Ölüm Ve Ötesi (4)
03.12.2016 tarihinde Genel kategorisine eklenmiş, Kişi Okumuş ve 0 Yorum Yapılmış.
Îman esaslarından olan âhirete îmanın son durakları ölümle başlayan âhiret; kabir hayatı, diriliş, mahşer, mizan, sırat köprüsü, cennet ve cehennem gibi safhaları içine alır. Cennet ve Cehennem insanların en çok merak ettiği, hakkında bilgi sahibi olmak istediği konulardan biridir. İnsanlık, yaratılış gereği hiçbir zaman yok olma düşüncesini kabullenmemiş ve her zaman içindeki ebedi yaşam arzusunu devam ettirmiştir. Allah Teâlâ hayatı iki kısma ayırmıştır: dünya hayatı, âhiret hayatı. Dünya hayatı geçici, âhiret hayatı ise ebedidir. Allah Teâlâ, içinde yasadığımız bu dünyayı ve üzerindeki bütün varlıkları geçici bir zaman için yaratmıştır. Bir gün gelecek, dünya ve dünyadaki canlı ve cansız bütün varlıklar yok olacaktır. Öyle ise geçici bir hayat olan bu dünyada, ebedi hayat olan âhiret için hazırlık yapmak her Müslüman’ın görevidir.
Allah Teâlâ insanları yaratıp yeryüzüne gönderdikten sonra, onlara uyarıcı ve yol gösterici olarak peygamberler, peygamberlere de kitaplar göndermiştir. Bütün peygamberler insanları hakka davet etmiş ve âhireti hatırlatmıştır. Yani kendilerine yaratılış gayelerini hatırlatmışlardır. Çünkü insanın yaratılması ve yeryüzünde yaşaması imtihan sebebidir. Bu imtihanı kazananlar olabileceği gibi kaybedenler de olacaktır. İnsanlar bu dünyada iken cüz’i iradeleriyle ister Hakk’ı ister batılı seçsinler bu seçim hakkı, herkesin bu dünyada yaşarken yaptığı amelin hesabını vermeyi de gerektirir. Hiç kimseye zerre miktarı haksızlığın yapılmadığı, yapılan iyi ve kötü amellerin hesabının sorulacağı bir zaman ve mekân vardır. Bundan kaçmak mümkün değildir. İşte bu dünyada iken yapılan amellerin hesabının verileceği gün âhiret âlemidir. Bu âlemde insanları sorguya çekecek olan ise insanları yoktan vareden ve insanlara yol göstermek üzere peygamberler ve kitaplar gönderen Allah’tır. Allah insanları hesaba çekerken herkesin önüne amel defterleri konulacak ve hiçbir haksızlık yapılmadan herkes işlediği amelin hesabını verecek ve karşılığını görecektir. Allah yapılan iyiliklerin mükâfatını, kötülüklerin de cezasını verecektir. İyilikleri fazla olanlar cennete doğru yol alırken, kötülükleri fazla olan ise cehenneme doğru yol alırlar.[1]
Cennet ve cehennem gayb âlemi içerisinde yer alan ve inanılması her insana gerekli olan mükâfat ve azap mekânıdır. Cennet ve cehenneme îman etmek, gaybe îmanın bir gereğidir. Cennet ve cehennemin varlığına inandığını söyleyen herkes gaybe îman ediyor demektir, gaybe îman ettiğini söyleyen her insan da, gaybe îmanın gereği olan cennet ve cehenneme bu dünyada iken hazırlığını yapmak zorundadır. Cennet arzusu ve cehennem korkusuyla yaşayan insan, bir gün gelip ya mükâfat olarak cennete gireceğinin veya ceza olarak cehenneme sürüleceğinin bilincinde olacaktır. Böyle bir insan dünya hayatından sonra yaptıklarının hesabını vereceği güne îman etmek zorundadır. İnsanın yaratıldığı fıtrat da bunu gerektirmektedir.
İslam alimlerinden müteşekkil bir ilmî heyet tarafından kaleme alınan “Kitabu usûli’l-iman fi davi’l-Kitabi ve’s-Sünne” adlı kitapta da bu konuda şu görüşlere yer verilmiştir. Cennet ve cehenneme iman etmek, ancak onlar hakkında şu üç noktaya iman etmekle gerçekleşir:
1- Cennetin takva sahibi müminlerin varacağı yer, cehennemin de kâfir v e münafıkların gireceği yer olduğuna kesin bir itikatla inanmak.( bu konu için bk. Nisa, 56-57).
