1992, İstanbul

[14] Şengüler, a.g.m. , s. 13

[15] Prof Dr. Mesut Erdal, Seyyid Kutub, Yeni Ümit dergisi, Sayı: 92 Yıl:24, Nisan-Mayıs-Haziran 2011

[16] Seyyid Kutub Hayatı, Fikirleri, Eserleri, s.104; Salah Abdulfettah Halidi, Seyyid Kutub mine’l-Milad ile’l-İstişhad

  1. 473,Beyrut,1991

[17] Ali Rıza Akgün, Bir Mücahidin Son Gecesi!,  http://www.ozgundurus.com/Yazar/Ali-Riza-Akgun/Bir-Mucahidin-Son-Gecesi.php

[18] Ömer Turan, Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Ortadoğu,s277,İstanbul,2003

[19] Salah Abdulfettah Halidi, Seyyid Kutub Mine’l-Milad İle’l-İstişhad, s. 545-548, Daru’l-Kalem, Dımeşk, 1991

[20] Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l -Kur’ân, c.1,s.13, Hikmet Yayınları, İstanbul,1991

[21] Hikmet Yayınları, 1968-1977, İstanbul. Bekir Karlığa, İsmail Hakkı Şengüler ve M. Emin Saraç tarafından tercüme edilmiştir.

[22] Dünya Yayıncılık, İstanbul,1989- 1991. Salih Uçan ve Vahdettin İn­ce tarafından tercüme edilmiştir.

[23]Hikmet Yayınları, İs­tanbul, 1991-1995.Yakup Çiçek, Ali Turgut ve arkadaşlarının oluşturduğu bir heyet tercümesi.

[24] Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, s.14, (Çev: Abdi Keskinsoy), Pınar Yayınları, İstanbul,2006

[25] Ali Kaçar, Yoldaki İşaretler’in İslami Hareketler Üzerindeki Etkisi, Genç Birikim Dergisi, Ekim-2006, s.15-18.

[26] H.Kamil Yılmaz, Seyyid Kutub, Hayatı, Fikirleri ve Eserleri, s.157, Hikmet Yay., İst., 1980

[27] Pınar Yayınları, İstanbul,1992; Dünya Yayıncılık, İstanbul,1997; Özgün Yayıncılık, İstanbul, 2001;

[28] Dünya Yayıncılık, İstanbul,2006(Çevirenler: Mehmet Çelen/ Resul Tosun/ Hamid Şükrü )

[29] Özgün Yayıncılık, İstanbul,2001

[30] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, ’Seyyid Kutub’Maddesi, c.37, s.66-67, İstanbul,2009; Ayrıca İbrahim Sarmış, Bir Düşünür Olarak Seyyid Kutub, Fecr Yayınları, Ankara,1992

[31]J.L. Esposito, Kutsal Olmayan Savaş, Sh:77, Oğlak Bilimsel Kitapları, İstanbul, 2003

[32] Seyyid Kutub, İslam düşüncesi II. Çev: M. Beşir Eryarsoy, İşaret Yay. , İst. 1988, s. 106–128.

[33] Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, Çev. Abdi Kenkinsoy, Pınar Yay., İst., 2003, s.25-25; Fizılal-il Kur’an,

c.5, s.79,( Tercüme: Emin Saraç-İ.Hakkı Şengüler-Bekir Karlığa), Araştırma, İst., 1992

[34] Seyyid Kutub, İslam Düşüncesi II, s.130

[35] Kutub, İslam Düşüncesi II, s.146; Fi Zılâli’l -Kur’ân, c.2, s.304–305.

[36] Kutub, İslam Düşüncesi II, s.174

[37] Kutub, İslam Düşüncesi II, s. s.188–200; Fi Zılâli’l -Kur’ân, c.2, s. s.236–247.

[38] Fi Zılâli’l -Kur’ân, c.4, s.269–270,473.

[39] Fi Zılâli’l -Kur’ân, c.3, s.378-379

[40] Kutub, Yoldaki İşaretler, s.137, Çev. Abdi Keskinsoy,Pınar Yay., İst., 2003

[41] Kutub, Yoldaki İşaretler, s.137-138.

[42]  Murat Kayacan, “Seyyid Kutub’un Batı’yı Okuma Biçimi”, Marife: Bilimsel Birikim, cilt: VI, sayı: 3, Konya, 2007, s. 217-246.

[43] Kutub, İslam Düşüncesi II, s.258.

