Prof. Dr. Yavuz Köktaş Hocayla Güncel Hadis Tartışmaları Üzerine Röportaj

07.12.2020 tarihinde İktibaslar kategorisine eklenmiş, Kişi Okumuş ve 1 Yorum Yapılmış.

Soru 1: Hadis meselesi ilahiyatın en can alıcı belki de en ayrıştıran konularının başında geliyor. Hadisler niçin bu kadar gündemde?

Cevap: “Getirildi” demek daha doğru olur herhalde. Ümmetin Osmanlı’nın yıkılışına kadar böyle bir sorunu yoktu. Hatta klasik oryantalizm ve sömürgecilikle birlikte Müslümanlar arasında iki anlayış ortaya çıktı: Kur’an ve sünnete dönüş ve sadece Kur’an’a dönüş. Kur’an ve Sünnete dönüş, ihyacı ve ıslahatçı bir hareketti. İçinde hem rasyonalizmi hem de garip bir şekilde selefiliği barındırıyordu. Ama o şartlarda başka da bir çıkış yoktu gibi. Kur’an’a dönüş ise tutmadı, çok marjinal kaldı. Çünkü o dönemde Kur’an’a dönüş, sömürgeci anlayışla işbirliği içindeydi. Ama şimdi “sadece Kur’an’a Dönüş” hareketi yeniden servis ediliyor. Bunu da eskinin “Kur’an ve sünnete” dönüş hareketçileri yapıyor. Bunlar senden benden insanlar, icabında sakallı insanlar. Dünün radikalleri yani. Hani derler ya! Bazen Müslümanlar eliyle laiklik inşa ettirlir yahut başka bir şey… Bu da böyle! Müslümanlar eliyle sünnet devreden çıkarılıyor. Ancak bunu yapanlar, bunu niye yapıyor, maksatları ne, arkalarında başka bir yapı var mı yokmu henüz çözülemedi.
Sorunuzda ilahiyatın en can alıcı sorunu diyorsunuz. Aslında bu, meseleyi tam olarak ortaya koymuyor. İlahiyatta bunun sorun olarak tartışılmasında hiçbir mahzur yoktur. Asıl sorun ilahiyat dışında, ama bazı ilahiyatçıların da eklemlendiği bir tartışmanın yaşanıyor olmasıdır. Bazı ilahiyatçılar dediğimde ise işin garip tarafı kahir ekseriyetinin hadisçi formasyonuna sahip olmamasıdır. Bakınız bu tartışmalara bir tane uzmanını bulamazsınız. Ya mealcidir, ya tefsircidir, fıkıhçıdır ya dilcidir ya felsefecidir ya da bevliyecidir, yani tıpçı, ya tarikat ehlidir, ya da televizyoncudur o kadar. Hepsi bu. Tartışmayı alevlendirenler, hadisi bir mesele olmaktan çıkarıp bir sorun haline getirenler bunlardır. Ve bugün medyatik tartışmalarda gelinen nokta hadisle ilgili bir meseleye eleştirel yaklaşmak değil, hadisin kendisini sorgulamaktır. Bu zevata baktığınızda –yakarıda da bir nebze işaret ettim- geçmişlerinde hadisle ilgili sorunları olmadığını görürsünüz. Evet, belki bazı hadisleri, bazı hadis meselelerini sorgulamışlardır, ama hadisi sorgulamamışlardı. Bugün gelinen noktada iş, hadisin kendisini, Resulullah’ın dindeki otoritesi sorgulamaya varmıştır.
Şunun altını kalın çizgilerle çizmem gerekir: Ümmet, sünneti İslam’ın esas delillerinden kabul etmiştir. Bu konuda en küçük ihtilaf yoktur. Çünkü Kur’an her bir ayetinde adeta Resulullah’tan bahsediyor. Ama sünneti bize aktaran hadislerle ilgili olarak bazı tartışmalar yaşanmıştır. Bunu doğal kabul etmek gerekir. Bu tartışmalar büyütülecek cinsten değildir. O kadar ki, Mutezilenin çoğu dahi amel bakımından sünnetin delil olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak sömürgecilik dönemiyle birlikte sünnete, hadislere bakışta bir paradigma değişikliği yaşanmıştır. Kısmen yukarıda temas ettim, bu dönemde İngilizlerin taltif edip ünvanlar verdiği zevatın Kur’aniyyun diye bir söylem geliştirdiklerini görüyoruz. Böylece Artık herhangi bir hadisi eleştirme bırakıldı, hadislere külliyen tavır alınmaya başlandı. İşte paradigma değişikliği dediğim budur. Hindistan’da Kur’aniyyun olarak doğan bu akım; Mısır’da “el-İslam huve’l-Kur’an” adını aldı. Çok daha geç olarak bu akım Türkiye’ye girdi. Adı, “Kur’an İslam’ı veya Kur’an Müslümanlığı” oldu.