2- Cennet ve cehennemin şu anda mevcut olduğuna inanmak.
“Cennet takva sahipleri için hazırlanmıştır.”(Al-i İmran, 133),
“Cehennem kâfirler için hazırlanmıştır.”(Bakara, 24) âyetleri, onların şu anda mevcut olduklarını göstermektedir.
3- Cennet ve cehennemin bakî birer yurt ve hiçbir zaman yok olmayacaklarına iman etmek ve onlarda bulunacakların da ebedî olduklarına inanmak.(bu konu için misal olarak Nisa,13; Cin, 23’e bakılabilir)
Bu genel açıklamalardan sonra cennet ve cehennemi tafsilatlı olarak açıklamaya gayret edelim:
A) CEHENNEM: Kur’an-ı Kerim’in yetmiş yedi âyetinde yer alan cehennem kelimesi, sözlükte derin kuyu anlamına gelmektedir.[2] Istılâhî olarak cehennem; âhirette kâfir, müşrik ve münâfıkların –yani îman etmeyenlerin- sürekli kalacakları, günahkâr müminlerin de günahları ölçüsünde cezalandırılacakları azap yeri demektir.[3]
Kur’ân-ı Kerîm’de cehennemin tasviriyle ilgili âyetler, onun yapısından çok işleyişini, yani azap türlerini konu edinmiştir. Ancak münafıkların cehennemin en aşağı tabakasında olacağını[4] ve cehennemin yedi kapısının bulunduğunu[5] ifade eden âyetlerle cehennemdeki “dar mekân’dan bahseden âyet[6] ve “derin kuyu” demek olan hâviyeden[7] söz eden âyetlerde cehennemin yapısı hakkında bazı bilgiler verildiği görülmektedir. İslâm âlimleri cehennemin yedi kapılı oluşu üzerinde durmuşlardır. Ebussuûd’a göre kapıların daha az veya daha çok değil de yedi oluşu, oraya girmeye sebep olan vasıtalarının (beş duyu organı, şehvet ve gazap temayülleri) aynı sayıda olmasıyla ilgilidir.[8]
Elmalılı Muhammed Hamdi ise şöyle bir yorum yapmaktadır: İnsanın mükellefiyet organları beş duyu ile birlikte kalp ve tenasül uzvudur. Manevî anlamdaki kalp kapısı açık olursa kişi doğru yoldan yürüyerek cennete girer, aksi takdirde yedi organ mükellefi yedi çeşit azaba sürükler. Nitekim cennet ehlinden söz eden âyetlerde onların kalplerinde kin ve kötülüğün bulunmadığı ifade edilir[9]. Bazı âlimler, Kur’an’da yer alan “yedi kapı” (seb’atü ebvâb) ifadesinden[10] gerçek anlamdaki kapı mefhumunu anlamışlar ve cehenneme gireceklerin sayısının çok olması sebebiyle kapıların da çoğaltıldığını kabul etmişlerdir. Nitekim Zümer sûresi 71.âyette: “İnkâr edenler grup grup cehenneme sevk edilirler. Cehenneme vardıklarında oranın kapıları açılır ve cehennem bekçileri onlara şöyle derler: “Size içinizden, Rabbinizin âyetlerini size okuyan ve bu gününüze kavuşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” Onlar da, “Evet geldi” derler. Fakat inkârcılar hakkında azap sözü gerçekleşmiştir.” buyrularak inkârcıların cehenneme grup grup sevkedileceği ve yanına vardıklarında kapılarının açılacağı beyân edilir.