[44] Kutub, Yoldaki İşaretler, s.22–23

[45] Kutub, Yoldaki İşaretler, s16-17

[46] Kutub, Din Bu, s.49, Çev. Furkan Hocaoğlu, Özgün Yay.,İst., 1998

[47] Kutub, Yoldaki İşaretler, s.59-60

[48] Seyyid Kutub, Cihad, s.48, Dünya Yayıncılık, İstanbul, 2004

[49] Seyyid Kutub, A.g.e., s.51

[50] Seyyid Kutub, A.g.e., s.64

[51]Ahmet Varol,Kur’an’ı Hem Kalemiyle Hem Hayatıyla Tefsir Eden Bir Mücahit: Seyyid Kutub, http://www.vahdet.com.tr/

[52]J.L. Esposito, Kutsal Olmayan Savaş, s.77, Oğlak Bilimsel Kitapları, İstanbul, 2003

[53] Richard Whelan ,“El-Kaidecilik İslam’a Tehdit, Dünya’ya Tehdit”, s.74-75, Çev.H.Bağcı,B.Sinkaya, P.Arıkan, Ankara, 2006

[54] TDK Türkçe Sözlük, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ank. 1988, s. 1459; Dil Dergisi Yay. Türkçe Sözlük, Terör Maddesi, Ank. 2005; Doğu Ergil, Türkiye’de Terör ve Şiddet ( Yapısal ve Kültürel Kaynakları), Turhan Yay. Ank. 1980, s. 1

[55] Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, Meydan Yay. İst. 1973, XII/83.

[56] Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Hürriyet Mtb. İst.1999, s. 549.

[57] A. Emre Öktem, Terörizm ( insancıl hukuk ve insan hakları), Derin Yay. İst.2007, s. 29.’den nakleden Mehmet Fatih İldeş, Kur’an-ı Kerim’in Cihad Ve Teröre Bakışı, Sh: 73-74, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2008.

[58] http://www.rand.org/publications/MR/MR1716/MR1716.pdf

[59] http://tr.wikipedia.org/wiki/Il%C4%B1ml%C4%B1_%C4%B0slam

[60] Bu satırların yazıldığı günlerde Amerika’da çekilen ve İslam dünyasında büyük çaplı eylemlere yol açan Hz. Muhammed’e hakaret içerikli “Müslümanların Masumiyeti” adlı filme karşı Libya’nın Bingazi kentindeki protestolar sırasında,  ABD Büyükelçisi ile 3 diplomatın öldürülmesi gündem oluşturdu. Binlerce Müslüman’ı katleden, işkencelerle öldüren, yurtlarından çıkaran, Kur’an’ı ayakları altında çiğneyen, peygamberimize küfürler yağdıran, vatanları işgal eden, camileri bombalayan ve Allah’ın Rasulü Hz. Muhammed (sav)’e hakaret eden filmin gösterimine izin veren Amerika’ya hiçbir eleştiri ve kınama yapmayan Fethullah Gülen, Allah için öfkelenen ve intikam alan Müslüman halklara terörist deyip lanetlemekte;” Olayda hayatını kaybedenlerin yakınlarına, Amerikan halkına, hassaten ABD Dışişleri Bakanı Sayın Hillary Clinton’a başsağlığı diliyorum. Yaralılara acil şifalar temenni ediyor ve acılarını yürekten paylaşıyorum.”diyerek gerçekte kim ve kimlerin safında olduğunu ortaya koymaktadır.

[61] CIA eski ajanı Fuller, Zaman’dan TSK’ya saldırdı, Aydınlık, sayı:567, 31 Mayıs 1998, s.11

[62] Said Havva, Tartışmalar, s.9, (çev. M. Said Şimşek), İlim Yayınları, İst., 1986.

[63] Muhammed Berekat, İslami Hareket Metodu Ve  Seyyid Kutub, Çeviren: M. Beşir Eryarsoy, s.33,Risale Yay.,İstanbul,1987

[64] Muhammed Berekat, a.g.e., s. 55- 88

[65] Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, s.113, Pınar Yayınları, İstanbul, 2006

[66]  Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, s.152

[67] M. Berekat; a. g. e., s. 112-130

[68]M.Berekat; a. g.e., 131-140

[69] Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, s.30

[70] Berekat; a.g.e., s. 170-186

[71] Servet Kızılay, Siyasal Söylemin Oluşumu: Seyyid Kutub’a Linguistik Çerçeveden Bakmak

http://fikiryorum.net/?p=2648

[72] Mehmet Emin Türkoğlu, Türkiye’de Dini Motifli Terörün Arka Planındaki Nedenler,  S.53, KSİ Üniversitesi SBE Yüksek Lisans Tezi, Kahramanmaraş, 2006

[73]Ferhat Özbadem,  http://www.kitaphaber.com.tr/tekfirde-asirilik-k1016.html

[74] Muhammed Berekat, İslami Hareket Metodu Ve  Seyyid Kutub, s. 230-231,Çeviren: M. Beşir Eryarsoy, Risale Yay.,İstanbul,1987

[75] Muhammed Bereket, A.g.e., s. 231-244

[76] Seyyid Kutub, Son Sözler, Nehir Yay. s, 46-47.