Hadisler niçin bu kadar gündemde sorusuna Türkiye özelinde cevap vermenin zorlukları vardır. Bir çırpıda Oryantalist söylem, Kur’aniyyun akımının etkisi sayılabilir. Ancak bunlar yeterli sebep değildir. Belli ki, bu saydıklarımızın saçtıkları şüphe tohumları Türkiye’de bazılarını zihninde karşılık bulmuştur. Bu kesindir. Ancak bu karşılığı açığa çıkarak başka faktörler olması gerekir. Ben bunun biri kişisel diğeri tepkisel olarak ikiye ayırmak isterim. Kişisel olanı bir şekilde hadisler üzerinden menfaat devşirmektir. Ayrıca farklı şeyler söyleme psikolojisiyle gündemde kalmayı başarabilmektir. Tepkisel olanın ise iki ayağı vardır. Biri hadisleri bir yük olarak görmektir. Bunun sahihi zayıfıyla uğraşmaktansa hepsini reddeder işin içinden çıkarım modunda düşünür. Gerçekten hadis ilmi usuluyle tarihiyle zor bir alandır. Uzmanlık gerektirir. Ama kendince tebliğe ve irşada hadisler bir engel gibi duruyordur. Zira Kur’an’a aykırı olan var, akla aykırı olan var, tuhaf olanları var vs. Şimdi oturup bunlara kafa yormaktansa hadisle ilgilenmeyi devre dışı bırakmak onlar açısında daha tasarruflu bir iş olsa gerektir. Tabii bütün bunları sesli olarak söylemezler. Diğeri ise özellikle tarikat-tasavvuf çevrelerinin hadisi savunuyorum adı altında sergiledikleri aşırılıklardır. Beni mazur görün kepazeliklerdir dahi diyebilirim. (işte daha yeni satranç oynayanlarla ilgili rezalet kokan ifadeler buna örnektir. Böyle çam devirern örnekler de boldur bu çevrelerde) İşte hadise karşı olanlar bu çevrelerin aşırılıklarına tenkit yapacağına, bu aşırılıkları yer yer besleyen kaynaklardan biri olan hadisi toptan eleştirmeyi daha kestirme bir yol olarak görüyorlar herhalde. Tepkisellik dediğim bu. Dolayısıyla bu tepkisellikte hakikat arayışı yoktur, tepki vardır. Bu yaklaşım da insanları maalesef uçlara savruyabiliyor.
Bir de meselenin medya (internet, sosyal ağlar vs.) ayağı var. Medya olmasa belki bu kadar gürültü çıkmayacaktır. Artık her bilgiye, her görüntüye anında ulaşılıyor. Sosyal ağlar var. Her görüşün fanatikleri oluşmuş durumda. Alkış ve pohpohlar arasında artık hakikatin önemi kalmadı gibi geliyor bana. Ayrıca medyada bu farklı görüşler ağırlanıyor, ümmetin arasındaki ihtilaflar büyütülüyor, köpürtülüyor. Hadise mesafeli duranların kendi medyası da var. Orada fikirlerini açıkça söylüyorlar. Mesela bazı akademisyenler farklı düşünse de bu görüşler topluma mal olmada sıkıntı yaşıyorlardı. Ama şimdi bu akademisyenler kanallarda ağırlanarak bu hadisten şüphelenmenin tohumlarını atabiliyorlar. En kötüsü ne biliyor musunuz? Bu kanallar ve bu zevat daha düne kadar Şeriatçıydı, hadi muhafazakardı, diyelim. Burada bir ayrım daha ortaya çıktı. Hadise karşıt olanları yahut hadis şüphecilerini “müslümanlar nezdinde itibarı olanlar ve olmayanlar” şeklinde ikiye ayırabiliriz. İsim vermek şık olmaz. Benim dediğimi feraset sahipleri anlar diye düşünüyorum. Bunlar içinde öyleleri vardır ki, Müslümanlar nezdinde hiç itibarları olmadı, kabul de görmediler. Ama bazıları da var ki hayatlarının bir döneminde muteber insanlardı. Ama ne olduysa son 5-6 senede büyük değişim-dönüşüm geçirdiler. Hadis ve sünnete karşı aşırı, itici ve dışlayıcı bir dil geliştirdiler. Geçmişte söylediklerinin tersini söylemek pahasına bu dışlayıcı dili tercih ettiler. Esas mesele bu dil ve paradigma değişikliğinin sebepleri… Yukarıda kısmen temas ettim. Olayın bir de dış bağlantı boyutu var. Çoğu kimse böyle meseleleri kolayca “İran ajanı, CIA ajanı, oryantalist söylem” diyerek işim içinden çıkarlar. Oysa bunları söyleyebilmek için ciddi kanıtlara ihtiyaç vardır. Aksi takdirde su-i zan etmiş oluruz. Bu karmaşada en azından kardeşlik hukukumuzu korumamız lazım. Tabii bütün bu sayılanlardan etkilenme olabilir, ama organik bağ var demek için kanıt olması gerekir. Şu aşamada sadece beyana itibar etmemiz gerekir.