Yedi kapının, cehenneme gireceklerin dinî hayat durumuna göre azap açısından farklı nitelikler taşıması ve girenleri farklı mekânlara götürmesi de mümkündür. Hicr sûresindeki ilgili âyetin devamı da bunu göstermektedir. Diğer bazı âlimler ise yedi kapının cehennemin yedi tabakasına işaret ettiğini kabul etmişlerdir. Üst üste katlar şeklinde düşünülen tabakaların en üstte bulunan birincisinin cehennem, en altta bulunan yedincisinin hâviye olduğu bu âlimlerce benimsenmiştir. Cehennem, azabı en hafif, hâviye ise en şiddetli olanıdır. İkisi arasında kalan tabakalar, cehennemin isimleri sayılırken söz konusu edilen tabakalar olup yukarıdan aşağıya doğru şunlardır: Lezâ (alevli ateş), hutame (şiddetli ateş), saîr (yanar/alevli ateş), sakar (harareti şiddetli yakıp kavuran ateş), cahîm (tutuşup alevlenen ateş). Bunların sıralanmasında farklılıklar göze çarptığı gibi buralarda cezalandırılacak kişilerin kimler olacağı konusunda da farklı telakkiler mevcuttur.
Hemen bütün Sünnî âlimler, azabı en hafif olan birinci tabakada günahkâr müminlerin bir süre kaldıktan sonra buradan çıkarılacağını, yedinci tabakada ise münafıkların azap göreceğini kabul ederler. İkinci tabakadan itibaren de Yahudiler, Hıristiyanlar, Sâbiîler, ateşe tapanlar ve müşrikler cezalandırılacaktır. Ancak yedi kapı ifadesini yedi tabaka şeklinde anlamak, Kur’an’da geçen bazı isimlerle bunları adlandırmak ve sakinlerini belirlemek ilmî bir esasa dayanmamaktadır. Nitekim Kurtubî, âhiret halleriyle ilgili meşhur eserinde yedi kapı-yedi tabaka etrafındaki görüşlerden söz ederken bu konuda sahih hiçbir naklin mevcut olmadığını belirtmekte ve Kur’an’da yer alan cehennem isimlerinin onun belli bir yerinin değil tamamının adı olduğunu söylemektedir[11]. Muhaddis İbn Kesîr de Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e nisbet edilen ve yedi tabakadan bahseden hadisin sahih olmadığını kaydeder[12]. Esasen Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan bu yedi isimle cehennemin yaygın adı olan nâr kelimesinin Kur’an’daki kullanılışları incelenecek olursa bu kelimelerin hepsinin cehennemin tamamını kapsayacak şekilde tekrar edildiği görülür. Şöyle ki, cehennem kelimesi dışında diğer altı kelimenin tamamına yakını ilgili âyetlerin sonlarında yer almıştır. Özel bir üslûbu olan Kur’an metninde âyet sonlarındaki ses uyumu dikkate alınarak hepsi de cehennemin adı olan altı ismin seçiminde secî sağlama amacının gözetildiği kabul edilebilir.
Ehli Sünnet inancına göre Kur’an-ı Kerim’de geçmiş zaman kipi ile ifade edilen “Cehennem kâfirler için hazırlandı” (Bakara, 24) ve “İnkâr edenler için hazırlanmış ateşten sakının”( Âl-i İmran, 131) âyeti cehennemin su anda var ve yaratılmış olduğunu gösterir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in şu hadisi de cehennemin yaratılmış ve mevcut olduğuna açıklık getirmektedir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Cenabı Allah cenneti ve cehennemi yarattığı zaman, Cibril’e emredip; ‘…Cehenneme git, oraya ve orada cehennemliklere neler hazırladığıma bak’ dedi. Cebrail de gidip cehenneme baktı ki orası birbirine giriyor. Cenabı Allah’a dönüp: ‘İzzetine yemin olsun ki, orayı işiten hiç kimse oraya girmez’ dedi. Bunun üzerine cehenneme emredildi de orası şehvetlerle kuşatıldı. Cenabı Allah tekrar oraya dön dedi. Cebrail oraya döndü ve ‘izzetine yemin ederim ki, hiç kimsenin oraya girmekten kurtulamayacağından korktum’ dedi.”[13] İsra hadisinde de anlatıldığı gibi Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, İsra gecesinde cennet ve cehennemi görmüştür. Bu da bize cehennemin yaratılmış olup su anda mevcut olduğunu göstermektedir.[14]
Haşr’in ve cehennemdeki azabın cismanî değil de ruhanî olacağını iddia eden İslam filozoflarına karşı Ehli Sünnet âlimleri, bazı Kur’an âyetlerine[15] dayanarak Cehennem azabının hem ruhanî hem de cismanî olacağını ifade etmişlerdir. Ayrıca Ehli Sünnet kelamcıları “Orada ebedi kalıcıdırlar.” (Nisa, 169) meâlindeki âyetlere dayanarak, cehennem hayatının sonsuz olduğu fikrini benimsemişlerdir.[16]
CEHENNEMLİKLERE YAPILAN AZAB ŞEKİLLERİ
Cehennemliklerin yatakları ateştendir: Allah Teâlâ bu durumu şöyle açıklamıştır: “Ona, ‘Allah’tan kork’ dendiği zaman gururu kendisini günaha sevk eder. Artık ona cehennem yeter. Orası ne kötü yataktır” (Bakara, 206 ), “İnkâr edenlere de ki: yenilecek ve cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir yatma yeridir” (Âl-i İmran, 12)
Cehennemliklerin elbiseleri ateştendir: Yüce Rabbimiz, “Şu Rableri hakkında tartışmaya giren iki taraf: kâfir olanlar için ateşten bir elbise biçilmiştir, başlarına da kaynar sular dökülür” (Hac, 19) buyurmuştur.