[77] M. Kutub, Düzeltilmesi Gereken Kavramlar,. s. 60, 82, 91, 94, 95, Risale Yay.,İstanbul

[78] http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/seyyid-kutub

[79] Aydın Aktay, Şehid Seyyid  Kutub’u Yeniden Anlamak bugünlerde…http://fikiryorum.net/?p=504

[80] Tekfir meselesiyle ilgili Hüseyin Yunus’un yazdığı ‘Tekfir Meselesi’ ( Ahenk Yayınları, Van) kitabını okuyucularımıza tavsiye ediyoruz.

[81] Saadeti Ebediyye 2/122. Büyük harfler yazarın kendi tercihidir. “Tam İlmihal Saadeti Ebediye” kitabının yazarı Hüseyin Hilmi Işık’tır. Kimi baskılarda Sıddık Gümüş mahlası vardır. ‘Felâket-i Ebediyye’ ismi kitaba daha bir yakışmaktadır. Kendi sapık fikirlerini yaymak için ya tanınmamış alimler(!) veya meşhur ulema üzerinden eserler ve telifler kurgulayarak (uydurarak) bedava dağıtımını yapan ve bunun için de Hakikat Kitabevini kullanan ‘Türkiye Gazetesi Grubu’öncüleri; Seyyid Kutub, İbni Teymiyye, Mevdudi, Muhammed Hamidullah gibi değerli alimlerin karalanmasında da öncülük yapmaktadırlar.

[82] Rehber Ansiklopedisi, Seyyid Kutup maddesi

[83] http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=13642

[84] http://ebuzerasrisaadet.blogcu.com/seyyid-kutub-a-yapilan-iftiralar-ve-cevaplari/1104898

[85] Kardeşi Muhammed Kutub’a Türkiye seyahatlerinde çokça sorulan ‘Seyyid Kutub’un mezhebi neydi?’ Sualine Muhammed Kutub’un :”Merhum ağabeyim amelde Şâfî mezhebindendi” dediği şifahen nakledilmektedir.

[86] Mealimü Fit-tarik 126

[87] Mealim Fiterik 60,Fizilal 5/83,84

[88] Seyyid Kutub,İslâmi Hareket Metodu, s:103, Ravza Yayınları,İstanbul

[89] http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/seyyid-kutub#.UN38feR949w

[90] http://hamzaer.blogcu.com/sehid-seyyid-kutub/563814

[91] Muhammed Eren, Allah Dostlarından inciler, Sh:143, Yasin Yayınları, İstanbul

[92] Faideli Bilgiler, s. 386

[93] Seyyid Kutub, Fi Zılal-il Kur’an, c.1, s. 225, Hikmet Yayınları, İstanbul, 1991

[94] Seyyid Kutub, Fi Zılal-il Kur’an, c.3, s. 398

[95] Tercüman’ul Kur’an, Cemadiyelevvel, 1371/Şubat, 1952 / Fetvalar Cilt 2 sayfa 159,160

[96] http://selefiyye.blogspot.com/2008/12/zaruri-bir-beyankimler-deildir.html

[97]Yusuf Kerimoğlu Hocamızın ” Muhakkak ki İslâm’a bağlılık hususunda bazı üstünlüklere haiz olan altın nesil, kendilerine tabi olunması gereken bir nesildir. Selef-i Salihin’e tabi olmak, üzerinde ittifak edilmiş olan itikad, ibadet ve ahlâk prensiblerine bağlı kalmakla mümkündür. Bu konuda Rasûlullah (sav) Efendimiz’in bizlere bir vasiyyeti vardır: “Şüphesiz İsrailoğulları yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim de yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Biri hariç tamamı cehennemdedir.” O müstesna topluluk kimdir Ya Rasûlallah? sorusuna şu cevabı vermiştir: “Benim ve ashabımın yolunda olanlardır.( Sünen-i Ebû Davud) Yani Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat fırkasıdır. Zaman itibarıyla Peygamber Efendimiz’in (sav) yaşadığı döneme en yakın, fıtratları temiz, bütün bid’at ve şüphelerden uzak, dolayısıyla itimad edilmeye en layık olan âlimler, fakih sahabelerdir. İmam-ı Azam Ebû Hanife gibi; sekiz sahabe ile görüşen, hatta onlardan hadis rivayet eden bir âlim “Selefi” olamıyorsa, asırlarca sonra yaşayan bir kimsenin “Selefi” olabilmesi mümkün müdür? Akl-ı selim sahibi olan bir kimse, böyle bir iddiayı kabul edebilir mi? Son yıllarda yayınlanan bazı eserlerde; itikadi fırkalar tasnif edilirken “Selefilik, Eş’arilik ve Mâturidilik” şeklinde, üçlü bir tasnif ön plâna çıkarılmaktadır. İmam-ı Eş’ari’nin ve İmam-ı Maturidi’nin “Selef-i Salihin’e” bağlı olmadıklarını çağrıştıran bu tasnifin doğru olmadığı malûmdur. Selefiliğin itikadda İmam Ahmed b. Hanbel’e (rh.a) bağlı olduğunu iddia eden müellifler, bu fırkanın İbn-i Teymiyye, Muhammed b. İbn-i Kayyım El Cevziyye ve Şeyh Muhammed Bin Abdülvahhab tarafından sistemleştirildiğini ileri sürmektedirler. Suudi Arabistan’ın resmi ideolojisi olan Vehhabilik ile Selefilik arasında (usul ve furû açısından) herhangi bir farkın olmadığı malûmdur. Dolayısıyla Vehhabiliği, selefilik adına pazarlayan kimselerin ‘takıyye’ yaptıklarını söylemek mümkündür.”( Misak Dergisi, Sayı: 242, Aralık 2010) tespitlerini aktarmakta fayda ummaktayız.