Soru -2- Hadisin bağlayıcılığı var mıdır? Kuran-ı Kerim’in herhangi bir ayetinin inkar edilmesi dinden çıkartırken hadis inkarının herhangi bir yükümlülük getirmemesi mi hadisi küçümsemeyi, ölçüsüz yorumları ve hadisle açıklanmayan tefsirleri netice veriyor?

Cevap: Güzel bir noktaya temas ettiniz. Muhtemeldir. Hadisler zan ifade eder. Zannı inkar etmek küfrü gerektirmez. Evet, olabilir. Bu zan meselesinin üzerinde ısrarla durmak böyle bir netice vermiş olabilir. Siz yarıya dolu bardak için sürekli “yarısı boş” diye sızlanırsanız sonuçta “boş, boş” diyerek olumsuz bir imaj yaratmış olursunuz. Bu zan meselesi de hep yanlış anlaşılıyor. “Hadisler zan ifade eder” diyenler “hadisler şüphe ifade eder, dolayısıyla amel etmek gerekmez” gibi bir sonuca varıyorlar. Oysa ıstılah açısında şekk, yani şüphe ile zan farklı şeylerdir. Şekk dediğimiz şüphe matematik olarak ifade edersek yüzde 50’lik bir durumu anlatır. Yani delille amel edeceğimiz zann-ı galip oluşmadı demektir. Bu seçimde yüzde 50 almaya benzer. İki aday 50, 50 alsa seçim tekrarlanır. Birinin muhakkak 50 + 1 olması gerekir. Bu da böyle. Yüzde elliyi aşan bir durum varsa burada zan, yani zann-ı galip oluşmuş demektir. (bunun da dereceleri var ayrı bir kosu tabii. 51’lik bilgi ile 99’luk bilgi de netice itibariyle aynı değildir) Bununla istisnasız herkes amel ediyor. Bunun itikadi konularda delil olması ise ayrı bir meseledir. Dolayısıyla sünnetin kaynağı olan haber-i vahidler bilginin konusudur, imanın değil. Tabii bu durum, hadisler üzerinde gelişi güzel oynayalım, kafamıza falan Kur’an’a aykırıdır şeklinde ilimsiz konuşmayı gerektirmez. Hadislerin imanın konusu olmamasının sadece “hadisler tartışılır, ilim ile tartışanlara hemen tekfir damgası vurulmaz” şeklinde bir hoşgörünün yerleşmesi bakımından anlamı vardır. Ancak hemen belirtelim ki, “hadislerin imanın değil, bilgini konusudur” anlayışı bile istismar eidlmeye müsaittir. Çünkü buna dayanarak hadislerin zeminin kaygan ve kaypak hale getirmek mümkündür. O zaman iş dönüp dolaşıyor, samimiyet, uzmanlık, iş bilmek gibi alanlarda düğümleniyor.
Bu kadar şeyi niçin söyledik? Elbette hadisin bağlayıcılığı var. Bu bağlayıcılık vacipten (ilgilendirme anlamında) nafileye kadar değişiklik arzeder. Yani müstehab, nafile de olsa Hz. Peygamber’in hayatındaki o davranış bizi ilgilendirir. Belki vacip değildir, ya da haram değildir, ama ne olursa olsun bizi ilgilendirir. Resulullah’ın sünnetinin hepsini mendup yahut nafile görsek bile onun sünneti müslümanı ilgilendirir. Onun yaptığını yapmaya çalışırız. Niye Allah’tan uzak, maneviyattan, marifetten uzak başkalarının yaptığını yapsın ki Müslüman?!
Bu noktada bir şeyi hatırlatmam gerekiyor. Kendimizi ilk nesillerin yerine koymak durumundayız. Herhalde çok uzaklaştık diye empati kuramıyoruz. Düşünün ki, Ebu Hureyre size bir hadis nakletti: Resulullah şundan nehyetti yahut Resulullah şunu emretti. Ne yaparsınız? Tavrınız nasıl olur? Hadi diyelim, sahabidir, güveniyorsunuz. Biraz daha geç nesilden alalım. Siz Ahmed vasıtasıyla Mehmet’ten, o da Hasan’dan o da Ebu Hureyre’den bir hadis işittiniz. Araya farklı raviler girdi. Ne yaparsınız? Tavrınız nasıl olur? Herhalde şu olmaz değil mi? “Beni ilgilendirmez, kim kimden nakletti ilgi alanıma girmiyor.” Olmaz böyle bir şey. Müslümansanız olmaz. O halde yapacağınız iki şey vardır: Ya bu ravileri, senedi ve metni araştırırsınız ya da yahut bunu bilen bir Allah’ın kulu var mıdır, ona sorsam diye arayışa girersiniz. Bunun Türkçesi şudur: Ya o konuda ictihad edersiniz ya da edemiyorsanız ictihad eden birinin görüşüne ittiba edersiniz. Ancak günümüzde adam ne ictihad edebiliyor ne de ictihad edene uyuyor. Ve kestirip atıyor. Bu vebal gerektirmez mi?

