Rukye Tedavisi Ve Muska Takmak Üzerine Notlar
27.10.2020 tarihinde Yazılarım kategorisine eklenmiş, Kişi Okumuş ve 1 Yorum Yapılmış.
İnsan dünyaya gelişinden itibaren imtihan süreci işlemektedir. İnsanın dünya yaşamında karşılaştığı en büyük imtihanlardan birisi hastalıklardır. Hastalıklardan korunma ve tedavide insanüstü güçlerden yardım isteme inancının ilk insanın yaratılışıyla başladığı varsayılmaktadır. Çünkü her insan gibi ilk insan da hasta olmuş, tedavi yolları aramış ve gerek keşfettiği gerek kendisine öğretilen tedavi metotlarını uygulamıştır.
Bu metotlardan birisi de, kuşkusuz kendisini yaratan yegâne güç sahibinden yardım istemektir. Böylesine köklü bir yöntem, zaman içinde çeşitli değişikliklere uğramış, azalmış, çoğalmış, şekil değiştirmiş, ancak bir olgu olarak varlığını günümüze kadar korumuştur. İnsanlar, hâlâ tedavisi olmayan/olmadığına inanılan hastalıklarda veya kimi hastalıkların alternatifsiz tedavi yöntemi olarak gördükleri ‘okuyarak tedavi’ demek olan ‘rukye’yi uygulamaktadırlar. Ancak, hakkında yeterli bilgi sahibi olmaksızın rukye yapılması ve yaptırılması, halka mal olmuş diğer birçok alışkanlıkta olduğu gibi, rukyede de tartışmalara ve ihtilaflara sebep olmaktadır.
Kur’an, şifa verme tasarruf sahibinin Allah(cc) olduğunu ve insanın aynı kudrete sahip başka bir varlık öne
sürmesininTevhid inancını zedeleyeceğini bildirmektedir. Aynı şekilde, şifanın da ancak Allah(cc) tarafından lütfedildiği bilinciyle hareket etmemizi istemektedir. Bu uyarıların temelinde, insanoğlunun bu kudreti başka varlıklarda görme eğilimi yatmaktadır. Günümüzdeki uygulamaların da birçoğunda bu eğilimin varlığı gözlenmektedir. Memleketimizde ve İslam âleminde rukyeve muska uygulamalarında yapılan yanlışlar, sadece ilgili şahısları etkilemekle kalmamakta, doğrudan veya dolaylı olarak bütün Müslümanları bu hataların faturalarını ödemek zorunda bırakmaktadır.
Bütün bunların yanı sıra bazı hadislerde rukye yapılması,yaptırılması ve muska türü şeylerin taşınması yasaklanırken, bazı hadislerde de rukyeye ve muskaya izin verilmesi kafaları karıştırmaktadır. Bu sebeple birbirine zıt veya öyle görünen rivâyetlerin cem ve te’lifi zorunludur. Bu hususta, konu ile ilgili bütün rivayetlerin tesbit edilmesi, Kur’an ve sahih hadisler ışığında değerlendirilmesi ve uygulamaların elde edilen sonuçlara göredüzenlenmesi gerekmektedir. Böyle yapılmadığında, Sünnette olmayan bazı uygulamaların sünnete mal edilmesi veya sünnette var olan bir uygulamanın güya yine sünnete dayanarak reddedilmesi söz konusu olacaktır. Nitekim bundan dolayı, bu konuda farklı düşünenlerin birbirlerini tekfire giden suçlamalarda bulundukları görülmektedir.
Yukarıda zikretmeye çalıştığımız sebeplerden dolayı ‘Rukye (okuyarak tedavi) ve buna bağlı muska veya nazarlık taşımak’ konularını müstakil bir makale olarak ele almayı uygun gördük.Tevfik Allah(c.c.)’tandır.
İSLAM’IN ŞİFA KAVRAMINA BAKIŞI
Şifa kelimesi, hastalıktan kurtulmak, selamete kavuşmak, iyileşmekya da deva gibi lügavî anlamları ifade etmektedir.[1]Terim anlamıyla şifa kavramını, “Bedeni ve ruhibir hastalığın son bulması, bir hastalıktan kurtulma, hastalığa neden olan etkenlerin ortadankalkması” şeklinde tanımlamamız mümkündür.[2]
İnsanoğlunun, ruhun mahiyetini tam manasıyla kavrayamayacağından hareketle ruhsal hastalıkları, insanın kâmil manada tedavi etmesi mümkün gözükmemektedir. İnsanı en iyi tanıyan, onu en güzel bir biçimde yaratıp ona şekil veren, güzel bir tertip ile terkip eden[3] ve ona şah damarından daha da yakın olan Allah’tır.[4] Bu nedenle onun maddi manevi bütün hastalıklarını en iyi bilen ve bunlara reçeteler sunabilecek olan da Allah’tır. Bunun için Kuran’ın şifa konusuna temel yaklaşımı, şifayı verenin yalnız Allah olduğu şeklindedir.
“ Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur.”[5]âyetinde Hz. İbrahim’in, hastalandığı zaman kendisini şifaya kavuşturan yüce Rab olduğunu belirterek hastalığı tedavi edip şifaya kavuşturmanın,Allah’ın bir lütfu ve nimeti olduğuna işaret edilmiştir.
Hz. Muhammed de, hastalıklardan korunmayı, hastaların tedâvî olmalarını öğütlemiş, geçici hastalığın yayıldığı bir yere gitmemeyi, bulundukları yerde sarî (veba) hastalığın yayıldığı bölgede bulunanların, oradan başka yerlere gitmemelerini öğütleyerek sarî hastalıkların başka yerlere taşınmasını önlemek istemiştir. Aşağıdaki sözleriyle hastaları tedaviye yöneltmiştir:
“Ey Allah’ın kulları, tedavi olunuz. Çünkü Allah, koyduğu her hastalığın ilâcını da koymuştur. Yalnız bir derdin çâresi yoktur, o da ihtiyarlıktır.”[6],”Allah, indirdiği her hastalığın şifâsını da indirmiştir.”[7]
Tedavî için ilaçları almak ve kullanmak meşru olmakla beraber, te’sir ve şifanın Allah’tan olduğunu bilmek, doğru bir inanç ve sağlıklı bir düşüncenin gereğidir. Çünkü hastalıkları yaratan Allah olduğu gibi, uygun ilacıyaratarak, şifayı veren de sadece Allah’tır.
İnsan doğasında öncelikli olarak var olan sıhhattir, hastalık sonradan olma, arızî/gelip geçici bir durumdur. Ne var ki pek çok insan sürekli içerisinde bulunduğu sıhhatin kıymetini bilip kendisini sağlıklı kılan Yüce Yaratıcıya layığı ile şükretmez de, arada sırada hastalanınca hemen sızlanmaya, şikâyet etmeye başlar. Bize Kuran’da örnek olarak sunulan ve amansız hastalıklara yakalanan Eyyub Peygamber, asla şikâyet etmemiş, sızlanmamış ve hep sabretmiştir. O, hastalığının en şiddetli anlarında şöyle diyordu:“Yüce Allah’ın bana lütfettiği seksenyıllık bolluk ve sağlığa karşılık,yedi yıllık sabır çok mu?”[8]
Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurarak sağlıklı iken sıhhatin kıymetini bilmenin, onu korumanın ve sağlıklı iken yapılması gerekenleri yapmanın gereğine vurgu yapar: “Şu beşşey gelmeden, beş şeyin kıymetinibil: Ölüm gelmeden hayatının,hastalık gelmeden sağlığının,meşguliyet gelmeden boş vaktinin,ihtiyarlık gelmeden gençliğinin, fakirlik gelmeden zenginliğinin kıymetini bil… “[9]
İster fiziksel ister ruhsal hastalıklar olsun, insanın bu dünya hayatında karşılaştığı her bir sıkıntı, ahiret yaşamı için bir kazanım sayılmaktadır. Hastalık, sıkıntı, musibet istenilmez fakat bütün önlemlere rağmen gelirse bunun için sabretmek, dua etmek, tevekkül ve teslimiyet göstermek gerekir. Kişi şikâyet etmez ve sabrederse o kimsenin birtakım günahları bağışlanır, kendisine sevap verilir ve Allah katındaki derecesi artar. Ancak kişi bir hastalıkla karşılaştığında muhakkak maddi ve manevi çarelere başvurmalıdır. Kişi fiziksel rahatsızlıklarından bir takım tedavi metotlarıyla, ilaçlarla kurtulabilir. Ruhsal hastalıklarından da dua, sabır, zikir, Kuran okuma, inanç ve ibadetlere sarılarak kurtulabilir.
RUKYE YAPMAK VE YAPTIRMAK
Çoğulu “rukâ, rakiyyu” olan “Rukye”, Arapçada “r.k.y” kökündengelmekte ve yukarı çıkmak, efsun eylemek ve “fî” harf-i cerriyle, kulağına fısıldamakanlamlarına gelir.[10]
Rukye, hastalıkların iyileştirilmesi ve zararın defedilmesi isteğiyle Kur’an okumak ve dua etmek demektir.[11]Bazı kaynaklarda da Rukye: ‘Bir hastalığa, musibete -humma, sar’a vs.- uğrayan kişinin iltica maksadıyla yaptığı dua’ [12]olarak tarif edilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de rukyemasdarından türeyen tek kelime, ism-i fâil kalıbında geçmektedir: Kıyame Suresinin 27. ayetinde “Tedavi edebilecek kimdir, denir. ” Kıyametin anlatıldığı surede ölümle burun buruna gelen insanlar tasvir edilmektedir. İnsanların kıyamet günündeki durumu, ölmek üzere olan bir hastanın başında, yakınlarının son bir ümit peşinde koşuşturdukları ana benzetilmektedir.
Rukye,Cahiliyyedede uygulanan bir tedavi metodudur. Birçok hastalık vezehirlenmelere karsı rukyeyapıldığı, bunu meslek edinen kimselerin olduğu bilinmektedir. Rukye, daha çok iplik üzerine okuma ve atılan düğümlerşeklindeuygulanmaktaydı. Ayrıca bizzat hastanın kendisine, ağrı hissedilen yere okumak ve üflemek, efsunlamak, büyüden kurtulmak için boncukve nazarlıklar kullanmak şeklinde de yapılmaktaydı.
Başta da zikrettiğimiz gibi bazı hadislerde rukye yapılması ve yaptırılması yasaklanırken, bazı hadislerde de rukyeye ve muskaya izin verilmesi kafaları karıştırmaktadır.Bu sebeple önce rukye yapılması- yaptırılmasını yasaklayan hadislerden birkaçını nakledelim:
1)MugireibnŞu’be (ra)’den: Rasûlullah “Kim dağlama ile tedavi olur veya rukye yaptırırsa, tevekkülü terk
etmiş olur” buyurdu.[13]
2)ImranibnHusayn (ra)’dan:Rasûlullah(sav) şöyle buyurdu: “Ümmetimden yetmiş bin kişi hesapsorulmaksızın cennete girecektir”. (Ashab) Onlar kimdir Ey Allah’ın Rasûlü? Diyesordular. Rasûlullah (sav) “Rukye yaptırmayan, uğursuzluğa inanmayan ve dağlama yaptırmayan ve Rablerine tevekkül edenlerdir” buyurdu. Ukkâşe kalktı ve “Benim deonlardan olmam için dua buyur” dedi. Peygamberimiz (sav) “Sen onlardansın” buyurdu.Bir adam daha kalktı ve “Ey Allah’ın Nebisi, benim de onlardan olmam için dua buyur”dedi. Peygamberimiz (sav) “Ukkâşe seni geçti” buyurdu.[14]
3)Zeynebbint Muaviye (ra)’den:Evimize humrahastalığınarukye yapan bir kocakarı gelirdi. Bir yatağımız
vardı. Abdullah, öksürüp ses çıkarmadan eve girmezdi. Bir gün eve geldi. KocakarıAbdullah’ın sesini duyunca (yatağın altına) saklandı. Abdullah geldi ve yanımaoturdu. Bana dokunduğunda (boynumdaki) ipi fark etti ve “Bu ne?” diye sordu. “Benimiçin humrahastalığına karsı yapılmış bir rukyedir” dedim. İpi çekti, parçalayarak attı ve”Abdullah ailesi şirke tenezzül etmeyecek durumdadır. Ben Rasûlullah (sav)’ın”Rukyeler, temîmeler ve tivelelerşirktir” dediğiniişittim” dedi.[15]
4)Rukye, temîme ve tivele şirktir”[16]
Şimdi de rukye yapılması- yaptırılmasına izin veren hatta emreden hadislerden birkaçını nakledelim:
1)CâbiribnAbdillah (ra)’dan:Rasûlullah (sav) rukyeyinehyetti. AmribnHazm ailesi Rasûlullah (sav)’a
gelerek “Ey Allah’ın Rasûlü, bizim akrep sokmasına karsı yaptığımız bir rukye vardı.Ancak siz rukye yapmayı yasakladınız” dediler. Rukyeyiarz ettiler. Rasûlullah (sav)”Bir sakınca görmüyorum. Kim kardeşine bir fayda sağlayabiliyorsasağlasın”buyurdu.[17]
2)Avfibn Mâlik el-Esca’î (ra)’den:”Biz cahiliyyederukye yapardık. Rasûlullah (sav)’a, Ey Allah’ın Rasûlü, bukonuda ne dersiniz? diye sorduk. Rasûlullah (sav) “Rukyelerinizi bana arz edin. Şirkihtiva etmediği müddetçe rukye yapmada bir sakınca yoktur” buyurdular.[18]
3) Hz. Âişe (ra)’den: Rasûlullah (sav) bana göz değmesine karsı rukye yaptırmamı emretti.[19]
4) Hz. Âişe (ra)’den:”Nebi (sav) rukye yaparken nefes ederdi/üflerdi.”[20]
5)Ya’mer(ra)’den:Rasûlullah (sav)’a “Ey Allah’ın Rasûlü, yaptırdığımız rukyeler, tedavi için kullandığımız ilaçlar ve korunma amacıyla yaptığımızşeyler Allah (cc)’ın takdir ettiği bir şeyi tersine çevirir mi?” diye sordum. Rasûlullah (sav): “Onlar da Allah (cc)’ın takdir ettiği kaderin bir parçasıdır” buyurdu.[21]
6)Âişe (ra)’den:Birimiz rahatsızlandığındaRasûlullah (sav) sağ eliyle onu mesh eder ve “Ey insanların rabbi, sıkıntıyı gider. Şifa ver, şifa veren sensin. Senin şifandanbaşkaşifa yoktur. Hiçbir hastalık bırakmayacak şekildeşifa ver” diye dua ederdi. Rasûlullah(sav)’ınhastalığıağırlaşınca elini tuttum ve aynı onun yaptığı gibi yapmaya başladım.Elini çekti ve “Allah’ım beni bağışla, rafikia’la’yınasib et” dedi. Baktım ki ruhunu teslim etmişti.[22]
7)Ebû Said el-Hudri (r.a)den gelen bir rivayette o söyle demiştir: “Muhakkak ki Allah’ın Resulü (s.a.v.) cin ve insan nazarı değmesinden Allah’a sığınırdı. Muavvizât (İhlas, Felak ve Nas) sureleri nazil olunca bunları okudu, diğerlerini terk etti.”[23]
8)Hz. Enes’in (r.a.) rivayet ettiğine göre: “Peygamberimiz (s.a.v.), nazar değmesi, zehirli hayvan sokmasına ve sıraca hastalığından (çıban veya yaradan) dolayı rukye yapılmasına izin vermiştir.[24]
Rukyekonusundaki hadislerle ilgili müstakil çalışması olan Muhammed Hulusi Yeşil,bu konudaki hadisleri sıraladıktan sonra der ki: ” Çalışmamız sonucunda, rukyeyi yasaklayan 6, onaylayan 39 hadis olmak üzeretoplam 45 hadis tesbitedilmiştir. Bu hadislerin on tanesi muttefekun aleyh, yirmi dokuzu sahih, birisi hasen-sahih, birisi hasen-garib, üçü de zayıftır. Ayrıca, sadece İbnMâce’de geçen bir hadis tesbit edilmiştir. Hadislerin sıhhatine genel olarak baktığımızda, tamamına yakınının makbul olduğunu görüyoruz.