Cehennemliklerin derileri devamlı değiştirilir: Cehenneme girenler yandıkça azabı tekrar tatsınlar diye, onlara yeni deriler verilir. Allah Teâlâ: “Doğrusu ayetlerimizi inkâr edenleri ateşe atacağız. Derileri yandıkça azabı tatmaları için onları yeni derilerle değiştireceğiz. Allah güçlüdür, hakimdir” (Nisa, 56) buyurmak suretiyle bu durumu açıkça izah ediyor.
Cehennemliklerin yiyecekleri zakkûm, hamîm ve gassak’tır. Allah Teâlâ: “orada ne bir serinlik tadacaklar ne de içilecek bir şey. Ancak kaynar su ve irin yaptıklarına uygun bir ceza olarak.” (Nebe, 24-26); “Hüsranın ardından da cehennem vardır. Orada kendisine irinli bir su içirilecektir. Onu yudumlamaya çalışacak fakat yutamayacak, her yandan ölüm gelecek fakat ölemeyecek, bundan sonra da şiddetli bir azap vardır” (İbrahim, 15-17); “ Hiç şüphesiz zakkûm ağacı günahkârların yemeğidir. Erimiş maden gibi, sıcak suyun kaynaması gibi.” (Duhan, 43-46); “Sonra siz ey sapık yalancılar! Elbette bir ağaçtan, zakkûm ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla dolduracaksınız.” (Vâkıa, 51-53) buyuruyor.
Ateş kâfirleri çepeçevre kuşatır. “ Şüphesiz ki cehennem inkâr edenleri çepeçevre kuşatacaktır” (Tevbe, 49) âyeti bunu dile getiriyor.
Cehennem ateşi hiç sönmeyecek: “Allah kime hidâyet ederse, işte hak yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa artık ondan başka onlara dostlar bulamazsın. Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır oldukları halde yüzleri üstü haşredeceğiz. Onların varacağı yer cehennemdir. Ateşi azaldıkça alevini artırırız” (İsra, 97) âyet-i kerimesi cehennem ateşinin devamlı olacağını ifade ediyor.
Cehennem dolmak bilmez: “O gün cehenneme “doldun mu?” deriz. O da “daha var mı?” der” (Kaf, 30) âyeti bunu açıklıyor.
Cehennemlikler boyunlarında halkalarla sürünürler: “Onlar, kitabı (Kur’an’ı) ve elçilerimize gönderdiklerimizi yalanlayanlardır. Onlar bilecekler. O zaman onlar, boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suda sürünecekler, sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mü’min, 70-72) âyeti bunu izah ediyor.
Cehennemde ölüm yoktur: Cehennemlikler azabın bitmesi için ölümü isterler. Fakat cehennemde azap devamlıdır. “Süphesiz suçlular cehennem azabında ebedî kalacaklardır. Azapları hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde ümitsizlik içindedirler” (Zuhruf, 74-77) âyet-i kerimesi cehennemde azabın ebediliğini ifade ediyor.