Soru -3- Hadis metodu ne demektir? Bazı akademisyen ve ilahiyatçılar hadislerin çok sonraları toplandığını ve güvenilemeyeceğini savunuyorlar, ne düşünüyorsunuz?

Cevap: “Hadis metodu”yla herhalde hadisleri tespit etme usulunu kastediyorsunuz. Bizim metod dediğimiz hadis usuludur. Hadis usulu Hz. Peygamber’e isnad edilen söz ve fiillerin ona aidiyetini tespit eden ilimdir. Bunu bir yere not edelim. Çok sonraları toplandığı için hadislere güvenilemeyeceğini iddia etmek hadis tarihini bilmemek yahut hadise ideolojik bakmak demektir. Kimse alınmasın ama “hadisler çok sonraları toplandı, güvenilmez” söylemi oryantalist bir söylemdir. Bazı Müslümanlar her nedense buna sahip çıktılar. Oryantalistler bunu ortaya attığında önce hadisler Peygamber’den 250 yıl sonra toplantı dediler. Yazının başlangıcı için Buharî’yi esas aldılar. Demek ki, hadisler onun döneminde yazıldı. İnanır mısınız kitabet-tedvin-tasnif dönemlerini bile karıştırdılar. Tasnifi “yazı” olarak anladılar. Sonra yine deliller ortaya çıktıkça kendileri de olmaz canım diyerek bu tarihi 200, oradan 150, oradan 100 ve eh nihayet 80’lere kadar çekiverdiler. Bu da fena bir tarih sayılmaz doğrusu. Ama biz inanıyoruz ki, hadislerin hepsi yazılmasa da –ki, hepsini yazmak da gerekmiyordu sahabe döneminde, yaşamak da onları muhafaza etmek anlamına geliyordu- sahabe döneminde hadislerin yazılmasına başlanmıştır. Muhammed Mustafa A’zami’nin konuyla ilgili orijinal bir çalışması var. Batıyı da etkilemiştir. Bu çalışmada 50 sahabinin bizzat hadis sahifesinin olduğunu tespit etmiştir. Bu arada Fuad Sezgin ve Muhammed Hamidullah gibi hadislerin yazılması meselesine katkıları olan ilim adamlarını da anmak gerekir. Hamidullah’ın bulup bastığı en erken hadis sahifesi olan “Hemmam b. Münebbih’in sahifesi işte böyle bir yazım faaliyetidir. Müslümanların kendi tarihlerine sahip çıkacağına oryantalist tuzaklara düşmesine hayret etmemek elde değil. Hatta şunu hatırlatayım: Şu anda oryantalistler içinde öyle sağduyulular var ki bazı Müslümanları gördükçe üzülüyorum doğrusu. Bir de bu Müslümanlar öncü, önder, hocaefendi diye ortalıkta dolaşıyorlar. Şu işe bakın ki, nerdeyse bunlara “bari adam gibi oryantalistleri okumayı” tavsiye edeceğim!!!

Soru -4- Bir eserde yer alan hadisi mi yoksa akli yorumu mu esas almak gerekir? Neden ilim erbabı hadisler yerine aklı esas alıyor? Bunda pozitivizm, rasyonalizm ve benzerinden etkilenme var mı? Akıl nas dengesi İslam’da ne ifade ediyor?