Rukyeyi yasaklayan hadisleri incelediğimizde, yasağın şirk karışmış rukyelerle alakalı olduğunu görüyoruz. Bazı hadislerde, cennete hesapsız gireceklerin rukye yaptırmayanlar olduğunun belirtilmiş olması, rukyenin mutlak olarak nehyedildiğini göstermez. Bu, bazı insanların sıkıntılar çekerek kendilerini terbiye etmek ve dinin
zarurî kabul etmedigi bazı tedbirlere tevessül etmeyerek Allah’a tevekkül etmek istemeleri ile açıklanabilir. Çünkü rukye acil müdahale gerektiren hastalıkların tedavisi ile uğraşan bir tıb dalı değildir. Bu hallerde zaten tedaviden kaçınmak mümkün olmadığı gibi, dinin tavsiye ettiği bir şey de değildir. Bu sebeple bazı kimselerin
rukyeden uzak durmasını anlayabiliriz. Ancak rukyeye izin veren hadisler içerisinde, Rasûlullah (sav)’ınrukyeyi emrettiği hadislerin bulunması, rukyenin tedavi maksatlı yapılabileceğinin delilidir. Rukyeyi yasaklayan hadislerle rukyeye izin veren hadisler birbiriyle tenakuz oluşturmamaktadır.”[25]
RUKYENİN HÜKMÜ
Rukye; mubah, haram ve şirk olmak üzere 3 çeşittir:
- Mubah Olan Rukye: Rukye; Kur’an-ı Kerim’den ayetlerle, Allah’ın isim ve sıfatlarıyla,anlaşılır bir dille yapıldığı takdirde mubahtır. Hatta bazenmüstehap da olabilir.Rasulullah (sav)’tan gelen duaları okumak bu kabildendir.[26]
Yukarıda zikrettiğimiz rukye yapılması- yaptırılmasına izin veren hatta emreden hadisler; rukyenin, bizzat Resulullah(s.a.v.) tarafından kendisi için ve başkasıiçin okuyup üflemek suretiyle kullanıldığını ve rukyenin meşru bir tedavi şekli olduğunuortaya koymaktadır.
İbn Hacer el-Askalani, âlimlerin şu üç şartın bulunmasıyla rukyenin caiz olacağı üzerindegörüş birliği içerisinde olduklarını bildirmiştir:
- a) Allah’ın kelamıyla, isimleri veya sıfatlarıyla olması
- b) Arap diliyle veya başka bir dille anlaşılır olacak şekilde yapılması
- c) Yapılan rukyenin bizzat faydasının dokunduğuna değil, umulan faydanın Allah tarafındangönderildiğine inanılması.[27]
İbnKayyim el-Cevziyye; Rukye tedavisinin hastalıklara şifa vesilesi olduğunu yaşadığı bir olaya dayanarak şöyle anlatır: “Mekke’de bulunduğum sırada bir süre hastalandım, bu süre içinde ilaç ve doktor bulamadım, ben de kendimi Fatiha’yla tedaviye başladım. Zemzem suyundan bir içimlik alıyor, bu suya defalarca Fatiha’yı okuyor, sonra okuduğum suyu içiyordum. Bu şekilde devam ederek tamamen iyileştim. Bundan sonra çoğu ağrılarımdan kurtulmak için bu yola başvurdum ve böyle yapmaktan dolayı
son derece fayda gördüm.”[28]
Sonuçta Hasan el-Basri, İbrahim en-Nehai, İbn-i Şihab ez-Zuhri, Sevri ve dört mezheb imamlarına göre meşru rukye tedavisinin bir mahzuru yoktur.
Şa’bi, Katade, Said b. Cubeyr ve diğer bazı âlimlere göre ise, rukye tedavisi mutlak şekilde mekruhtur.[29]Onlara göre; Sihir şaibesi olmamak üzere ruhî ve bedenî kurtuluş için tesirli dualarla rukye (okuyup üflemek) caiz olmakla beraber, istirkâ yani kendini başkasına okutmak, okuyup üfleme talep etmek, Allah’a sığınmak ve dua etmek için başkasının aracılığını dilemek manasını içine almış olması itibarıyla dinen hoş görülmüş değildir.
- Haram Olan Rukye: Anlaşılmaz sözler, anlamsız harfler, bilinmeyen isimlerle veyakötü niyetle rukye yapılması haram kılınmıştır.
İslam âlimleri; yasağı, “rukye için okunan dua”da cahiliye küfrünü devam ettiren elfazınvarlığına hamletmişlerdir. Bu yasak, bilhassa hicretten önceki döneme aittir. Hz. Peygamber(s.a.v.), Medine’de hastalara rukye yapmayı meslek edinenleri dinleyerek, dualarında küfürlafızları olup olmadığını kontrol eder ve olmayanlara izin verirdi. Avf b. Malik el-Eşcai:“Ya Resulallah! Biz, cahiliye devrinde rukye yapardık, bunun hakkında ne buyurursun? deyince,Hz. Peygamber(s.a.v.): ‘Rukyelerinizi bana arz ediniz, rukye yapmada şirk olmadığısürece, rukyelerde beis yoktur’ buyurdular.”[30]
- Şirk Olan Rukye: Allah’dan başkasına dua ederek, sığınarak veya yardım dilenerekyapılan rukye, şirktir.Rukyelerin şirke nisbeti, bunların açık veya kapalı şirke müncer olacak telakkive inançların kaynağı olmalarıyla izah edilir. Bunlara şirk ıtlak edilmiş olması, yaResulullah(s.a.v.) zamanında herkesçe bilinen ve cahiliye devrinden beri uyula gelmekte olanşekli sebebiyledir ki bu şekil, şirki ihtiva eden bir mahiyette idi. Yahut da bunun kullanılması,onun tesir edeceğine olan itikada delalet etmesi sebebiyledir, bu inanç ise şirke götürür. Çünkühadiseler, Allah’ın yaratması ve izni ile husule gelmektedir, onsuz muskanın, rukyenin
tesiri olmaz.[31]
DEĞERLENDİRME
Sonuç olarak rukye yapmak ve yaptırmanın caiz olduğunu söyleyebiliriz. Ancak rukyenin en önemli şartı, şifanın Allah (cc)’ın elinde olduğuna inanarak yapmak ve şirki çağrıştıracak söz ve davranışlardan uzak durmaya dikkat etmektir. Bu sözlerden, günümüzde bu işi hiçbir sahih kaynağa dayanmaksızın rant elde etmek amacıyla yapan üfürükçüleri tasvip ettiğimiz anlaşılmamalıdır. Ancak rukyeyiinkâr etmek de mümkün değildir. Çünkü bu konuda vârid olan sahih hadisler vardır. Rukye yapmak ve yaptırmayı birbirinden ayırarak, başkasına rukye yaptırmanın bir ruhsat olduğu kabul edilirse, bunun terk edilmesi düşünülebilir. Aynı şekilde sedd-i zerîa ilkesi gereği insanlar bu konuda yeterli sahih bilgiye sahip oluncaya kadar rukye yaptırmaktan özellikle de rukyecilerden uzak durmaları tavsiye edilebilir. Rukye yapmak ise nihayetinde kişinin hastalığına şifa vermesi için Allah (cc)’a niyazıdır. Bunun yasaklanması düşünülemeyeceği gibi, ayet ve sahih hadislerde emredildiğinden dolayı özellikle tavsiye edilmesi ve insanların bu konuda bilinçlendirilmesi gerekmektedir.
Müslüman, hastalıklar karsısında öncelikle -Allah ve Rasûlünün emrine iktidâen- tedavi yollarını aramalıdır. Batıl önyargılarla hareket edip hastalıkları doktorluk ve hocalık olarak ayırmamalıdır. Sonuçta tıp kanunlarını koyan da Allah (cc)’tır. Tıbbın henüz çaresini bulamadığı hastalıklar için Allah (cc)’a niyaz etmekten başka yapacak bir şey yoktur. Unutulmamalıdır ki insan bu dünyaya imtihan maksadıyla gönderilmiştir.[32]
Muska takmak ve Cevşen taşımak /okumak
Bu bölümde; Muska takmak ve Cevşen taşımak /okumak konuları üzerinde duracağız:
Muska, yazılı şey manasına gelen Arapça ‘nüsha’ kelimesinin Türkçeleşmiş halidir. Bazı âlimlerse Muska kelimesinin “Vuska (lügat manası güvence demektir)” kelimesinin değiştirilmiş şekli olduğunu ifade etmişlerdir.[33]Muska, bazı hastalık ve afetlerden koruduğuna ya da bunları giderdiğine inanılarak üstte taşman, suda eritilerek içilen veya yakılıp tütsülenen yazılı kâğıdı ifade eder.[34]
Rukye ile muska kelimelerinin ilk dönemlerden bu yana birbiri yerine kullanıldığını görüyoruz. Bu karışıklığa, kullanım alanlarındaki bazı benzerlikler sebep olmuştur. Rukye, hastalıkların tedavisi ve çeşitli zararlılardan korunma amacıyla okunan duadır. Muska ise yukarıdaki tanımda görüleceği üzere insanların, boyun, koltuk altı vs. yerlerine taktıkları, çeşitli şekillerde hazırlanmış nesnelerdir.
Muskalar üçgen, dörtgen, kalp ve silindir biçiminde katlanarak en az üç kat olmak üzere muşambaya sarılıp dikildikten sonra boyuna veya koltuk altına asılır ya da belden yukarı ve ön tarafta elbisenin görünmeyen bir yerinde taşınır. Bazı yörelerde üçgen şeklindekilere “muska“, dikdörtgen ve silindir biçiminde olanlara “mutlak” denilir. Üçgen iki muskanın birbirine geçmesinden altıgen şeklinde muskalar elde edilir. Aynı zamanda Yahudilerin de sembolü olan altı köşeli yıldızın Hz. Süleyman’ın mührü olduğu ve muskacılıkta özel bir etkisinin bulunduğu kabul edilir. Muskanın özellikle Bektaşîlerde Hz. Fâtıma’nın eli kabul edilen pençe-i âl-i abâ şeklinde de düzenlendiği görülür.
Üzerinde Âyete’l-Kürsî, Fatiha, İsrâ, Kalem süreleri ve karınca duası yazılı olan muskalara “boylama”, Allah’ın bin bir ismini kapsayan ve kötülüklerden korunmada manevî bir zırh kabul edilene “cevşen”, omuzdan bele doğru çapraz olarak asılana “hamayil”, yazıları küçültülmüş dualardan oluşan kitapçık şeklindekine “en’âm” adı verilir. Muska karşılığında Kuzey Afrika’da “hırz”, Doğu Arabistan’da “hamâye, hafız ” gibi kelimeler kullanılır.
Muskalar taşıyanın durumuna göre farklı mahfazalar içinde saklanır ve güçlü kuvvetli, yakışıklı, güzel insanlarla saralı, inmeli, cinler tarafından çarpılmış hastalara, ayrıca gösterişli at, koç, inek gibi hayvanlara takılır.
Muska ve rukye kavramlarının karıştırılmasının önemli bir sebebi de kullanım alanlarının yakınlığıdır. Muskalar genellikle büyünün bozulması, iki kişi arasında muhabbet sağlanması, eşleri birbirine ısındırma veya soğutma, kısmetin açılması; sebebi belirsiz korku, baş ve karın ağrısı, sara gibi hastalıkların tedavisi; kıymetli şeylerin çalınmaktan korunması, yitiklerin bulunması; zararlı hayvanlardan, eşkıya ve zorbalardan korunma, ziraat ve ticaretin hareketlendirilmesi gibi amaçlarla yapılır. Muskanın nazara karşı korunmak için takılması da söz konusudur.