[98] http://www.ummetiz.biz/index.php?topic=23863.0

[99] Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara,11 Eylül’le Derinleşen Ayrılık: Suudî Selefiyye ve Cihadî Selefiyye”, Dini Araştırmalar, 20 (2004), s.205-234.

[100] Salah Abdulfettah Halidi, Seyyid Kutub mine’l-Milad ile’l-İstişhad – Doğumundan Şehadetine  Seyyid Kutub, sh. 540

[101] Beraatu Ulemai’l-Ümme, s. 42

[102] http://www.vahdet.info.tr/isdunya/dosya2/0454.html

[103] Mustafa Yalçın, Çağın Önderleri, İlke Yayınları, İstanbul 1992, sh.64
[104] Aşağıdaki linkten Arapça orjinalini görüntüler eşliğinde dinleyebilirsiniz: http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=VRsziaP-eJ8

Yazar Hakkında

Yazar : imamoglumehmet

Yazar Hakkında : Ankara 1973 doğumluyum. Mamak İmam-Hatip Lisesinden 1991’de mezun oldum. 1996’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden İyi dereceyle mezun oldum. 1996’da Artvin’de öğretmenliğe başladım. Hâlen Ankara Keçiören Anadolu İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmenliği yapmaktayım.

Yazarın Tüm Yazıları İçin Tıklayınız

Yorumlar
İsminiz
E-Posta Adresiniz
Yorumunuz

Sitemizde En Çok Okunan İçerikler

Şehr-u Ramazân’ı Muvahhidce İhyâ EdelimRamazan ayı büyük bir heyecan dalgasıyla bir kez daha
Şehâdet Bir Çağrıdır Nesillere Ve Çağlara… Şubat ayı şehitler ayıdır. Şubat geldiğinde bunu en derinden
ÖLÜLERİN YAŞAYANLARIN AMELLERİNDEN İSTİFÂDE ETMESİ VE ÖLÜLERE KUR’AN MESELESİÖLÜLERİN YAŞAYANLARIN AMELLERİNDEN İSTİFÂDE ETMESİ VE ÖLÜLERE KUR’AN MESELESİ
Üç Ayları Nasıl İhyâ Etmeli “ Üç aylar” diye adlandırılan Receb, Şaban ve Ramazan

Sitemizde En Çok Yorumlanan İçerikler

Hangi Mevlânâ, Gerçek Mevlânâ? Mevlânâ[1] ve Mevlevilik Türkiye‘de öteden beri ilgi gören bir
İrtidat ve Yeni Dünya Düzeni
İrtidat ve Yeni Dünya DüzeniDr. Mehmet SÜRMELİ Dinin, “ hayat tarzı” olduğunu düşünürsek günümüzde
Ilımlı İslam(!)’ın Şövalyesi: Fethullah Gülen Ubeydullah TOPRAK ‘Ilımlı İslam’, adından da anlaşılacağı üzere, İslam Dini’ni
‘İhyâ mı İmhâ mı? Kitabımız Çıktı  ‘Tevhîd akidesini muhafaza ederek, ilim öğrenmek, ilim öğretmek, Şerîat’e
  • Videolar

    'Mü'minûn Sûresinden Âhiret Sahneleri' Sohbeti

    Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (1)

    Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (2)

    Âl-i İmrân Sûresi 190-195. âyetin tefsiri

    Düğün Sohbeti

    Suriye ve Mısır'daki Kardeşlerimiz İçin Dua

    Ahir Zaman Müslümanına Notlar

  • Arşiv

  • Etiketler

  • Tavsiye Siteler

    Islah Haber

    İmam Buhari Vakfı

    http://imambuharivakfi.org/

    İyiliğe Çağrı Yardım Derneği

    https://iyiligecagri.org.tr/

     

     

  • Ziyaretçiler

  • Sosyal Medya’da Paylaşın