Cevap: Günümüzde akılcılık yükselen moda akım… Akıl da akıl, aşağı akıl yukarı akıl… Başka da bir şey yok. Tabii ki, bu Müslümanları etkileyecektir. Bizde akıl var, aklı kullanmak var, ama akılcılık yoktur. Bir sistem kuruyorsunuz, bir usul inşa ediyorsunuz. Akıl burada nasıl olmaz? Akıl, usulun her aşamasında var, ama akılcılık yok! Akılcılık ideolojidir. Körleştirir. Akılcılık ilmi olanı ters yüz eder! Batı bile akılcılığı, yani rasyonalizmi terk edeli yıllar oldu! Gerçi Batı’nın rasyonalizmi terk etmesi, deneysel bilimlere kapı aralamak içindir, yoksa rasyonalizmi eleştirmesi vahye göz kırpması anlamında değildir. Batı şimdi aklını kullanıyor, ama beş duyu ötesine geçemediğinden başka bir tür bilgiyi de kabul etmeye yanaşmıyor. Evet, her şey akıldan ibaret değil. İnsan bir kere akıldan ibaret değil. O zaman bize denge lazım. İyi de nerden başlayacağız? Tarihte akıl-nakil meselesi tartışma konusu olmuştur. Ve buna bir şekilde çözüm de getirilmiştir. Akıl-nakil çatıştığında akıl mukaddemdir, öne alınır demişlerdir. Bu bile günümüzde yanlış anlaşılıyor. Yani akıl mukaddemdir, nakil reddedilir, şeklinde anlaşılıyor. Bir kere Razî’ler, Gazaliler, çelişme halinde nakil reddedilir dememişlerdir. İkinci olarak nakilden kasıt sadece hadisler değildir. Buna Kur’an da dahildir. Üçüncü olarak akıl, senin benim aklım değil, ortak akıldır. Bunu kelamcılar “kat’î aklî delil” olarak ifade etmişlerdir. Bu durum bize şunu ima eder: Öyle hemen aklıma gelen bir takım şeylerle nakilleri reddedemem. Muhakkak naklin akla aykırılığının “kesin” olması gerekir. Dördüncü olarak bu aklî delil, hem İslamî ilkelerle hem de bedihî gerçeklerle inşa edilmiştir. Beşinci olarak akla aykırı olan şeylerle aklı aşan şeylerin arasını muhakkak ayırmalıyız. İşte böyle bir akıl-nakil çelişmesinde akıl takdim edilir. Peki akıl takdim edilir de nakil ne olur? Reddedilir mi? Hayır, o da te’vil edilir. Bakacağız. Önce hadis akla mı aykırı yoksa aklı aşan bir şeyden mi bahsediyor? İkinci olarak hadis ile akıl çelişikliği kesin mi? Bu çok önemlidir. Şimdi kimse kesinliğe dikkat etmiyor. Acele karar veriliyor. Yani bu, birinin aklına mı aykırı yoksa gerçekten akl-ı selim dediğimiz ortak akla mı aykırı? Eğer hadisimiz sahih ve akla aykırılığı da kesinse yapacağımız şey bellidir: Bu hadisi te’vil edeceğiz. Te’viline bir yol bulamadık diyelim. İki seçeneğimiz var: Şayet aklı aşan bir şey ise bunun bilgisini Allah’a havale edeceğiz; hayır, hadiste vaki olan, akla zıt kesin bir şey ise bunu illetlidir, hatalıdır diyerek reddedeceğiz. Şunu ifade etmem lazım ki, sahih olup akla aykırı olan ve bir te’vilini bulamadığımız hadisler gerçekten çok azdır. İşte bugünkü nesil bu gerçeklere uzak maalesef. İnternete girip bakın. “akla, Kur’an’a aykırı hadisler listeleri yapılmış.” Tamamen ideolojik. Çünkü o konuda ulema ne demiş, gerçekten çelişki var mı demek kimsenin aklından geçmemiş! Bugünkü nesil demişim, ama ne yazık ki, bugünkü düşünürler bile meseleleri anlamaktan bihaber diye düşünüyorum. Mesela -isim vermeyeceğim- bir kalem erbabı diyor ki: Aklı ihmal ettik. Akıl olmadan olmaz. Razî bile akıl-nakil çatıştığında, akıl evvel, nakil müevveldir, diyor. Kur’an’da Allah’ın eli geçer. Ne yapacağız? Allah’ın elini kabul etsek, bu akla aykırı, elini kabul etmesek bu, nassa aykırı! O halde te’vil edeceğiz. Evet, buraya kadar çok güzel, ancak atlanmış bir nokta var: Aklımızı inşa eden nasstır. Kur’an’da “Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur” buyrulduğu için Allah’ın elini, bizim el gibi kabul etmiyoruz. Burada aklımızı inşa eden nastır, Kur’an’dır. Çünkü te’vil etmeyenler de var. Selef gibi. Ama tenzih etmişlerdir. Niye “Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur” ayeti olduğu için. Dolayısıyla nassın müevvel olması için mutlak aklî kabuller gerekir, diye bir şey yoktur. Kaçırılan nokta burasıdır. Bir de karıştırılan nokta vardır. Aklın verileri kesindir, diyorlar. Burada hangi akıl, diye bir soru mukadderse, o halde aklın kesinliğinden bile bahsetmek mümkün değildir. Örneğin kadını çıplak dolaşması bugünkü akla göre uygun, ama İslam aklına göre uygun değil. İşte aklın mutlak olmaması dediğim şey budur. Aklın kesinliğinden ancak şu durumlarda bahsedilebilir: Bütün, parçasından büyüktür. İki, birden büyüktür. Ya da üçüncü şıkkın imkansızlığı gibi bir şey, vb. (Modern mantıkta bunlar bile tartışmalıdır) Aklın çelişmezlik ilkeleri vardır. Bu da önemlidir mesela. Bir şeyi yaptım, diyorum. Aynı şeyi yapmadım diyorsam aklen burada çelişki vardır demek ki. Bunlar bir sözü, değerlendirmek için gereklidir elbette. Ama çok dikkatli olunması gerekir. “Mutlak akıl” yok derken kastettiğim şey budur. Bu akıl, kültürel olarak şekillenmiştir. Bunun verileri mutlak ölçü olamaz. Şunu da ifade ederek bitireyim: Akıl mutlak ölçü olmasa bile akılsız da olmaz. Yani nas bizim zeminimiz, ama bu zemin aklın üzerinden inşa edilir. Akıl olmadan hayata intibak etmek imkansızlaşır. İslam’ın hayata uygulanması akılla gerçekleşir.