Çoğunlukla insanlar tarafından taşınan, bazen de belli mekânlara yerleştirilerek kötü güçlerin etkisinden koruma sağladığı kabul edilen muska, prehistorik / çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere kadar pek çok inançta yaygınca görülen büyü ile yakından alâkalı kült nesnelerinden biridir.
Eski Hint, İran ve Roma kültürlerinde olduğu gibi eski Türkler arasında da özellikle hayvanların vücutlarına ait parçaların muska şeklinde kullanıldığı bilinmektedir. Altay Türklerinde kuş tüyü koruyucu olarak taşınıyordu. Şahinden alınan kemikler ve kurt dişleri de insanların taşıdıkları klasik muskalardandır.
Câhiliyye Arapları gizli güçlerin etkisini gidermek ve nazardan korunmak için boyunlarında “tebgîz, nüfre, tencîs, temîme, nüşre, azâim, ta’vîz, tevele, hasûme” gibi adlar verilen muskalar taşıyor, hastaların başını veya ağrıyan organını tutarak okuyup üfleyen kâhin ve büyücülerin onlara sıhhat vereceğine inanıyorlardı. Câhiz, cinleri istihdam ederek (azâim) büyü yapan veya yapılan büyüleri bozan kişilerden söz eder.[35]Cevâd Ali ise Araplar’ın en çok tevele (muhabbet) ve nüfre (nefret) muskaları yaptırdıklarını bildirir.[36]
Muska takmak, İslâm’ın ilk yıllarından günümüze kadar tartışma konusu olmuş ve âlimlerin bir kısmı karşı çıkarken, bir kısmı bazı şartlarla izin vermişlerdir.
İbnMesud, İbn Abbas, Huzeyfe, Ukbe ibn Âmir, İbnUkeym, İbrahim en- Nehaî gibi âlimler muska takmaya karşı çıkmışlardır.[37] Bu âlimler; “Üzerinde temîme ve vedîa taşıyanı Allah(cc) muradına erdirmesin, muhafaza etmesin”[38] ve “Rukye, temîme ve tivele şirktir”[39] gibi temime takmayı yasaklayan hadislerin umum ifade etmesi ve tahsisine dair bir delil bulunmadığı; meşru olması halinde Rasûlullah (sav)’ın bunu açıklaması gerektiği gibi sebeplerle temime (muska) takmaya karsı çıkmışlardır. Ayrıca bu yasağın sedd-i zerâi’ ilkesinin bir gereği olduğunu; bu konuda verilecek iznin, meşru olmayan temimelerin de takılmaya başlanmasına sebep olacağını iddia etmişlerdir.
Günümüz Âlimlerinden Yusuf Karadavi bu görüşü savunmakta ve şu izahatta bulunmaktadır: “Bazı âlimler bu tür muskalara ruhsat verirken bazıları da yasaklamıştır. Tercih edilen ise; Muskanın bütün türlerinin yasak sayılmasıdır. Çünkü itibar edilen deliller bunu gösteriyor:
1) Yasaklayıcı olarak gelen hadislerin tümü, genel bir yasaklayıcılık özelliğine sahiptir. Muskaların bir türünü yasaklayıp da diğer bir türünü caiz görmemiştir. Mesela, Allah Resulü (s.a.v) muska takan adama kızdığında onda Kuran ayetlerinin yazılı olup olmadığını sormamıştır. Muskayı muska oluşundan dolayı yasaklamıştır.
2) Günahlara sebep olacak yolları engellemek: Bugün Kuran ayetleri yazılı muska takan bir kimse yarın başka şey yazılı muskalar takmaya başlar. Bunu gören bir kimse onun, Kuran muskası mı yoksa başka bir muska mı olduğunu nereden bilecek.
3) Zira Kuran ayetli muskaları taşımak Kuranın değerini düşürür. Çünkü kişi ister istemez necis yerlere girecek, cünüp olacağı günler olacaktır. Kadınlar ise aybaşı geçirecekleri için onların da üzerlerinde taşımaları pek uygun olmayacaktır.
Gerçek şu ki, muska takmak kesinlikle yasaklanmıştır. Allah Resulü, muska taşıyanlara bedduada bulunarak şöyle demiştir “Muska taşıyanın Allah muradını tamam etmesin. Kim de nazar boncuğu takarsa Allah huzurlu bir şekilde yaşatmasın”[40]
Hz. Aişe, Abdullah ibniAmr, Said ibn el-Müseyyib, İbnSîrîn, Atâ, Ebu Ca’fer et-Tahavi, Mâlik, AhmedibniHanbel, İbniAbdilberr, Beyhakî, Kurtubî, İbniTeymiyye, İbnKayyim, İbni Hacer gibi âlimlerse muska takmaya, hastalık veya isâbet sonrasında olmak şartıyla cevaz vermişlerdir.[41] Bu görüşe sahip olanların delilleri söyle sıralanabilir:
- “Kim bir şey takınırsa ona havale edilir”[42] hadisi. Bu hadise göre şirk içeren temimeler takanlar, taktıkları şeye havale edilirken Kur’an’ın yazılı olduğu temimeleri takanlar Allahu Teâlâ’nın muhafazasına sığınmış olurlar.
- Hz. Aişe (ra)’nintemimenin tanımını yaptığı rivayet: “Temime musibetten sonra takılanları değil, önce takılanları ifade etmektedir.” Hâkim En-Nisaburi, hadisin mevkuf olarak görülmesinin yanlış olduğu; Hz. Aişe’nin bu sözü kendi reyine göre değil Rasûlullah (sav)’tan mülhem olarak söylediği görüşünü öne sürmektedir.[43]
- Sahabe-i Kiram’dan Abdullah ibnAmr’ın Peygamberimiz (sav)’in öğrettiği bir duayı -ki şudur- : “Sizden biriniz uykuda korkarsa şöyle desin: Allah’ın gazab ve azabından ve kullarının şerrinden, şeytanların vesvesesinden ve yanıma gelmelerinden eksikliği olmayan Allah’ın sözlerine sığınırım” temyiz çağına gelmeyen çocukları için yazıp onların boynuna asması.
4.“Rukyeler, temimeler ve tiveleler şirktir” hadisinden yola çıkarak belli şartları taşıyan rukyeler nasıl caiz ise, temimeler de öyledir şeklinde bir kıyas yapmışlardır.
İbnKayyim El Cevziyye, muhalled eseri “Zadu-l Mead” ta bu konuda geniş açıklamalarda bulunmuştur. Bu açıklamalardan bir bölümünü –özetle- iktibas edelim: “el-Mervezî anlatır: Ebu Abdullah’a benim Hummaya yakalandığım haberi ulaşmıştı. Benim için, hummaya karşı bir kağıda şunları yazdı: ‘Bismillahirrahmanirrahim, Bismillah ve billah. MuhammedünRasûlullah. Dedik ki: Ey Ateş! İbrahim üzerine serinlik, güllük-gülistanlık ol. Ona bir tuzak kurmak istediler. Fakat biz onları hüsrana uğrayanlardan kıldık. (Enbiya Sûresi, 69-70) Ey Allah’ım! Cebrail’in, Mikail’in, İsrafil’in Rabbi! Bu muskanın sahibine gücün, kudretin ve azametinle şifa ver. Ey Hak olan İlâh! Âmin.”
İbnHibbân diyor ki: Ebu Cafer Muhammed b. Ali’ye muska asmanın hükmünü sordum. O şöyle dedi: “Eğer Allah’ın Kitabı’ndan ya da Hz. Peygamber’in (s.a.) sözünden ise, onu as ve gücün yettiğince onunla şifa iste.” Ben ona: “İki gün ara ile tutan humma için yazıyorum” dedim. O:”Tamam” dedi.
İmam Ahmed b. Hanbel, Hz. Âişe ve diğer bazı sahabîlerin bu konuda katı davranmadıklarını zikretmiştir.
RâviHarb şöyle der: Bu konuda Ahmed b. Hanbel katı değildir. İmam Ahmed: “İbnMes’ûd bundan hiç mi hiç hoşlanmaz, kerih görürdü.” demiştir. İmam Ahmed, kendisine musibet geldikten sonra muska asılması hakkında sual ettiklerinde: “Bunda bir beis olmayacağını umuyorum.” dedi.
El-Hallâl, Abdullah b. Ahmed’den: ‘Babamı (İbniHanbel’i) musibet sonrasında, gerek korku, gerek humma için muska yazarken gördüm.’ dediğini nakletmiştir. “[44]
Günümüz âlimlerinden şehid Abdullah Azzam bu konuda şöyle der: “Korunmak için muska ve benzeri şeyleri takmaya gelince; Şurası bir gerçektir ki, eğer muska Kur’an ve Sünnette bildirilen şeylerle veya sahabelerden yapılan rivayetlerle hazırlanmışsa buna ruhsat vardır. Nitekim Abdullah bin Amr bin el-As’tan rivayet edilen hasen bir hadiste Abdullah’ın şu hadisi yazdığı rivayet edilmiştir: “Bütün şeytanların, zehirli haşeratın ve her isabet eden gözün şerrinden Allah’ın mükemmel sözlerine sığınırım”(Buharî, Kitab. Enbiya, Bab. 10) Abdullah b. Amr b. el-As diyor ki; “Ben bunu oğullarımdan anlayabilenlere öğretiyordum, anlayamayanlara ise bir levhaya yazıyor ve boyunlarına asıyordum.”( Bkz. Ebu Davud, Tıp, Hn. 3893.)
Görüldüğü gibi yapılan muska rivayetlere dayanmakta ise kimsenin buna itiraz etme hakkı yoktur. Bir muskayı açtığınızda iki şekilde bulabilirsiniz. Birincisi; içerisinde ya Allah veya ya Rahman veya ÂyetelKürsi, İhlâs, Nas ve Felaksûreleri gibi âyetler ve dinin yasaklamadığı ifadeler vardır. İkincisinde ise; Bid’at ehlinin yaptığı ve Müslümanlarla alay ettiği şeyler vardır.
Ben birçok muskayı açtığımda içerisindeki şeylerin bid’at ehli tarafından Müslümanlara uydurulan şeyler olduğunu gördüm. Bir kısım muskaların içerisinde, on iki imamın ismi yazılıydı. Bazılarındaysa el veya göz resimleri çizili idi. Bu tür muskaları kaç paraya sattıklarını biliyor musunuz? Bazen bunların fiyatları bin Afganiye ulaşmaktadır…
Doktor kardeşlerimizden bir tanesi bana şunları anlattı; Arap bir kardeş bir Afganlının boynunda asılı olan muskayı tuttu ve onu kesmek istedi. Afganlı: “Niçin kesmek istiyorsun?” dedi. Arap kardeş; “Bu şirktir,” dedi. Afganlı kardeş ona;”Bu Kur’an’dır, Kur’an’ı Kerim’i boynuna asmak mı yoksa Kur’an’ı Kerim’i kesmek mi şirktir?” dedi. Afganlıların muskaya bakışları budur. Muskaları Kur’an olarak zannetmektedirler. Şayet Kur’an diye boynunda taşıdığı muskayı karşısında açarak onu okusanız ve içerisinde Kur’an ve Sünnetten hiçbir şey bulunmadığını gösterseniz kendi haline kendisi gülecektir.
Bazı muskalarda, ya Ali, ya Hasen veya ya Hüseyin gibi medet veya bizi kurtar gibi şirk lafızlar içerdiğini farz edelim’. Bu tür içerisinde şirk lafızlar bulunan muskayı, içerisinde Kur’an ve Sünnetten âyetle veya hadisler yazılıdır diyerek taşıyan kimseye müşriktir denilemez. Bu kimse cehaleti nedeni ile mazur sayılır. Biliyorsunuz ki biz ehl-i sünnetin imamları, insanların anlamaları zor olan meselelerde cehaleti mazeret kabul ederler. Mesela, Bunlara İbn Kayyım el-Cevzi ve İbnTeymiye, Muhammed b. Abdulvahhab bunlardandır. Şimdi biz bunların görüşlerini kabul ediyor muyuz yoksa etmiyor muyuz? Onlar bu tür zor meselelerde insanların mazeretlerini kabule şayan görmüşlerdir…
Geçen yıl Şeyh Abdülmecid ez-Zindani ile birlikte hacc’da bulunduk. O, bana şeyh Abdülaziz b. Baz’a şöyle sorduğunu anlattı; Bazı kimseler insanı İslâm dininden çıkaran ve şirke düşüren amelleri yapmaktadırlar. Bu gibi insanları tekfir edebilir miyiz? Abdülaziz bin Baz ise; Hayır bunları tekfir edemeyiz. Çünkü Muhammed bin Abdülvehhab’a, Kevvaz kubbesi etrafında tavaf ederek, o kubbeden medet uman insanları tekfir edebilir miyiz diye sorulduğunda; “onlara bu yaptıklarının hükmünü öğreten kimselerin az olması nedeniyle onları tekfir edemeyiz” demiştir. İki yüz elli seneden beri Arap Yandaması’nda şirke, bidatlere ve müşriklere karşı mücadele edilmesine rağmen Medine ve Mekke’de dahi hâlâ bid’at ehli sofiler bulunmaktadır. Afganlıların Mekke ahalisinden daha iyi olmasını mı istiyorsunuz? Evet, Afgan halkı onlardan daha iyi ve faziletlidir, çünkü Afgan halkı cihad etmektedir. “[45]
Biz de-âcizâne- Allah’ın kelâmı veya O’nun isim ve sıfatlarından biriyle yapılması, RasulullahEfendimiz’den nakledilen sahih duaları içermesi ve şirke sebep teşkil etmemesi, ayrıca bir vesile olduğuna inanılması durumunda muska takmanın câiz olduğunu savunan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerine katılıyoruz. Peygamberimiz (sav)’in muska taktığına veya tavsiye ettiğine dair bir hadisin bulunmaması sebebiyle bu konuda hassas davranılması gerektiğini de ifade ediyoruz.