Netice itibari ile cehennem azabının dünyadaki sıkıntı ve meşakkatlerle kıyaslanamayacak derecede şiddetli olduğunu anlıyoruz. Cehennemde azabın ateşle yapılacağını ve bu ateşin şiddetinin de dünyadaki ateşten kat kat fazla olduğunu peygamberimizin şu açıklamalarından anlıyoruz: Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: ” Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: ‘Yaktığınız ateş var ya, bu cehennem ateşinin yetmiş cüzünden bir cüzdür!’ buyurmuştu. (Yanındakiler): ‘Zaten bu ateş, vallahi (asileri cezalandırmaya âhirette) yeterliydi” dediler. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Cehennem ateşi öbürüne altmış dokuz kat üstün kılındı. Her bir katın harâreti, bunun mislindedir.”[17]
Cehennemlikler cehennemin içine atılıpta azap çekmeye başlayınca, oradan çıkabilmenin çarelerini aramaya başlayacaklardır. Öncelikle cehennem bekçilerinden yardım isteyecekler, sonra da Allah’a yalvarmaya başlayacaklar, fakat o ateşin içine düştükten sonra oradan kurtulmak, oradaki yalvarmalarla olabilecek bir şey değildir. Bu dünyada oradan kurtulabilmenin şartlarını yerine getirmemişse, oradan nereye sarılsa boş çıkacaktır. Allah Teâlâ: “Ateştekiler cehennemin bekçilerine, ‘Rabbinize yalvarın, bir tek gün olsun bizden azabı hafifletsin’ derler. Cehennem bekçileri size peygamberleriniz açık mucizeler getirmemiş miydi?’ derler. Onlar ‘evet getirmişti’ derler. O halde kendiniz yalvarın’ derler. Kâfirlerin yalvarması artık boşunadır” (Mü’min, 49-50) buyuruyor.
Cehennemlikler şu taleplerde bulunurlar; suçlarını itiraf edip, cehennemden kurtulmak için bir yol talep ederler. Allah Teâlâ onların bu hâlini söyle bildiriyor: “Onlar şöyle derler: Ey Rabbimiz bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik, simdi bu ateşten bir çıkış yolu var mı?’ derler” (Mü’min, 11) Cehennem ehli ilk yalvarışlarından olumlu bir sonuç alamayınca ikinci olarak dünyaya geri döndürülmelerini isteyecekler ve teklifleri kabul edilirse, sâlih amel işleyeceklerine dair söz verirler. Allah Teâlâ: “(Ey Muhammed) insanları, kendilerine azabın geleceği gün ile uyar. Zira o gün zalimler, ‘Ey Rabbimiz bize kısa bir süre ver de çağrına uyalım ve peygamberlerine tabi olalım diyecekler. Onlara şöyle denilecek: Siz daha önce sonunuzun gelmeyeceğine yemin etmemiş miydiniz?” (İbrahim, 44) buyuruyor.
Bu isteklerinin kabul edilmesi halinde önceki amellerinin aksine, amel edeceklerini vaadecekler fakat vaadleri de onları kurtarmayacaktır. Allah Teâlâ: “Orada, ‘Rabbimiz bizi buradan çıkar da yapmış olduğumuzdan bambaşka iyi şeyler yapalım’ diye feryad ederler. ‘Sizi öğüt alacak kimsenin öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Üstelik size uyarıcı da geldi, artık azabı tadın. Zalimlerin yardımcısı da yoktur” (Fâtır, 37) buyuruyor. Cehennem ehli apaçık bir sapıklık içinde olduklarını itiraf edip, oradan çıkmak isteyecekler fakat Allah Teala onları çok iyi bildiği için, onların isteklerine cehennem azabının devamı ile cevap verecektir. [18]
Nitekim Mü’minûn sûresinin 103-111. âyetlerinde yüce rabbimiz şöyle ifâde ediyor: “Kimlerin de tartıları hafif gelirse, işte onlar da kendilerini ziyana uğratanların ta kendileridir. Onlar cehennemde ebedi kalacaklardır. Ateş yüzlerini yalar[19] ve onlar orada sırıtır kalırlar. Allah, ‘Âyetlerim size okunuyordu da siz onları yalanlıyordunuz, değil mi?’ der. Onlar da şöyle derler: ‘Ey Rabbimiz! Biz azgınlığımıza yenik düştük ve sapık bir toplum olduk. Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer (tekrar günaha) dönersek şüphesiz kendimize zulmetmiş oluruz.’ Allah, ‘Aşağılık içinde kalın orada, artık benimle konuşmayın!’ der. Kullarımdan, ‘Ey Rabbimiz! Biz inandık, bizi bağışla, bize merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın’ diyen bir grup var idi. Siz ise onlarla alay ediyordunuz. O kadar ki onlar size beni anmayı unutturdu. Onlara hep gülüyordunuz. Sabretmiş olmaları sebebiyle, bugün ben onları mükafatlandırdım. Şüphesiz onlar başarıya erenlerin ta kendileridir.”