Soru -5- Kuran’da açıklanmayan veya bahsedilmeyen konular var. Mesela miraç, kabir azabı vb… Bunun yanı sıra nüzulu İsa (as), mehdi, şefaat, mucizenin mahiyeti gibi ihtilaflı konular var. Hatta cennet-cehennemin şu anda yaratılmadığını iddia edenler de var. Bu tarz hadisle açıklanan konulara yaklaşım nasıl olmalıdır?

Cevap: Aslında tek tek bu konuların üzerinde durulmalıdır. Ancak kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum. Miraç Kur’an’da yok. Kabir azabına delalet eden ayetler var. Nuzul-i İsa ‘ya delalet eden ayetler var. Mehdi Kur’an’da yok (mehdiyle ilgili yaklaşımım geleneksel anlayıştan farklıdır), ama şefaat vardır. Burada mesele şudur. Hadislerde geçen konuları te’yid eden ayetler olduğuna göre biz ayetlerle hadisleri uyumlu bir şekilde mi anlayacağız yoksa hadisleri reddedip ayetleri zahirlerinin dışında mı te’vil edeceğiz? Hadisleri reddedenler bazen şöyle derler: “Hadisleri bir görmeyin, öyle Kur’an’a bakın! Hadisler sizin Kur’an’ı anlamanızı engelliyor, sizi önyargılı kılıyor” Evet, aynen böyle diyorlar. Bunun ilmî bir tarafı yok. Asıl önyargılı yaklaşım budur. Ya hadisler ile Kur’an aynı şeyi birbirini tamamlayacak şekilde anlatıyorsa! Mesele delile göre hareket etmekse, delil bize Kur’an ve hadislerin birbiriyle uyumlu olduğunu gösteriyor. Yok, mesele akla göre hareket etmekse (yani hadisleri görmeyip) o ayrı bir şey tabii.
Konunun bir başka boyutu daha var. Özellikle sorunuzda zikrettikleriniz klasik ifadeyle mütevatir hadisler. Biri bunları inkar etse durumu ne olacaktır? Önce şunu ifade edeyim: Bu hadislerin mütevatir olması, Kur’an’ı anlarken bunları görmezden gelemeyeceğimizi gösterir. Muhakkak bu noktada Kur’an-Sünnet bütünlük ve birliğini sağlamamız gerekir. Zira bu hadisler ahad değil, mütevatir. Diğer taraftan böyle olsa da bir gerekçeye dayalı olarak bunları inkar edene kafir denmeyeceği kanaatindeyim. Evet ilke “tevatürü inkar eden kafirdir” ama ilkenin pratiğe dökülmesinde bir takım problemler var. Bu ilke tam tamına Kur’an’a uyuyor, hadisler söz konusu olduğunda lafzen tevatürden bahsetmenin imkansızlığını muhaddsiler de zaten söylüyor. Bunu ayrıca hadislerle gelen bilgileri iman-küfür meselesi yapmamak için söylüyorum. Biri çıkıp bir gerekçeyle, yani Kur’an’a aykırdır, israiliyattır gibi bir gerekçeyle reddedebilir. Bize göre bu reddin ilmi bir tarafı olmayabilir. Ama artık bu insan hadisi reddederken Allah Resulunu yalanlamıyor, bu hadisin ona ait oluşunu yalanlıyor. İşte bu açıdan meseleyi iman-küfür meselesine sıkıştırmamak gerekir. Peki o zaman bu insan iyi bir iş mi yapıyor? Hayır hiç de iyi bir iş yapmıyor. Bid’at çıkarıyor. Kendini dalalete sürüklüyor ve peşinden gidenleri de… Muhakkak bu faaliyetin bir vebali, bir bedeli olmalıdır. Şayet çok keyfi davranıyorsa, sırf akla dayanıyorsa, bunun muhakkak bir vebali vardır. Zaten ehl-i sünnet alimleri de böyle insanlara en fazla “ehl-i bid’at, ehl-i dalal demiştir. Kafir dememiştir. Çünkü kıble ehli, zarurat-ı diniyyeyi kabul edenler tekfir edilmez. Bunu şöyle düşünün: Kur’an’la ilgili en sapkın te’vili yapanlar tekfir edilmez. Ancak zarurat-ı diniyyeyi inkar edenler tekfir edilir. Dolayısıyla yaptığımız bu yorumun amacı, insanlar istedikleri gibi hadis reddetmelerine kapı aralamak değil, bu meseleyi iman meselesi haline getirmemektir.