CEVŞEN TAŞIMAK VE OKUMAK
Yukarıda muskanın caiz olması için RasulullahEfendimiz’den nakledilen sahih duaları içermesi gerektiğinden bahsetmiştik. Acaba son yıllarda, bazı İslami(!) cemaat ve çevrelerin üstün gayret ve fedakarlıkları sonucu Müslümanlar arasında hızla yayılan; deri, gümüş vb. kılıflarda muska haline getirilen, bazı gazeteler tarafından promosyon olarak dağıtılan, “Cevşen” duasının okunması, boyunda taşınması, araba ve evlere asılması konusunu ele alalım:
Cevşen, Farsça kökenli bir kelime olup, “bir tür zırh, vaktiyle giyilen savaş elbisesi” manasına gelmektedir.[46] Terim manası Ehl-i Beyt tarikiyle Peygambere isnat edilip, Cevşen-i Kebîr ve Cevşen-i Sağîr olarak bilinen, metinleri birbirinden farklı iki duayı ifade eder. Ancak Cevşen-i Kebîr daha meşhurdur ve “Cevşen” denilince ilk akla gelen Cevşen-i Kebîr’dir. Cevşen-i Kebîr; Mûsa el-Kazım, Câfer es-Sâdık, Muhammed el-Bakır, Zeynelâbidin, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali tarikiyle Hz. Peygambere isnat edilir.[47]
“Cevşen-i Kebîr” diye bilinen dua metni, Mûsa el-Kazımdan itibaren imamlar yoluyla Peygambere nispet edilmiş bir hadis olarak rivayet edilmektedir. Bu dua özellikle Şiî dünyasında oldukça rağbet görmüş, duayı AhmedZiyâeddinGümüşhânevî, Mecmû’atü’l-Ahzâb adlı eserinde nakletmiş ve daha sonra Said Nursî tarafından “Kur’an’ın hakiki ve tam bir nevi münacatı ve Kur’an’dan çıkan bir çeşit hülasası”[48] diye sahiplenilmiştir. M. Fethullah Gülen, Cevşen-i Kebîr hakkında şöyle söylemektedir: “Biz kesinlikle diyoruz ki, Cevşenmânâsı itibariyle Efendimize ilham veya vahiy yoluyla gelmiştir. Daha sonra da ehlullahtan birisi bu Cevşeni keşif yoluyla Efendimizden almış ve Cevşen bize kadar öyle ulaşmıştır.”[49]
Cevşen duasının Peygamberimize verildiği iddia edilen rivayet şekli Şii kaynaklarında şöyle geçmektedir: “Rasûlullâh savaşların birinde vücudunu rahatsız eden ağır bir zırh giymişti. O sırada Cebrâil gelerek Rasûl-i Ekrem’e şöyle arz etti: Ey Muhammed Rabbi’nin sana selamı var. O zırhını çıkarıp bu duayı okumanı buyuruyor. Bu dua senin ve ümmetin için emanvesîlesidir.”[50]
Sünni kaynaklardan Cevşen duasına ilk yer verilen eser olan Mecmu’atulAhzab da duanın tarihi süreci hakkında verilen bilgiler şii kaynaklardaki bilgilerin hemen hemen aynısı olmakla birlikte, Şii kaynaklarda Cevşen duasının geldiği mekana değinilmemesine rağmen, duanın Rasûlullâh’aUhud dağında geldiğini belirtmektedir. Mecmu’atulAhzabda şu bilgilere rastlamaktayız: “Rasûl-i Ekrem havanın çok sıcak olduğu bir günde zırhını giymiş Uhud dağına giderken gözlerini gökyüzüne kaldırıp Allah’a dua etti, o esnada göğün kapıları açıldı ve nurlar içinde Cebrâilnâzil olarak Rasûlullâha şöyle arz etti: Ey Muhammed Rabbi’nin sana selamı var. O zırhını çıkarıp bu duayı okumanı buyuruyor. Bu dua senin ve ümmetin için güven vesîlesidir.”[51]
Burada Cevşen duası ile ilgili akademisyen Bünyamin Erul’un tespitlerini aktarmak istiyoruz: “Cevşen duasının bir tefekkür ve zikir kaynağı olmasına itirazımız yok, ancak onun eşsiz oluşu tartışılır, vahye dayanması ise –şayet vahy olarak görülüyorsa- reddedilir. Nitekim “Cebrâil tarafından Peygamber Efendimiz’e (asm) “vahy-i zimnî” tarzında tâlim ve tebliğ edilen”[52] ifadelerinden bu anlaşılmaktadır ve bu asla kabul edilemez. Cebrail’in Hz. Peygamber’e getirdiği mesajlar ekseriyetle Kur’an vahyi olup, Kur’an dışında Cebrail-Hz. Peygamber arasında sınırlı sayıda ve belli konularda bazı iletiler söz konusudur ve bu tür bilgi akışına dair bazı misaller muteber hadis kaynaklarımızda yer almaktadır.
Cebrail’in, Hz. Peygamber’e “zırhı çıkar, onun yerine bu Cevşeni oku!” dediği iddiası da Rasul-i Ekrem’in siret ve sünnetine tamamen ters düşmektedir. Zira Hz. Peygamber, hiçbir zaman, hiçbir savaşta, gerekli tedbirleri almadan, esbaba tevessül etmeden hareket etmemiştir. Savaşlarda zırh, koruma, muhafız ve bekçi vb. birçok tedbiri elden bırakmamıştır.[53] Hatta “Allah seni insanlardan koruyacaktır”[54]ayeti celilesinin nüzulünden sonra dahi bu tür tedbirlere başvurmuş, böylece ümmetine bu konudaki sünnetleri öğretmiştir.
Said Nursî’nin naklettiğine göre “Cevşenü’l-Kebîr’inResûl-i Ekrem Efendimiz’inkudsî bir münâcâtı olduğu, Kur’ân’dan sonra eşsiz ve misilsiz bir eser olduğu ve Kur’ân’ın bir çeşit özü ve hülasası bulunduğu” şeklindeki kanaat ise, yukarıda verilen bilgiler doğrultusunda oldukça abartılmış ifadelerden ibarettir. Zira Hadis açısından bir defa Rasul-i Ekrem’e aidiyeti imkânsız olunca, O’nun kudsi bir münacaatı olması da mümkün değildir. Kur’an’dan sonra eşsiz ve misilsiz bir eser olduğunu söylemek, başta Sahih-i Buhari olmak üzere muhaddislerimizin ortaya koyduğu bunca muteber hadis kitaplarını hiçe saymak, onlara değer vermemek anlamına gelir. Kur’an’ın özü ve hulasası oluşu da tartışılır.
Sonuç olarak Cevşen, yukarıda iddia edildiği gibi vahy kaynaklı değil, Şii kaynaklı veya diğer bir ifade ile Şii orijinli bir dua kitabıdır. Sünni kesime bir asır önce Gümüşhanevi tarafından sokulmuş, Üstad tarafından meşhur edilmiştir. Halen, Risale-i Nur talebeleri dışında, Sünni dünyada rağbet gören, bilinen bir dua kitabı da değildir. Şu halde 30-40 senelik bir mazisiyle, sadece şakirdlerinvird kitabı olan bu Cevşen’in, ne vahy kaynaklı oluşu, ne mütevatir oluşu, ne de Kur’an’dan sonra eşsiz bir eser oluşundan söz edilebilir. Bu gibi iddialar, asılsız ve temelsiz olup, ilmi dayanaklardan yoksundurlar. Yüce Kitabımızda yer alan dua ayetlerinden ve sevgili Peygamberimizin fem-i saadetlerinden sadır olup, sahih bir şekilde gelen yüzlerce sahih ve hasen rivayetlerdeki dualardan oluşturulacak bir dua kitabı, yukarıda özellikleri anlatılan Cevşen adlı dua mecmuasından binlerce defa üstündür, mukayese bile edilmez.”[55]
İşin nihayetinde diyoruz ki; Cevşen-i Kebîr diye bilinen ve Mûsâ el-Kâzım’dan itibaren imamlar yoluyla Hz. Peygamber’e nispet edilmiş bir hadis olarak rivayet edilen yaklaşık on beş sayfalık dua metni Sünnî hadis mecmualarında yer almamakta, aynı şekilde Şiî hadis külliyatının ana kaynağı durumundaki kütüb-i erbaada dahi bulunmamaktadır.[56] Ehli Sünnet âlimlerinin eserlerinde yer alan ve kaynağı sağlam, sahih olan o kadar kıymetli dua dururken, Şiîlerin bile güvenilir kaynaklarında yer almayan Cevşen’in bu kadar ön plana çıkarılması düşündürücüdür. Bu bizde Şahıs ve cemaat taassubu içinde olunduğu intibası vermektedir.
Bu kadar hak ve hakikatten sonra hâlâ “Cevşen-ül Kebir adındaki en meşhur ve Kur’andan sonra en mübarek ve en kudsî münacat-ı Peygamberîmerfû ve muttasıl ve mütevatir senedi “Mecmuat-ülAhzab’ın 1. cildinin 234. sahifesinde mevcuttur. Rivayet silsilesi, sâdat-ı ehl-i Beytten müteşekkildir. Ve şimdiye kadar hiçbir muhaddis veya nekkad-ı muhaddisinden hiçbir müteşeddit; cerh ve tâdil kitaplarında Cevşenin senedine ilişmemiş, hiçbir şey dememiştir. İşte meydan, bütün cerh, nekd ve tadil kitapları ortada … ”[57] şeklinde yaldızlı cümlelerle ‘Cevşen’ savunuculuğunu yapanları Allah’a havale ediyor; “Cevşen” duasının Peygamberimize ait olduğu iddia edilerek okunmasının, boyunda taşınmasının, araba ve evlere asılmasının câiz olmadığı kanaatini burada dercediyoruz. En doğrusunu Allah cc bilir.
NAZAR
Bu bölümde de “Nazar (göz değmesi)” kavramı üzerinde durup, nazardan korunmak için neler yapılması gerektiği konusunu işleyeceğiz. Tevfik Allah(c.c.)’dandır.
Nazar, Arapça bir kelime olup; “N-Z-R” kökünden gelen bir mastardır. “Bakmak, görmek, gözün algılaması, göz ile mülahaza etmek, bakış atmak, bakışlarını çevirmek, yan bakış, iltifat, itibar, niyet, beklemek, düşünmek, tasarlamak, aklından geçirmek, dikkatini vermek…”[58]gibi anlamlara gelir. Türkçeye geçerken mana değişikliğine uğramış ve “ayn=göz” kelimesi karşılığında kullanılmaya başlanmıştır.[59]
Yine Türkçe’de beğenilen bir şeye kıskançlıkla bakmak ve zarar verecek şekilde onu etkilemek manasında “nazar etmek (göz değmesi)”, Arapçada ise “nazra (isâbetü’l-ayn)” şeklinde kullanılır.[60]
Istılah manasıyla nazar şu şekilde tarif edilmektedir: “Bakma neticesi bakılan şeyin etki altına alınması, bazı insanların bakışlarında bulunduğuna inanılan zararlı gücü ifade eder.” Diğer bir tarife göre ise: “Doğuştan kendilerinde bulunan bir özellikle, bazı kimseler, bakışlarını yahut düşüncelerini, insan, hayvan veya herhangi bir eşya üzerinde yoğunlaştırarak, onları adeta manyetize edip olumsuz bir etki meydana getirirler ki, işte buna ‘nazar’ ve diğer bir değişle ‘göz değmesi’ diyoruz.”[61]
Nazarın sözlük ve terim anlamını açıkladıktan sonra, konuyu daha iyi anlayabilmek için, nazarın mahiyeti ve meydana gelişi ile alakalı görüşleri vererek nazarın nasıl meydana geldiğini açıklamaya çalışacağız:
İbn-i Kayyım el-Cevziyye nazarı, ruhun karşı bedene olan etkisi ile açıklar ve nazar hadisesinin ruhi bir olay olduğunu ifade ederek bu durumu söyle izah eder: “Şüphesiz ki Allah Teâlâ beden ve ruhlarda çeşitli güç ve tabiatlar yaratmış, birçoğuna da özellikler ve etkili şekiller vermiştir. Akıl sahibi bir kimsenin ruhun bedene olan tesirini kabul etmemesi mümkün değildir. Nazar olayında meydana gelen etki her ne kadar göze nispet edilse de gerçekte ruha aittir. Ruhların tabiatı, gücü, nitelikleri ve özellikleri birbirinden farklıdır. Haset eden karşısındakini çekemeyen, kişinin ruhu haset edilen kişiye açıkça zarar verir. Gerçekte nazarın esası budur. Çünkü haset eden nefiste habis bir oluşum meydana gelir ve haset edinilenle karsılaşarak ona etki eder.”[62]
Fahreddin Razi de İbn-i Kayyım gibi nazarın ruhi bir hadise olduğunu söylemekle beraber nazarın kıskançlık ve hasetten dolayı meydana gelebileceği gibi aşırı bir sevgiden dolayı da meydana gelebileceğini söylemektedir. Razi, bu durumu şöyle izah eder: “Bir kimse bir şeyin güzel olduğunu güzelliği üzere kalmasını ister ve yine bazen de, haset eden kimsenin düşmanının elindeki şeye karşı haset duyduğu zaman ki gibi onun o güzelliği üzere kalmasını istemez. Binaenaleyh, birinci durum olursa bu kimsede, bu güzel görme esnasında o güzelliğin kaybolacağına dair şiddetli bir korku meydana gelir. Şiddetli korku da, ruhun, kalbin içinde sıkışıp kalmasını iktiza eder. İşte o zaman ruh ve kalp çok ısınır. O zaman, ruh-i bâsire de, kuvvetli ve sıcak bir hal meydana gelir. İkinci durum söz konusu olduğunda bu güzel görme esnasında şiddetli bir haset ve bu nimetin düşmanın elinde olması sebebiyle de büyük bir hüzün, keder meydana gelir. Hüzün ve kederde yine ruhun kalp içinde sıkışıp kalmasına sebep olur. Bu durumda da şiddetli bir ısınma meydana gelir. İşte bu ruhun ısınması, gözler aracılığı ile karşı tarafa ulaşarak onu etkilemektedir. ”[63]
Günümüz âlimlerinden Said Havva da: “Nazar değmesinde insanların anlamakta zorlandığı bilinmeyen yönler vardır. Çünkü bilimsel gelişmeler her geçen gün artarak devam etmesine rağmen hâlâ insanlığın ulaşamadığı âlemler mevcuttur. Bununla birlikte her geçen gün, insanın yeni bazı özellikleri ve kabiliyetleri ortaya çıkmaktadır. Öte yandan insan, gün geçtikçe bilinmeyenler dünyasına ait pek çok şeyi anlamasını sağlayacak kâinatın gizliliklerine dair yeni yeni bazı incelikler keşfetmektedir. Örneğin, bazı ışınların özel etki yaptığına dair buluş, bir takım insanların gözlerinin diğer insanların bedenleri veya başka şeyler üzerinde özel etki yaptığı düşüncesinin, yani nazar değmesinin anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır.”[64]diyerek meseleye farklı bir izah getirmiştir.