Âyetten anlaşıldığına göre bu, Allah’ın cehennem ehline son hitabıdır. Çünkü Allah bunlara “O’nun içine sinin ve benimle söyleşmeyin” dedikten sonra artık aksinin olması söz konusu değildir. Bundan böyle Allah cehennem ehli ile sonsuza dek muhatap olmaz. Bu, düşünmesi bile insana acı veren bir durumdur.
Cehennem ehli çığlık çığlığa azap çekerken, kurtuluşa ve mutluluğa erenler, yani müminler de cennetin nimetleri içindedirler. Ve cehennem ehlinin çektiği manevi azapların birini, söz konusu cennet ehli ile olan diyaloğu oluşturur. İnkârcılar, cehennemin korkunç azapları içinde işkence görürken, özel olarak yaratılan bir sistem ile cenneti görür, oradaki büyük nimet ve ihtişamı izlerler. Dünyada iken kendileriyle alay ettikleri müminlerin büyük bir rahatlık içinde, görkemli mekânlarda, muhteşem evlerde, nefis yiyecek ve içecekleri tattıklarını görürler. Kendi yaşadıkları azab ve aşağılanmaya karşılık, müminlerin böylesine büyük bir nimet, övülmüşlük ve huzur içinde olduğunu fark ederler.
Bu ise yaşadıkları azabı daha da şiddetlendirir. Duydukları pişmanlık, dayanılmaz boyutlara varır. Dünyada iken îman etmemiş, müminlerin aksine Allah’ın hükümlerine itaat etmemiş olmalarının kahredici pişmanlığı içinde boğulurlar. Bu psikoloji içinde cennet ehliyle diyalog kurmaya, hatta onlardan yardım dilemeye de çalışırlar. Yalvarırlar, ancak yine boşunadır. Kuran’da, cennet ve cehennem ehli arasındaki bu diyalog şöyle haber verilir:
“Onlar (müminler) cennetlerdedirler; birbirlerine sorarlar. Suçlu-günahkarları; ‘Sizi şu Cehennem’e sürükleyip-iten nedir?’ Onlar: ‘Biz namaz kılanlardan değildik dediler.Yoksula yedirmezdik. (Batıla ve tutkulara) Dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik. Din (hesap ve ceza) gününü yalan sayıyorduk.Sonunda yakîn (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı.’ Artık, şefaat edenlerin şefaati onlara bir yarar sağlamaz.” (Muddessir, 40-48)
Sonuç olarak: İnkâr edenlerin içinde sonsuza kadar kalacakları yer, bedenlerine ve ruhlarına acı tattırmak için özel olarak yaratılmış olan ‘cehennem’dir. Çünkü inkâr edenler suçludurlar ve Allah’ın adaleti, her suç için bir ceza gerektirir. İşledikleri suç ise, olabilecek en büyük suçtur. İnsanın kendisini yaratan, ona can veren Allah’a isyan ve nankörlük etmesi, tüm evrendeki en büyük suçtur. Böyle büyük bir suça da büyük bir ceza gerekir ki, cehennem bu adaleti yerine getirmek için vardır. İnsan Allah’a kul olsun diye yaratılmıştır. Yaratılış amacını reddederse, karşılığını görür. Allah, bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: “… Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir.” (Mü’min, 60)
Madem cehennem vardır, o halde insanlığın en büyük meselesi bu olmalıdır. Bizim için en büyük tehlike cehennemdir ve hiçbir şey, kendimizi cehennemden korumaktan daha önemli değildir. Dünya üzerindeki hiçbir iş, cehennemden kurtulmak için yapılacak işlerden önemli olamaz.