Soru -6- Müslümanın tavrı hadis konusunda nasıl olmalıdır?

Cevap: Özetle şunları söyleyebilirim:
1. Sünneti sağlam kaynaklardan öğrenmelidir.
2. Sünneti öğrenmekle kalmayıp yaşamaya çalışmalıdır.
3. İslam’ın temel iki kaynağının Kur’an ve sünnet olduğunu hiç hatırdan çıkarmamalıdır.
4. İslam’ın ilk nesillerinin Kur’an ve sünneti nasıl anladıkları konusunda hevesli olmalıdır. Onların icma ettiği konuları tartışma konusu yapmamalıdır. Önce anlamalıdır. İcmanın dayandığı delile bakmalıdır. Nassa dayalı bir icma mıdır yoksa maslahata dayalı bir icma mıdır? Çünkü hükmün değişkenliği biraz da bunların tespitine bağlıdır. İhtilaf ettikleri konularda ise delile dayalı tercihler yapmalıdır. Tabii bu tercih herkesin işi değil. Uzmanlaşma gerektiren bir şeydir.
5. Hadis, sahihse hele mütevatir olarak biliniyorsa onu reddetmek aklına en son gelen şey olmalıdır. Ancak bırakın haber-i vahidi mütevatir dahi söz konusu ise bunu iman-küfür konusu edinmemelidir. Küfrün konusu bile bile zarurat-i diniyyeyi inkar etmektir. Şu da bir gerçek ki, bırakın mütevatir hadisi haber-i vahidi inkar eden yahut haber-i vahidle sabit olan bir sünnetle dalga geçen küfre girer. Tabii burada hadisin sabit olduğuna inandıktan sonra durum böyledir. Çünkü hem hadisin sabit olduğuna inanıp hem de istihfaf mümkün değildir. Dolayısıyla tartışmaları ilim çerçevesinde yapmak lazım. Ancak ilimsiz konuşmaların vebal gerektirdiği de unutulmamalıdır.
6. Hadisin Kur’an’a, akla aykırı olduğu iddialarını hemen kabullenmemelidir. Bunları araştırıp bir kanaate varmalıdır. Şayet kesin olarak Kur’an’a, akla aykırı şeyler varsa hadise hemen uydurma demeden onu illetli/hatalı kabul etmelidir.
7. Hadis alanında konuşurken bin düşünüp bir söylemelidir. Hadis uzmanlık gerektiren bir alandır. Meselelerine vakıf olmak o kadar da kolay değildir. Bu alanda konuşabilmek için meselelerini öğrenmek ve araştırıcı bir zihniyete sahip olmak gerekmektedir.
8. En önemlisi hadisle ilgili bilgilerini medyatik hocalardan yahut internetten değil, güvenilir hoca ve kitaplardan temin etmelidir.
9. Bu arada Kur’an’la haşir neşir olalım. Meal okuyalım. Ama asla mealci olmayalım. Mealden İslam inşa etme tuzağına düşmeyelim.
10. Son olarak çok kitap okuyalım. Ama okuyarak kibrimiz değil, tevazumuz artsın. Okuyarak çok bilmişlik yapmayalım, aksine bilmediğimiz ne kadar çok şey varmış düşüncesine sahip olalım.