Göz değmesi hadisesinde karsı tarafta meydana gelen etkiyi İslam âlimleri ruhi ve manevi bir etki olarak açıklarken, biyoenerji alanında araştırma yapan bilim adamları da aynı durumu negatif enerjinin karşıdaki kişiyi etkilemesi olarak izah etmektedir. Ruhun veya enerjinin karsı tarafı etkilemesi de gözler aracılığı ile olmaktadır. Çünkü bakılan şeye karşı içte oluşan haset, kıskançlık, hoşlanma ve beğenme gibi duygu ve düşüncelerin dışa yansıması gözler aracılığı ile gerçekleşmektedir.[65]
Kur’an-ı Kerim’i incelediğimizde terim anlamı itibariyle nazarın yani göz değmesinin Kur’an’da açıkça bulunmadığını görüyoruz. Bununla beraber Kur’an-ı Kerim’de nazara işaret eden dört tane ayet-i kerimenin olduğunu konuyla ilgili rivayetlerden ve değerli müfessirlerimizin tefsirlerinden öğreniyoruz:
1)Yusuf Sûresi 67. ve 68. Ayetler: “(Yakub ) Dedi ki: Oğullarım, hepiniz bir kapıdan girmeyin. Ayrı ayrı kapılardan girin. Bununla beraber, Allah katında size bir faydam olmaz. Hüküm ancak Allah’ındır. Ben, O’na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnız O’na tevekkül etsinler. Babalarının kendilerine emrettiği yerden girdiler. Bu, Allah katında onlara bir fayda sağlamazdı. Ancak Yakub içindeki dileği meydana çıkarmış oldu. O, şüphe yok ki, kendisine öğrettiğimiz için ilim sahibi idi. Ama insanların çoğu bitmezler.”
İmam Kurtûbi, bu ayetlerin tefsirinde der ki: “İbni Abbas, Dahhak ve Katade’den nakledildiği üzere, Hz.Yakub’un oğullarına tek bir kapıdan değil de farklı farklı kapılardan girmelerini emretmesi onlara nazar değecekleri endişesini taşıdığından dolayıdır. Çünkü Mısır’ın dört kapısı vardı. Oğullarının sayısı ise on birdi. Güzellikleri, boy-posları ve ahlâki yönleri takdire şayandı. Hepsinin ayrı ayrı kapılardan girmesini, bir nevi nazar isabeti için tedbir sayıyordu.”
Kurtûbi, bu konuda farklı görüşleri de naklettikten sonra yukarıda naklettiğimiz görüşle ilgili olarak şunu söyler: “Ümmetin ilim adamlarının kabul ettiği görüşte budur. Ehl-i Sünnet’in mezhebi de budur. Bazı bidat ehli kesimler nazar değmeyi kabul etmemekle birlikte, sünnet ve ilim adamlarının icmaı onlara karşı bir delildir.”[66]
2)Kalem Sûresi51. ve 52. Âyetler: “Doğrusu o küfredenler, Kur’an’ı işittiklerinde, az kalsın seni gözleriyle devireceklerdi ve o, mutlaka bir delidir, diyorlardı. – Hâlbuki o (Kur’an), âlemler için öğütten başka bir şey değildir.”
Taberî, bu ayetleri şöyle tefsir etmektedir: “Ey Muhammed kâfirler sana olan şiddetli düşmanlıklarından dolayı neredeyse gözleriyle sana nüfuz edecekler ve gayz dolu bakışlarıyla seni devireceklerdi. Rivayet edildiğine göre; bununla şunu demek istedi: Kâfirler neredeyse gözleriyle sana nazar isabet ettirecek ve seni devireceklerdi. Arab’ın şöyle demesi gibi; Falan kimse neredeyse şiddetli nazarıyla beni devirecekti. Dediler ki; KureyşlilerRasûlullah (s.a.v.)a isabetü’l-ayn yani nazarla zarar vermeye özel bir gayret gösterdiler.”[67]
Fahreddin Razi de, Hasan el-Basrî’den isabet-i ayn’ın ilacının, bu ayeti okuma olduğu yönünde bir rivayet nakletmektedir.[68]
3) KehfSûresi 39. Âyet: “Bağına girdiğinde: Maşallah! Kuvvet yalnız Allah’ındır, deseydin ya! Eğer malca
ve evlâtça beni kendinden güçsüz görüyorsan”
Malı ve evladı az olan mümin bir kul ile malı ve soyunun çokluğuyla övünen kâfir birisinin tartışmalarının nakledildiği bu kıssada; Mümin olan kişi, kâfir olan arkadaşına her şeyin yaratıcısının Allah olduğunu ve Allah’ın dilediği şeyin olacağını hatırlatarak onu imana çağırmakta ve sahip olduğu bahçelerin Allah’ın dilemesiyle olduğunu söylemektedir.
Taberi, bu manayı ifade ettikten sonra “Sen bağına girdiğin zaman “Maşallah Lâ Kuvvete İlla Billâh”demen gerekmez miydi?” ayet-i kerimesiyle ilgili olarak, bazı âlimlerin söyle dediğini aktarır: “Bir kimsenin kendi durumunu, çoluk çocuğunu ve malını beğenmesi halinde “Maşallah Lâ Kuvvete İlla Billâh”demesi gerekir.”[69]
4) FelakSûresi 5. Âyet: “Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden (Allah’a sığınırım)”
Fahreddin Razi, Felaksûresinin 5.ayeti“Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden (Allah’a sığınırım)” ayetinin tefsirinde, “malum şeylerdendir ki hasetçi başkasında olan bir nimetin, ondan giderilip kendisine verilmesini şiddetle isteyendir. Bu ise, eğer neredeyse sadece hile ile imkân bulabiliyorsa, kesinlikle buna başvurur. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, ondan sakınmayı ve Allah’a sığınmayı emretmiştir. Böylece, dinî ve dünyevî açıdan kendisinden sakınılan ve çekinilen her şer bu sûrenin kapsamına girer. Bu yüzden bu sûre nazil olunca, Hz. Peygamber (s.a.s) bunun inişi ile rahatladı, sevindi. Çünkü bu, peşi sıra gelen sûre ile birlikte, her şeyden sığınmayı içine almaktadır,”[70] diyerek konuyu izah etmektedir.
İbn-i Kayyım da : “Hasetçi nazar değenden daha geniştir. Yani her nazar değen hasetçidir ama her hasetçi nazar değdirmez. Öyleyse hasetçiden Allah’a sığınma, nazar değenden de Allah’a sığınma demektir.”[71]diyerek konuya izah getirmiştir.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır da şu açıklamayı yapmaktadır: “ Hased galeyan edip de hasetlendiğine karşıki ve öfke, düşmanlık kastıyla kötü nefsini yönlendirdiği vakit ki, “göz değme” denilen durum ve afet de çoğunlukla o anda olur. Onun için “haset” ile “göz değme” bir birinden ayrılmaz gibi düşünülür. O sırada haset edenin nefsi öyle bir çirkin durum alır ki o his ile fırlattığı kötü bakışların kıvılcımları, haset edileni zayıf buluverdiği takdirde bazen onu yıldırım gibi çarpar. Ve nice haset edenler ve kötü gözlüler vardır ki haset gözüyle baktıkları zaman bazı yılanların gözleriyle bakışlarındaki eza gibi ezâlandırırlar. Bu his ile harekete geçen kötü nefisler ise her hileye başvurur, ellerinden gelen her fenalığı göze alırlar. Ve onlar için haset edilenin helâkinden başka bir suretle teselli kabil olmadığından dolayı o yolda içlerini yiye yiye kendilerini de yakar helâk ederler.”[72]
Nazar’a işaret eden ayet-i kerimeleri ele alıp müfessirlerimizin görüşlerini kısaca aktardıktan sonra, bu bölümde nazar’ın hakikatiyle ilgili hadis kaynaklarımızda yer alan hadis-i şeriflerden bir bölümünü aktaralım[73]:
1)EbûHüreyre (r.a)den gelen bir rivayette Allah’ın Resûlü (s.a.v): “Nazar (göz değmesi) haktır”[74] buyurdu.
2) Hz. Aişe (r.a)den gelen bir rivayette Nebi (s.a.v) şöyle buyurdu: “Göz değmesinden Allah’a sığının. Çünkü nazar haktır (gerçektir).”[75]
3)İbn-i Abbas (r.a)tan gelen bir rivayette Allah’ın Rasûlü(s.a.v) şöyle dedi:“Nazar (göz değmesi) haktır. Dağı yerinden oynatır veya insanı dağdan aşağı düşürür.”[76]
4) Cabir (r.a)den gelen bir rivayette Rasûlullah (s.a.v) söyle buyurdu: “Allah’ın kaza ve kaderinden sonra ümmetimden ölen kimselerin çoğu nazar (göz değmesi) yoluyladır.”[77]
5)İbn-i Abbas (r.a), Allah Rasulünün söyle dediğini naklediyor: “Nazar haktır. Eğer kaderin önüne bir şey geçecek olsaydı, göz değmesi onu geçerdi…”[78]
Nazar’ın hakikatiyle ilgili ayet ve hadisleri değerlendiren Ehl-i Sünnet âlimleri, konuyu itikadî meseleler içerisinde ele almışlardır:
Meşhur Hanefi âlimi Aliyyu’l-Kârî, İmam Ebu Hanife’nin eseri olan “Fıkhu’l-Ekber”üzerine yazmış olduğu şerhin sonunda, dâhil edilmesi gereken (mülhikat) meselelerin olduğunu belirtir ve nazarı da bu
meseleler arasında zikrederek, “Mu’tezile’nin aksine bize göre nazar haktır”[79] demektedir.
İmam Nevevî de : “Ulemanın çoğunluğu bu hadisin (nazar haktır. Eğer kaderin önüne geçecek bir şey bulunsa idi, bu nazar olurdu) zahiri ile amel ederek nazar değmesinin hak olduğunu söylemişlerdir. Nazarı ancak bidat taifelerinden bazıları inkâr etmişlerdir. Onların sözlerinin yanlışlığının delili ise şudur: Bir hakikate zıt olmayan ve bir hakikati değiştirmeyen her manaya akıl cevaz verir. Böyle bir şeyin vukuunu İslam dini haber verdiği zaman inanmak vacip olur. Yalanlanması caiz değildir. Bidat taifelerinin bunu yalanlamasıyla ahirete ait meseleleri yalanlaması arasında fark var mıdır?”[80]diyereknazar’a inanmanın Ehl-i Sünnetin ilkelerinden biri olduğunu tasrih etmiştir.
NAZAR’A KARŞI KORUNMA YOLLARI
Nazar’ın hak olduğunu ifade edip varlığını bizlere haber veren Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, göz değmesinden korunmanın ve kurtulmanın yollarını da göstermiştir. Peygamber Efendimiz hayatın her alanında olduğu gibi göz değmesi konusunda da bütün Müslümanlara örnek olmuş ve yol göstererek rehberlik yapmıştır. Bu nedenle sünnette göz değmesiyle ilgili olarak tavsiye edilen ve tatbik edilen tedavi yöntemleri dışında başvurulan bütün yöntemler ise bidattir.[81]
Rasûlullah Efendimizin nazarın tedavisiyle alakalı tavsiye ve uygulamalarını “nazar öncesi” ve “nazar sonrası” diye iki bölümde sınıflandırmak gerekir.
- Nazar Öncesi Korunma Yolları:
a)Nazardan Korunmak İçin Dua Etmek: Ebu Said’den gelen rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.), nazardan Allah’a sığınarak; “Her şeytandan, her haşarattan ve dokunan her kötü gözden Allah’a sığınırım”[82] diye dua
etmiştir. Diğer bir rivayette de Ebu Said el-Hudri, “Rasulullah (s.a.v.) cinler ve insanların nazarından Allah’a sığınırdı. Fakat Felak ve Nas sûreleri nazil olunca diğer duaları bırakarak bu ikisi ile dua etmeye başladı.” [83]naklinde bulunmuştur.
Yine İbn-i Abbas (r.a.)dan gelen bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (s.a.v.), torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e nazar değmemesi için: “Allah’ın tam olan kelimeleri ile sizi her türlü öldürücü şeytandan ve değici gözden Allah’a sığındırırım,” derdi. Rasûlüllah (s.a.v.), torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e böyle dua ettikten sonra da onlara: “(Büyük) babanız, yani (İbrahim (as)) da çocukları İsmail ve İshak için böyle dua ederdi,”[84] buyurmuştur.
İlgili hadis-i şeriflerden de anlaşılacağı üzere pek çok konuda olduğu gibi nazarı önleme konusunda müminin en önemli silahlarından biri duadır. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz nazarın etkilerinden korunmak amacıyla kendisi için dua ettiği gibi torunları içinde dua ederek bu meselede bizlere de kendimizi ve sevdiklerimizi nazar değmesinden koruyabilmek için dua ederek Allah’a sığınmamız gerektiğini öğretmiştir.
b)Nazardan Korunmak için Görülen Güzellik ve İyilik Karsısında Hayır Dua Etmek: Nazar değmesine karsı alınabilecek tedbirlerden biri de, hoşa giden güzel bir şeygörüldüğünde o güzelliğe zarar gelmemesi için hayır duada bulunmaktır.Çünkü Nebi (s.a.v): “Sizden biriniz kendisinde (aile ve çoluk-çocuğunda) veyamalında hoşuna giden bir şey gördüğünde onu mübarek kılsın.” Ve yine “Kim hoşuna giden bir şey görürse şöyle desin; “BârakallâhuFîyke’”[85] buyurdu.
Bu hadisten anlaşılıyor ki bir kimsenin kendisinde veya malında güzel bir şey görüldüğü zaman “AllâhummeBârikFiyke” veya “Mâşallâh” vb. şeklinde dua edilmelidir. Böylelikle dua edilerek nazarın karşı tarafı etkileyip zarar vermesi engellenmiş, Allah’ın izni ile engellenmiş olur
c) Nazardan Korunmak İçin Nazar Değmesi Muhtemel Güzelliklerin Saklanması: Göz değmesine karşı alınabilecek önlemlerden birisi de, göz değmesinden korkulan durumlarda bazı güzelliklerin saklanmasıdır. Bu yolla göz değmesi muhtemel kimseleri nazarın zararlı etkisine karsı korunmuş olur. Bazı kaynaklarda Hz. Osman (r.a.)ın nazar değmemesi için çenesinde gamze bulunan bir çocuk için “çenesindeki gamzeyi siyaha boyayın”[86] dediği nakledilir.
- Nazar(göz değmesi) Gerçekleştikten Sonra Kurtulma Yolları:
a) Nazardan Kurtulmak İçin Rukye Yapmak: Rukye konusundayazı dizimizin önceki bölümlerinde genişçe bilgi vermiştik. Bu yüzden bu bölümde özet bilgi vereceğiz:
Ebû Said el-Hudri (r.a)den gelen bir rivayette o şöyle demiştir: “Muhakkak ki Allah’ın Resulü (s.a.v.) cin ve insan nazarı değmesinden Allah’a sığınırdı. Muavvizât (İhlâs, Felak ve Nas) sûreleri nazil olunca bunları okudu, diğerlerini terk etti.”[87]
Yine Hz. Aişe (r.a) validemizin bize haber verdiğine göre: “Rasûlullah (s.a.v.) gece yatağına yatmaya geldiğinde iki avucunu bir araya getirir, İhlâs, Felak ve Nas sûrelerini okur, avuçlarının içine üfler, sonra da iki eliyle vücudunda gücünün yettiği yerleri mesh ederdi. Elleriyle mesh etmeye önce başı üzerinden başlar, yüzünü ve vücudunun ön kısmını, sonra da arka kısmını mesh etmeye devam ederdi. Ve bunu üç defa tekrarlardı.”[88]
Ebû’d-Derdâ (r.a.)dan söyle rivayet edilmiştir: Rasûlüllah (s.a.v.); “Sizden biriniz bir şeyden rahatsız olur ya da onun bir kardeşi rahatsız olursa şöyle dua etsin: “Kudreti semayı kuşatan Rabbimiz olan Allah’tır. (Ey Rabbim) Senin ismin mukaddestir. Emrin göklerde ve yerdedir. Rahmetin semalarda bulunduğu gibi o rahmetini arza da indir. Hata ve günahlarımızı affet. Sen iyi davranan (Peygamber ve meleklerin) kimselerin Rabbisin. Şu ağrıya rahmetinden bir rahmet, şifandan bir şifa ihsan buyur, desin. Bu duayı üç defa tekrarlasın, sonra da üçer defa Felak ve Nas sûrelerini okusun, iyi olur,”[89] buyurmuşlardır.
Ümmü Seleme (r.a)den gelen bir rivayette de; Allah Rasûlü (s.a.v), ÜmmüSeleme’nin evindeki bir kız çocuğunun yüzünde nazardan doğan bir yüz sarılığı olduğunu gördüğü zaman, “Onun için rukye yapın, çünkü bunda göz değmesi vardır” buyurmuştur.[90]
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) nazardan kurtulmak için başkasına rukyeyi tavsiye ettiği gibi kendisine de yapılmasına müsaade etmiştir. Cibril (a,s.) Rasûlullah (s.a.v.)a gelip, “şikâyetin var mı ya Muhammed?” diye sorduğunda o, “evet” demiş. Cibril (a.s.), “Allah’ın adıyla sana okurum. Sana eziyet veren her şeyden, her nefsin şerrinden ve değen gözden Allah’ın adıyla sana okurum” demiştir.[91]
İslam âlimleri, nazarın etkisinden korunmak veya nazar isabet etmiş olan bir insanın, hayvanın veya eşyanın nazarın etkisinden kurtulması için “Kalem sûresi 51 ve 52. âyetlerin”okunmasını tavsiye etmişlerdir. Hasan Basrî hazretleri bu ayeti nazara karşı hem okur hem de okunmasını tavsiye ederdi.[92]
b)Nazardan Kurtulmak İçin Abdest Almak: Peygamber Efendimiz nazara okumanın dışında başka tedavi yöntemleri de uygulamış ve tavsiye etmiştir. Nazarı isabet eden kişi biliniyorsa ondan abdest alması istenir, aldığı bu abdest suyu ile nazar isabet eden kimse gusleder ve Allah’ın izniyle şifa bulur.
Peygamber Efendimiz döneminde yaşanan şu hadise konuyu daha açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymaktadır:”SehlİbnHuneyf, Resülulah (s.a.v.) ile birlikte Mekke’ye doğru çıkıp yürümüşler. Nihayet Cuhfe civarındaki el-Harrar tepesine vardıklarında SehlİbnHuneyf yıkanmış(gusletmiş). Sehl, bedeni ve derisi çok güzel bembeyaz tenli bir erkekmiş. AmrİbnRebia onu yıkanırken görmüş. Şöyle demiş: Ben bu günkü gibi hiçbir erkek eli değmemiş cariye tenine benzer bir ten görmedim. Bunun üzerine SehlİbnHuneyf bayılıp düşmüş. Rasulullah’a gelip; ey Allah’ın RasülüSehl hakkında diyeceğin bir şey var mı? Allah’a andolsun ki o ayılmıyor ve başını da kaldırmıyor, denilmiş. Rasulullah (s.a.v.) onunla ilgili kimseyi itham ediyor musunuz? Onlar Amir İbnRebia ona göz etti demişler. Rasulullah (s.a.v.) Rebia’yı çağırıp kızmış, demiş ki: sizden biriniz kardeşini niçin öldürüyor. Hayranlığını çeken şeyi gördüğün de tebrik etmen gerekmez miydi? Sonra ona; Sehl için yıkan demiş. O da yüzünü, dirseklerine kadar kollarını, ayaklarını ve dizleri ile eteğinin iç kısmını bir kadehin içine toplayacak şekilde yıkanmış. Sonra bu su Huneyf üzerine dökülmüş. Böyle yapılınca bir araz kalmayacak şekilde kalkıp yürümüş.”[93]
Âlimler nazar eden bir kimsenin alması gereken abdest şeklini şöyle tarif etmişlerdir: “Bir su kabı ile bir miktar su getirilirde bu su kabı yere bırakılmaz. Nazar eden şahıs, o su kabından su alıp onunla mazmaza yapar (yani ağzına su alır ve ağzını yıkar).Mazmaza yaptığı o suyu, içinden su aldığı kabın içine püskürtür. Sonra o su kabından tekrar bir miktar su alır, onunla yüzünü yıkar. Sonra sol elin avucuyla bir miktar su alır ve onunla sağ elin avucunu yıkar. Sonra sol eline su alarak sağ kolunu dirseklerine, sağ eline su alarak sol kolunu dirseklerine kadar bir kere yıkar. Sonra aynı şekilde ayaklarını yıkar ve dizlerine kadar su döker. Bütün bunları yaparken kullanılan su kabı yere konulmaz. En son azaların içinde yıkandığı bu su kabının içine sağ yanı üzerine uzanan eteğinin (gömleğinin) uç kısmı bandırılıp çıkartılır. Nihayet bu su, kendisine nazar isabet edenin arkasından başına dökülür. Ve bu şekilde bütün cesedi bu su ile yıkanır (yani gusleder).”[94]
Yazı dizimizin son bölümünde halk arasında yaygın olup, Kur’an ve sünnette yer almayan nazara karşı korunma ve nazardan kurtulma yolları ve buna karşın İslam’ın hükmü hakkında bilgi verelim:
1) Nazarlık Takmak: Nazarlık: “nazar değmesine karşı korunmak için kullanılan mavi boncuk, delikli taş, at nalı vb. gibi şeylere verilen addır.” Böyle mavi boncuk, muska, çörek otu, maşallah gibi birkaç nazarlığın bir arada olup bir takım teşkil edenlerine ise “nazarlık takımı” denir.[95]
Nazarlıklar yöreden yöreye farklılık arz etmektedir. En yaygın kullanılanlardan bazıları: “Mavi boncuk, yedi gözlü (delikli) boncuk, tazı boncuğu, kurt boncuğu, hurma çekirdeği, tosbağa gözeği, böcek boynuzu, akik, kurt dişi (bunu ekseriya bir gümüş sapa geçirirler), kurt gözü, kartal pençesi, sarı kehribar, yılan kemiği, it boncuğu, göz boncuğu, at nalı (bilhassa evlere asılmaktadır), boynuz, süpürge, kafatası (daha çok bostan ve ekin tarlasında rastlanır), eski elbise, üzerlik otu, iğde çekirdeği, köpek tüyü vb.”[96]
Bunlara ilaveten Anadolu’nun birçok yerinde; nazara karşı, hayvanların özellikle ineklerin boynuna, bir ipe geçirilmiş kolye şeklinde mavi boncuk takıldığı, yeni yaptırılan evlerin kapıları üzerine, mavi boncuklarla beraber buğday başakları, at nalı, küçük bir torba içerisinde çörek otu, sap gibi şeylerin takım halinde asılarak, kem gözlerden korunmak amacıyla kullanıldığı bir vakıadır. Bir de mavisi çok olmak üzere, çeşitli renklerde küçücük ve ortası delik boncukları, muska seklinde bir bez üzerine işleyip, üç-beş santim kenarlı üçgen biçiminde bir torba yaparak, içine üzerlik otu, sap, çörek otu ve benzerlerini koyup, çocukların beşiklerine veya omuzlarına taktıkları da bir vakıadır.[97]
Bu nazarlıkları kullanan kişilerin genel inanışını ise şöyle özetleyebiliriz: Bu saydığımız maddeler zarar verici kudret ile nazar alan kişi arasında bir koruyucu, bir paratoner hizmeti görmektedir. Netice itibariyle, nazarı etkisiz hale getirmekte, maddesi ne olursa olsun, zarar verici kudret ile kişi arasına konulan madde, zarar verici kudreti üzerine çekmektedir.[98]
2)Kurşun Dökme: Nazara karşı en yaygın olan bir uygulama kurşun veya mum dökme âdetidir. Bu iş şöyle uygulanır: Nazar isabet eden hasta kurşun dökücünün önüne oturtulur. Başı bir örtü ile kapandıktan sonra çocuğun başı üzerinde tutulan ve içinde su bulunan kaba, ocakta eritilen kurşun dökülür. Kurşun döküldükten sonra oradakiler hep beraber; “Kem göz çatlasın, nazar eden patlasın” diye beddua ederler.[99]
3) Tuz Dolandırma: Nazara uğrayanların iyileştirilmesinde uygulanan bir başka yöntem tuz dolandırmadır.
Kendisine nazar değen kişinin annesi, kız kardeşi vb. bir yakını ya da akrabası, avucunun içine bir tutam tuz alır, bu tuza bir kez “Fâtiha” üç kez de “İhlâs” sûresini okur, ardından tuzu hastanın başının etrafında üç kez dolandırıp ocaktaki ateşe atar. Ateşe atılmadan önce ise başta hasta olmak üzere orada bulunanlara bu tuzdan birer kez yalatılır. Ocakta yanan tuzdan çıtırtı sesleri gelir.[100]
4)Köz Söndürme: Kimin nazar değdirdiğini bulmak amacıyla hastanın annesi, ablası, teyzesi gibi yakınları tarafından yapılan bir uygulamadır. Genişçe bir kap, su ile doldurulur, ocaktan alınan közler, o gün eve gelenve kendisinden şüphe edilen misafirlerin isimleri tek tek söylenip “Nazar ettiyse batsın” denilerek suya atılır. Her bir misafir için ayrı ayrı suya atılan köz parçalarından hangisi “cızzz” diye ses çıkarır ya da kömür halinde suyun dibine batarsa o kişinin nazar değdirdiğine inanılır.[101]
Yukarıda nazar’a karşı toplumumuzdaki bazı uygulamaları naklettik. Peki, yüce dinimiz İslâm’ın bu tür uygulamalara bakışı nedir? Bu kısımda bunu ifade edelim:
Hayatımızın hiçbir yönünü eksik bırakmayan İslam dini, bize takip etmemiz gereken dosdoğru yolu gösterir ve bu istikamet doğrultusunda, her türlü batıl düşünce ve hurafeleri de kesinlikle reddeder. Bu yönüyle halk inanışlarını değerlendirirken bizim için Kur’an ve Sünnet şaşmaz bir ölçüdür. Şayet halk inanışları Kur’an ve sünnete muvafık ise onu kabul ederiz. Fakat Kur’an ve sünnete zıt, hele İslam dininin va’z etmiş olduğu temel prensiplere ters düşüyor ise kesinlikle reddederiz. Çünkü İslam dininin membaı ilahi vahiy iken, halk inanışları arasında yer alan hurafelerin kaynağı cehalet, taklit ve taassuptur.