Yavuz KÖKTAŞ

 

1969 yılında Trabzon-Of’da doğdu. Yüksek öğrenimini Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı. Aynı fakültede Tefsir dalında yüksek lisansını yaptı (1996). 1995’de Karadeniz Teknik Üniversitesi Rize İlahiyat Fakültesine Araştırma Görevlisi olarak girdi. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsüne bağlı olarak Hadîs dalında “Metin Tahlili Açısından Fethu’l-bârî ve Umdetu’l-kârî’nin Mukayesesi” adıyla doktorasını tamamladı (1999). 2000 yılında Rize İlahiyat Fakültesine Yrd. Doç. olarak atandı. 2005 yılında Doçent; 2010 yılında Profesör oldu. Halen Rize Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde bu görevine devam etmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır.

Yayınlanmış Eserleri:
– Hadîs Usûlu Yazıları, Ensar Neşriyat, 2010.

– Güncel Hadis Yorum ve Tartışmaları, Rağbet yayınları, 2010.

– İlk Dönem Sufileri ve Hadîs, Gelenek Yayınları, İstanbul, 2010.

– Fethu’l-bârî ve Umdetu’l-kârî’nin Metin Tahlili Açısından İncelenmesi, İSAM Yayınları, İstanbul, 2009.

– Hakîm et-Tirmizî, Kitabu’l-menhiyyat: Hadîslerdeki Yasakların Sebep ve Hikmetlerine Dair? (çev.) İnsan Yayınları, 2008.

– Hadis ve Yorum, İnsan Yayınları, İstanbul, 2011.

– 100 Soruda Hadis Meseleleri, İnsan Yayınları, İstanbul, 2011.

– Hadislerin Anlaşılmasında Yöntem Tartışmaları, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2011.

İlgili Terimler : , ,
Yazar Hakkında

Yazar : imamoglumehmet

Yazar Hakkında : Ankara 1973 doğumluyum. Mamak İmam-Hatip Lisesinden 1991’de mezun oldum. 1996’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden İyi dereceyle mezun oldum. 1996’da Artvin’de öğretmenliğe başladım. Hâlen Ankara Keçiören Anadolu İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmenliği yapmaktayım.

Yazarın Tüm Yazıları İçin Tıklayınız

Yorumlar
İsminiz
E-Posta Adresiniz
Yorumunuz

Mustafa
30 Aralık 2017 - 23:07

Yavuz hocam çok güzel Bir röportaj olmuş.allahrazi olsun abi.

Sitemizde En Çok Okunan İçerikler

Şehr-u Ramazân’ı Muvahhidce İhyâ EdelimRamazan ayı büyük bir heyecan dalgasıyla bir kez daha
Şehâdet Bir Çağrıdır Nesillere Ve Çağlara… Şubat ayı şehitler ayıdır. Şubat geldiğinde bunu en derinden
ÖLÜLERİN YAŞAYANLARIN AMELLERİNDEN İSTİFÂDE ETMESİ VE ÖLÜLERE KUR’AN MESELESİÖLÜLERİN YAŞAYANLARIN AMELLERİNDEN İSTİFÂDE ETMESİ VE ÖLÜLERE KUR’AN MESELESİ
Üç Ayları Nasıl İhyâ Etmeli “ Üç aylar” diye adlandırılan Receb, Şaban ve Ramazan

Sitemizde En Çok Yorumlanan İçerikler

Hangi Mevlânâ, Gerçek Mevlânâ? Mevlânâ[1] ve Mevlevilik Türkiye‘de öteden beri ilgi gören bir
İrtidat ve Yeni Dünya Düzeni
İrtidat ve Yeni Dünya DüzeniDr. Mehmet SÜRMELİ Dinin, “ hayat tarzı” olduğunu düşünürsek günümüzde
Ilımlı İslam(!)’ın Şövalyesi: Fethullah Gülen Ubeydullah TOPRAK ‘Ilımlı İslam’, adından da anlaşılacağı üzere, İslam Dini’ni
‘İhyâ mı İmhâ mı? Kitabımız Çıktı  ‘Tevhîd akidesini muhafaza ederek, ilim öğrenmek, ilim öğretmek, Şerîat’e
  • Videolar

    'Mü'minûn Sûresinden Âhiret Sahneleri' Sohbeti

    Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (1)

    Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (2)

    Âl-i İmrân Sûresi 190-195. âyetin tefsiri

    Düğün Sohbeti

    Suriye ve Mısır'daki Kardeşlerimiz İçin Dua

    Ahir Zaman Müslümanına Notlar

  • Arşiv

  • Etiketler

  • Tavsiye Siteler

    Islah Haber

    İmam Buhari Vakfı

    http://imambuharivakfi.org/

    İyiliğe Çağrı Yardım Derneği

    https://iyiligecagri.org.tr/

     

     

  • Ziyaretçiler

  • Sosyal Medya’da Paylaşın