İşte bu anlayış içerisinde, nazardan korunmak için takılan nazarlıklar ile nazardan kurtulmak için başvurulan -yukarıda saydığımız- yöntemleri değerlendirdiğimizde, İslam dininin üzerine bina edildiği Tevhid ilkesini zedelediğinden dolayı şiddetle reddedilir. Zira bu tür davranışlarda Allah’tan başka birinden veya bir nesneden zararı defetmesini istemek vardır ki bu da Allah’a şirk koşmak demektir.[102]
Nitekim AllahuTeala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa, hiç kimse onu gideremez ve eğer sana bir hayır verirse bilesin ki O her şeye kadirdir.”[103] Yine kıldığımız namazların her rekâtında Fâtihasûresini okuyup, “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz”[104] diyerek tevhid akidesine olan bağlılığımızı yinelemekteyiz. Şuara sûresindeki“Hastalandığımda bana şifa veren O’dur”[105]âyeti de bizlere şifayı verenin Allah(c.c.) olduğunu açıkça haber vermektedir.
Peygamber Efendimiz de konuyla alakalı hadis-i şeriflerinde meselenin hassasiyetini daha açık bir şekilde izah ederek, içinde şirk unsuru barındıran cahiliye adetlerinden olan nazarlıkları yasaklamaktadır. Konuyla ilgili hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır:
1) Ukbe b. Amir (r.a.)den rivayet edildiğine göre, o şöyle demiştir: “On kişi ile Rasûlullah’ın huzuruna gittik. Peygamberimiz (s.a.v) dokuzumuzun biatini kabul etti de bir arkadaşımızın biatini kabul etmedi. Onda ne var ya Rasûlallah? diye sorduk. Rasûlullah (s.a.v):Kolunda nazarlık vardır, buyurdu. Adam nazarlığı çıkardıktan sonra Allah’ın Rasûlü onun da biatini kabul etti ve şöyle buyurdu: Kim nazarlık ve muska(yani anlamsız isyan kokan ifadelerle yazılmış ve koruyucu bir etkisinin olacağına inanarak) takarsa müşrik olur.”[106]
2) Bir diğer hadis-i şeriflerinde Rasûlullah (s.a.v): “Nazar boncuğu takan kimsenin Allah işini tamamlamasın. Nazardan korunmak için çocuklarının omuzlarına ve baslarına kâfir boncuğu dikenleri Allah korumasın”[107] buyurmuştur.
3)Rasûlullah (s.a.v): “(Manaları anlaşılmayan ve insanı küfre sürükleyecek bazı kelimelerle) rukye yapmak, nazar değmemesi için (boyun ve kollara) boncuk ve muska asmak, (muhabbet vb. maksatla) büyü yapmak (veya yaptırmak) şirktir”[108] buyurmuştur.
4) Ebu Davud, ŞeybanKatbani (r.a)’den rivayet etmiştir: “Mesleme bin Muhalled, Ruveyfî b. Sâbit’i Mısır’ın aşağı kısımlarına emir tayin etti. Şeyban dedi ki: Onunla birlikte KumiŞerik’tenAlkama’ya veya Alkama’danKumiŞerik’e kadar yürüdük. Ruveyfi’ şöyle söyledi: “Resulullah (a.s) zamanında birimiz, aldığı ganimetin yarısı kendinin, yarısı (okunu kullandığı) kardeşinin olmak üzere bir kardeşinin okunu alırdı. Yine okun kuyruk tarafı ile demiri birine, çubuğu birine ait olmak üzere iki kişi ortak ok kullanırdı.” Ruveyfi daha sonra şöyle söyledi: “Sonra Resulullah (a.s) bana şöyle buyurdu: “Ey Ruveyfi’! Olur ki, sen benden sonra yaşarsın. Benden inananlara bildir ki, sakalını örgü yapandan, nazarlık takandan ve hayvan pisliği ile veya kemikle taharetlenenden Muhammed (a.s) berîdir (uzaktır.)”[109]
5) Sahabenin büyüklerinden Abdullah ibnMesûd’un, Ümmü Veledinin pazusuna bağlanmış (asılmış) bir nazarlık gördüğü ve onu, sert bir şekilde koparıp, parçaladığı rivayet edilmiştir.[110]
Bu âyet ve hadisler ışığında, şunu gayet iyi tespit etmemiz gerekiyor ki; İslam dini, nazarın gerçek olduğunu haber vermekle beraber, nazardan korunmak için nazarlıklara müracaat etmeyi ve nazardan kurtulmak içinde hurafelere başvurmayı şiddetle yasaklamıştır. Çünkü nazarın etkisi ancak Allah’ın izniyle gerçekleşmektedir. Korunmak ve kurtulmak da ancak Allah’ın himayesine sığınmakla mümkündür. Bir kimsenin Allah’ın himayesinden başka bir himaye, Allah’ın korumasından başka bir koruma aramasından daha büyük bir dalalet ve cahillik olamaz
Nazarlıkların ve nazardan kurtulmak için başvurulan gayr-i İslami yöntemlerin batıl ve hurafe olduğu konusunda İslam âlimleri arasında ihtilaf yoktur. Bu hakikate rağmen Türkiye’de bazı tarikat gruplarının internet sitelerinde ve kitaplarında ‘Nazar boncuğu takmak, şirk olan bir hurafe midir?’suâline şu cevap verilmiştir:
“Nazar boncuğu takmaya şirk veya hurafe diyenler, vehhabilerle onların tesiri altında kalan kimselerdir.
Nazar boncuğu, bizzat kendisi nazarı önlemez. Nazarı önleyen Allahüteâlâdır. Bakan kimse, önce bunları görünce, gözlerinden çıkan zararlı şualar bunlara isabet eder. Böylece, nazar boncuğunu takan kimse kötü nazarlardan korunmuş olur.
Haniye kitabında, (Ekili tarlalara, karpuz tarlalarının içerisine korkuluk dikmekte, beis yoktur) denil- mektedir. Bunları gözlerin yani kötü nazarın def’i için yapıyorlar; çünkü kötü nazar haktır, mala, insana, hayvana isabet eder. Bir kadın, tarladaki ürüne nazar değmemesi için ne yapacağını sorunca, Resulullah efendimiz, (Tarlaya hayvan kafası as) buyurur. Kötü bakışlı kimse tarlaya baktığında, önce bakışı o dikilen kuru kafaların üzerine düşer; çünkü yüksekte olup, ilk görünen odur. Ondan sonra bakışı tarlaya düşer ki, artık bu zarar vermez. (Redd-ül-muhtar)
İbni Abidin hazretleri, caiz olmayan temimeyi bildirdikten sonra, nazar değmemesi için tarlaya kemik, hayvan kafası koymak caiz olduğunu bildirmektedir. Bakan kimse, önce bunu görüp, tarlayı sonra görür. Mavi boncuk ve başka şeyleri bu niyetle taşımanın temime olmayacağı, caiz olacağı buradan anlaşılmaktadır.”[111]
Bu fetva hakkında kendisine danıştığımız günümüz fakihlerinden Hüsnü Aktaş hoca şunları söylemiştir: “İbn-i Âbidin’den böyle bir görüş olmakla birlikte fetva verilmek üzere tercih edilmemektedir. Öncelikle tarlaya asılan korkuluk ile nazar boncuğunun kıyas edilmesi doğru bir kıyas değildir. Korkuluk, kullanım amacı herkesçe bilinen bir şey iken, nazar boncuğu taşımanın amacı kişiden kişiye değişmektedir. Âlimlerimize göre nazar boncuğu vb. şeylerin haram kılınmasının nedeni putperestliğe mani olmaktır. Çünkü putperestliğin ortaya çıkışı da böyle uğurlu, etkili olduğuna inanılan şeylerin beraberinde taşınması ve nesilden nesile bırakılmasıyla olmuştur.“[112]
Son olarak günümüz âlimlerinden Hasan Karakaya hocanın fetvasını nakledelim: “ Nazar boncuğu takmak asla caiz değildir. Yerine göre haram veya şirk dâhi olabilir. Nitekim koruyucunun bizzat boncuk olduğuna inanan, Allah’a Hâfız(koruyucu olan) sıfatında ortak koşmuş olur. Cehaletinin kendisi için mazeret olup olmayacağı ise, âlimler arasında ihtilaf konusudur. Rasulullahsallallahu aleyhi ve sellem bu konuda oldukça sert ifadeler kullanmıştır. Bu nedenle Allah’ı birleyen bir mü’minin şirk kokan bu tür amellerden uzak durması gerekir.”[113]
YAZI DİZİSİNİN GENEL DEĞERLENDİRMESİ
İster fiziksel ister ruhsal hastalıklar olsun, insanın bu dünya hayatında karşılaştığı her bir sıkıntı, ahiret yaşamı için bir kazanım sayılmaktadır. Hastalık, sıkıntı, musibet istenilmez fakat bütün önlemlere rağmen gelirse bunun için sabretmek, dua etmek, tevekkül ve teslimiyet göstermek gerekir. Kişi şikâyet etmez ve sabrederse o kimsenin birtakım günahları bağışlanır, kendisine sevap verilir ve Allah katındaki derecesi artar. Ancak kişi bir hastalıkla karşılaştığında muhakkak maddi ve manevi çarelere başvurmalıdır. Kişi fiziksel rahatsızlıklarından bir takım tedavi metotlarıyla, ilaçlarla kurtulabilir. Ruhsal hastalıklarından da dua, sabır, zikir, Kuran okuma, inanç ve ibadetlere sarılarak kurtulabilir.
Araştırmamız sonucunda; Rukye yapmak ve yaptırmanın caiz olduğu kanaatine vardık. Ancak rukyenin en önemli şartı, şifanın Allah (cc)’ın elinde olduğuna inanarak yapmak ve şirki çağrıştıracak söz ve davranışlardan uzak durmaya dikkat etmektir. Bu sözlerden, günümüzde bu işi hiçbir sahih kaynağa dayanmaksızın rant elde etmek amacıyla yapan üfürükçüleri tasvip ettiğimiz anlaşılmamalıdır. Ancak rukyeyi inkâr etmek de mümkün değildir. Çünkü bu konuda vârid olan sahih hadisler vardır. Rukye yapmak nihayetinde kişinin hastalığına şifa vermesi için Allah (cc)’a niyazıdır. Bunun yasaklanması düşünülemeyeceği gibi, ayet ve sahih hadislerde emredildiğinden dolayı özellikle tavsiye edilmesi ve insanların bu konuda bilinçlendirilmesi gerekmektedir.
Muska takma / taşıma konusunda Allah’ın kelâmı veya O’nun isim ve sıfatlarından biriyle yapılması, RasulullahEfendimiz’den nakledilen sahih duaları içermesi ve şirke sebep teşkil etmemesi, ayrıca bir vesile olduğuna inanılması durumunda muska takmanın câiz olduğunu savunan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerine katılıyoruz. Peygamberimiz (sav)’in muska taktığına veya tavsiye ettiğine dair bir hadisin bulunmaması sebebiyle bu konuda hassas davranılması gerektiğini de ifade ediyoruz.
Bazı İslami(!) cemaat ve çevrelerin üstün gayret ve fedakarlıkları sonucu Müslümanlar arasında hızla yayılan; deri, gümüş vb. kılıflarda muska haline getirilen, bazı gazeteler tarafından promosyon olarak dağıtılan, “Cevşen” duasının Peygamberimize ait olduğu iddia edilerek okunmasının, boyunda taşınmasının, araba ve evlere asılmasının câiz olmadığı kanaatindeyiz. Ehl-i Sünnet âlimlerinin eserlerinde yer alan ve kaynağı sağlam, sahih olan o kadar kıymetli dua dururken, Şiîlerin bile güvenilir kaynaklarında yer almayan Cevşen’in bu kadar ön plana çıkarılmasını Sünnet’ten uzaklaşma olarak görmekteyiz.
Nazar’ın hak olduğunu ifade edip varlığını bizlere haber veren Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, göz değmesinden korunmanın ve kurtulmanın yollarını da göstermiştir. Peygamber Efendimiz hayatın her alanında olduğu gibi göz değmesi konusunda da bütün Müslümanlara örnek olmuş ve yol göstererek rehberlik yapmıştır. Bu nedenle sünnette göz değmesiyle ilgili olarak tavsiye edilen ve tatbik edilen tedavi yöntemleri dışında başvurulan bütün yöntemler ise bidattir.
Çalışmamız, Rukye tedavisi ve buna bağlı konularda, okuyucunun bilgilenmesine yardımcı olmuşsa, kendimizi bahtiyar sayarız. Sözlerimizin başı ve sonu; Âlemlerin rabbi olan Allah(cc)’a hamd etmektir.
[1]İbnManzur, Lisanu’lArab, XIV. 436, Daru’s-Sadr,Beyrut,1990; Rağıbel-İsfehanî, Müfredat-ı Elfazı’lKur’ân, Sh:459, Daru’lKalem,Şam, 1992,
[2] Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Gelişim Yayıncılık, İstanbul, 1986, XVIII, 11074.
[3]İnfitar, 82/6-8.
[4] Kaf, 50/16
[5] Şuara, 26/80
[6]İbnMâce, Tıb, 3456; Tirmizî, Tıb, 2038
[7]İbnMâce, Tıb, 3438, 3439
[8]Razî, Tefsîr,XXII, 206 (Enbiya 83-84).
[9]Münavî, Feyzu’l-Kadîr, II, 16.
[10]Doç. Dr. Veli Atmaca,Hadisler Çerçevesinde CahiliyyedeMajik Tedavi Geleneği,Ç.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi 2010, Sh:7
[11]Muhammed Hulusi Yeşil, Rukye Konusunu İşleyen RivâyetlerinTesbiti ve Değerlendirilmesi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sh:22, Selçuk Üniversitesi, 2007
[12]İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fi garîbi’l-hadîsive’l-eser, IV, Beyrut, 1979, II, 254, 255;
[13]İbnMâce, Tıb, 23; Ahmed, IV, 249, 251, 253; İbnHıbbân, XIII, 452.
[14] Müslim, İman, 371; Ahmed, IV, 436.
[15]İbnMâce, Tıb, 39; İbnHıbbân, XIII, 456. Ayrıca bkz. Abdurrazzâk, XI, 208, 18.
[16]EbûDâvud, Tıb, 17, nr. 3883.
[17] Müslim, Selam, 63; Ahmed, III, 315; _bnMâce, Tıb, 34.
[18] Müslim, Selam, 64; EbûDâvûd, Tıb, 18; Hâkim, age, IV, 212
[19]Buhârî, Tıb, 35; Müslim, Selam, 55, 56;İbniMâceTıb, 33;
[20]İbniMâce, Tıb, 38.
[21]Tirmizî, Tıb, 21; Kader, 12; Hâkim, age, IV, 199
[22] Müslim, Selam, 46, 47, 48, 49; Buhârî, Tıb, 38, 40; Ahmed, VI, 44, 127.
[23]Tirmizi, Tıb, 16 ;İbniMace, Tıb, 33
[24] Müslim, Selam, 57-58
[25]Muhammed Hulusi Yeşil, Rukye Konusunu İşleyen RivâyetlerinTesbiti ve Değerlendirilmesi, Sh:72
[26] Hasan Karakaya, İslam Akaidi, Sh:215, Beka Yayınları, İstanbul,2011.
Alim şahsiyet Hasan Karakaya Hocanın titiz çalışmaları sonucu yazdığı İslam Akaidi kitabı,30 yıllık bir birikimin meyvesidir. İstifademize sunulan bu eser, Türkçe telif akaid kitapları içinde bir numara olma özelliği taşıyor. Piyasadaki derleme eserler ve yanlışlar ile dolu kitaplar göz önünde bulundurulduğunda bu eserin kıymeti daha da artıyor. Okuyucularımızdan, günümüzde düşüncelerin altüst edildiği, hak ile batılın birbirine karıştırıldığı ve dinlerinde samimi olan müminlerin çeşitli şeytani yollarla saptırılmaya çalışıldığı bir zamanda, İslam inancının temel esaslarını delilleriyle zikreden bu kitabı almalarını ve okumalarını tavsiye ediyoruz.
[27]İbn-i Hacer El- Askalani, Fethu’l-BârîbiŞerh-i Sahihi’l-Buhari, 11.Cilt, 352, Beyrut, 1405.
[28]İbn-i Kayyım el-Cevziyye, Zadu’l-Mead, IV, 1802
[29] Hasan Karakaya, İslam Akaidi, Sh:226
[30] Müslim, Selam, 22.
[31] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 11.cilt, Sh:354, Akçağ Yay., Ankara, 1991.
[32]Muhammed Hulusi Yeşil, Agt, Sh:73-74
[33] Hasan Karakaya, İslam Akaidi, Sh:226, Beka Yayınları, İstanbul,2011.
[34] Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, “Muska”maddesi, c.31,s.267, Madde Yazarı: İlyas Çelebi, İstanbul,2006
[35]Kitâbü’l-Hayevân, II, 186
[36]el-Mufassal, VI, 739-756
[37] Muhammed Hulusi Yeşil, Rukye Konusunu İşleyen RivâyetlerinTesbiti ve Değerlendirilmesi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sh:31, Selçuk Üniversitesi, 2007
[38]AhmedİbniHanbel, Müsned,IV, 154; İbnHıbbân, Sâhîhuİbn Hıbbân,c.13, 450
[39]EbûDâvud, Tıb, 17, nr. 3883
[40] Yusuf Karadavi, Çağdaş Meselelere Fetvalar, c.1,s. 253-256,Tahir Yayıncılık, İstanbul
[41] Muhammed Hulusi Yeşil, A.g.e., s.32
[42]TirmizîTıbb 24
[43] Muhammed Hulusi Yeşil, Agt, s.32
[44]İbnKayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, c.5, s. 75-79,İklim Yayınları,İstanbul,1988
[45] Abdullah Azzam, TevbeSûresi Tefsiri: Cihad Dersleri, (çev. Heyet),s.369-371, 3. Baskı,Buruc Yayınları, İstanbul, 2007
[46]FerhengiZiyâ, Gencine-i Güftar, Farsça-Türkçe Lügat, M.E.B. Yayınları, İstanbul 1996, I, s.668
[47] Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cevşen mad., c.7, s.462, Madde Yazarı:Mehmet Toprak, İstanbul,1993
[48] Said Nursî, Sözler, Sh:441.Ayrıca bak: Senâi Demirci, Cevşen-i Kebîr Türkçe Okunuşu ve Açıklaması, Timaş Yayınları, İstanbul 2006, s.10–11.
[49]Fethullah Gülen, Prizma I, İzmir 1995, s.150–151.
[50] Abbas Kummi, Mefatihu’l-Cinan, s.203, Ensariyan yayınları, Kum 2007
[51]AhmedZiyâeddinGümüşhânevî, Mecmu’atulAhzab, yy.,trs., s.230–231
[52]AbdulkâdirBadıllı, Risale-i Nur’un Kutsî Kaynakları, Envâr Neşriyat, İstanbul 1994, s.412-413.
[53]Erul’un tespitlerini te’kiden ekleyelim: Peygamber Efendimiz Uhud’da zırhını çıkarmamıştır. Hatta üzerinde iki zırh birden vardı.[İslam Tarihi Mustafa Asım Köksal, c. 3, s. 172]Rasulullah’ın herhangi bir gazvede zırhını çıkardığına dair hiçbir rivayet yoktur. Bilâkis, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu sabittir:”Bir peygambere, zırhını giydikten sonra, onunla düşmanları arasında Allah Tealâ hükmünü vermedikçe zırhını çıkarması yaraşmaz.” (İbn Kayyım, Zâdu’l-Meâd, çev. Şükrü Özen, İklim Yayınları, İstanbul 1988, 3/240.) Yine aynı savaşta Rasulullah’ın başında miğferi de vardı ve aldığı darbe ile miğfer kırılmış; Peygamberimiz de yaralanmıştı. (Buhārî, Megāzî, 26/113; Muslim, Cihâd, 37/101)
[54] Maide 67
[55]BünyâminErul, Cevşen nedir-Ne değildir, s.1-2’den nakleden Adnan Yeniay, Cevşen Duasının Hadis İlmi Açısından Kritiği, Sh:42,Yüksek Lisans Tezi, Sivas,2008.
[56] Mehmet Toprak, “Cevşen”, DİA, cilt: 7, sayfa: 463
[57]AbdulkâdirBadıllı, A.g.e.,s.412-413
[58]İbn-i Manzur, Lisanu’l-Arab, c.5,s.215, Daru’s-Sadr, Beyrut, 1968; Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, s.971, Doğuş Matbaası, 1970
[59] Muharrem Kuzey, Kur’an Ve Sünnet’te Nazar, s.4, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2007
[60] Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, “Nazar” maddesi, c.32,s.443, İstanbul, 2006
[61]M.TalatKaraçizmeli, Toplumsal Zaaflarımızdan Nazar Boncuğu, Diyanet Dergisi, Temmuz, 1995, 55. sayı, s.37
[62]İbn-i Kayyım el-Cevziyye, Zadü’l-Mead fi HedyiHayri’l-İbad, c.4,s1787,(çev. Muzaffer Can), Cantaş Yayınları, İstanbul, 1991
[63] Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, c.8, s288, (çev. Komisyon), Akçağ Yayınları, Ankara 1988
[64] Said Havva, el-Esâsfi’s-Sünne(Hadislerle İslâm Akâidi),c.5,s.137,Hikmet Neşriyat, İstanbul,1989
[65] Muharrem Kuzey, Kur’an Ve Sünnet’te Nazar, s.17
[66]Kurtûbi, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’an,c.9, s.341,(çev. M. Beşir Eryarsoy), BurucYayınları, İstanbul, 2003
[67]Taberî, Câmiu’l-Beyan, c.8, s.4001, (çev. Hasan Karakaya, Kerim Aytekin), Hisar Yay. İstanbul, 1996
[68] Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, c.22, s.77-78
[69]Taberî, Câmiu’l-Beyan,c5,s.355
[70] Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, c.23, s.592-593
[71]İbn-i Kayyım, Zâdü’l-Mead, c.6,s.383
[72] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c.9,s.357, Çelik-Şura Yayınları, İstanbul,1993
[73] Nazarla ilgili hadislerin tam listesi için bak: Muharrem Kuzey, Kur’an Ve Sünnet’te Nazar, s.41-43
[74] Buhari, Tıb, 36; Müslim, Selam, 42
[75]İbn-i Mace, Tıb 32
[76]Ahmedİbn-i Hanbel, Müsned, I/294.
[77] Buhari. et-Târîhu’l-Kebîr,Thk. Muhammed Abdülvahid, Daru’l-Kitabi’l-İlmiyye, Beyrut, 1986, h. no; 3144
[78]Müslim,Selam, 42 ; İbn-i Mace, Tıp, 33
[79]Aliyyu’l-Kârî, ŞerhuAle’l-Fıkhi’l-Ekber, s. 145, Daru’l-Kitabi’l-İslami, İstanbul, 1955
[80]Nevevi, Şerhu Sahihi Müslim, c.14,s.171, Daru’l-İlm, Beyrut 1972
[81] Muharrem Kuzey, Kur’an Ve Sünnet’te Nazar, s.44
[82]Tirmizi, Tıb, 18 ; İbn-i Mace, Tıb, 33
[83]İbn-i Mace,Tıb, 33
[84]İbn-i Mace, Tıb, 36
[85] İmam Malik, Muvatta,Ayn 1-2
[86]İbn-i Kayyım, Zâdü’l-Mead, c.4,s.1796
[87]Tirmizi, Tıb, 16 ; İbn-i Mace, Tıb, 33
[88]Tirmizi, Daavât, 21
[89]Ahmedİbn-i Hanbel, Müsned ,c.6,s.21
[90] Buhari, Tıp, 54; Müslim, Selam, 59
[91] Müslim, Selam, 40
[92] Fahreddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, c.13, s.292
[93]İbn-i Mâce, Tıb, 32; İbnHanbel, Müsned ,c.3,s.486-487
[94]Nevevi. Şerhu Sahihi Müslim ,c.14,s.172
[95] Muharrem Kuzey, Kur’an Ve Sünnet’te Nazar, s.69,Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2007
[96]Zeki Başar, Erzurum’da Tıbbî ve Mistik Folklor Araştırmaları, Ankara 1972, s. 113
[97]M.TalatKaraçizmeli, Toplumsal Zaaflarımızdan Nazar Boncuğu, s.38,Diyanet Dergisi, Temmuz, 1995, 55. sayı
[98]Fatma Ahsen Turan, Anadolu’daki Adet ve Uygulamalar, Kastamonu Eğitim Dergisi, Kastamonu, Ekim 2001, c.9 no:2, s.325
[99] Sedat Veyis Örnek, Türk Halk Bilimi,s.198,Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,1995
[100] İsmail Çelik, Nazar, Nazarlık ve İlgili Büyüsel İşlemler, Boğaziçi Üniversitesi Halkbilimi Yıllığı -1974, s.155-184.
[101] Salih Yılmaz, Akçaköy Folkloru: Göz almak ve Köz söndürmek, Türk Folklor Araştırmaları, Y.19, C.11, S.228, Temmuz, s.5009-5010.
[102] Muharrem Kuzey, Kur’an Ve Sünnet’te Nazar, s.71
[103]En’am, 17
[104]Fatiha, 5
[105] Şuara, 74
[106]İbnMace, Tıb, 39; Nesai, Zinet, 17
[107]Ebu Davud,Tıb, 17
[108]İbnMace, Tıb, 39
[109] Ebu Davud, Kitabu’t Tahare,9
[110]Fahrettin er-Razi, Tefsir-i Kebir, c.23,s.583-584, Akçağ Yayınları, Ankara 1988
[111]http://m.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=4022
[112] Kendisiyle yaptığımız yüz yüze şifahi konuşmadan
[113]Hasan Karakaya, İslam Akaidi, Sh:228, Beka Yayınları, İstanbul,2011

Yazar : imamoglumehmet
Yazar Hakkında : Ankara 1973 doğumluyum. Mamak İmam-Hatip Lisesinden 1991’de mezun oldum. 1996’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden İyi dereceyle mezun oldum. 1996’da Artvin’de öğretmenliğe başladım. Hâlen Ankara Keçiören Anadolu İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmenliği yapmaktayım.
Allah razı olsun.
Sitemizde En Çok Okunan İçerikler




Sitemizde En Çok Yorumlanan İçerikler




Videolar
'Mü'minûn Sûresinden Âhiret Sahneleri' Sohbeti
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (1)
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (2)
Âl-i İmrân Sûresi 190-195. âyetin tefsiri
Düğün Sohbeti
Suriye ve Mısır'daki Kardeşlerimiz İçin Dua
Ahir Zaman Müslümanına Notlar
Arşiv
Etiketler
Tavsiye Siteler
İmam Buhari Vakfı
İyiliğe Çağrı Yardım Derneği