Yazımızın bu bölümünü Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in Hâris et-Temîmî’ye olan şu tavsiyesiyle bitirelim: “Akşam namazını kıldığın zaman yedi kere şöyle de: “Allâhümme ecirnî minennâr” (Allah’ım beni cehennem azabından koru)[20]. Şayet bu duâyı okur, o gece de ölürsen, Cenab-ı Hak seni cehennemden uzak kılar. Aynı şekilde sabah namazını kıldıktan sonra okur, o gün ölürsen, yine cehennemden âzat kılınmış yazılırsın.”[21]
B) CENNET: Cennet, “örtmek, gizlemek” anlamındaki “cenn” kökünden isim olup “bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe, yeşillikleri bol, sık dal ve yaprakları ile yeri gölgelendiren bağlık, bahçe” manasına gelir. “Cennet” kelimesi İslamî literatürde ise “Mümin kulların Ahiret hayatındaki ebedi mutluluk bahçelerini” ifade eder. Bu ebedi mutluluk yurduna Kur’an’ın “cennet” demesinin sebebi ise genel görünümü ile dünya bahçelerine benzemesi veya eşşiz nimetlerinin şu an için insan idrâkinden gizlenmiş olması şeklinde yorumlanmıştır.
Kur’an-ı Kerîm’de müfred, tesniye ve cemî şekilleriyle 147 defa geçen cennet kelimesi yirmi beş yerde dünyadaki bağ bahçe, altı yerde Âdem ile Havva’nın iskân edildiği mekân, bir yerde Hz. Peygamber’in, yanında Cebrail’i gördüğü sidretü’l-müntehânın civarında bulunan me’vâ cenneti, diğer yerlerde de âhiret cenneti anlamında kullanılmıştır.[22] Cennet çeşitli hadislerde de hem bahçe hem âhiret cenneti anlamında yer almıştır. İslâm literatüründe cenneti ifade etmek üzere kullanılan isimleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
1) Cennet: Ebedî saadet yurdunu ifade etmek üzere Kur’ân-ı Kerîmde, muhtelif hadislerde ve diğer İslâmî eserlerde yer alan isimler içinde en çok kullanılan, içindeki bütün mekân ve imkânları kapsayacak şekilde muhtevası geniş olan bir terimdir. İslâm literatüründe ebedî saadetle ilgili vaadler, özendirici anlatım ve tasvirler genellikle cennet ismi etrafında yoğunlaşmış, dil ve edebiyat alanında da daha çok bu kelimeye yer verilmiştir. Diğer isimler tekil olarak kullanıldığı halde cennetin çok sayıdaki âyette çoğul şekliyle de (cennât) yer alması, saadet yurdunun belli bir bölgesinin değil tamamının adı olduğunu gösterir.
“Bol su kaynaklarına sahip bulunan yeşil bahçe” anlamındaki ravza cennât kelimesine muzaf olduğu gibi[23] bir âyette cennet kelimesi yerine tek başına da kullanılmıştır[24]. Cennetü’1-huld ile cennetü’l-me’vâ terkiplerini her ne kadar bazı âlimler müstakil birer isim telakki etmişlerse de[25] bu terkiplerde yer alan “huld” (ebediyet) ile “me’vâ” (sığınılıp barınılacak yer) kelimeleri cenneti niteleyen tamamlayıcı kavramlardır. “Müttakiler emin bir makamda, cennetlerde ve pınar başlarında olacaklardır”(Duhan, 51-52) mealindeki âyette yer alan makâm-ı emînin de müstakil bir isim olarak kabul edilmesi isabetli görünmemektedir. Çünkü ikinci âyet makâm-ı emînden cennetin kastedildiğini açıklamakta ve böylece iki âyet birbirini tamamlamaktadır. Sâd sûresi 49.âyetteki müttakîlere “hoşa gidecek bir yuva” vaad eden âyetteki hüsn-i meâb’ın ebedî saadet yurdunun müstakil bir adı olmayıp sadece adn cennetini nitelediği bir sonraki âyetten anlaşılmaktadır.
2- Cennetü’n-naîm. Bu terkip on âyetin üçünde tekil, diğerlerinde çoğul şekliyle (cennâtü’n-naîm) geçmektedir. Arapça’da “refah, huzur, mutlu hayat” anlamına gelen ni’met kelimesinden daha kapsamlı bir muhtevaya sahip olan naîm, insana mutluluk veren maddî ve manevî bütün güzellikleri ifade etmektedir. Buna göre cennâtü’n-naîm “mutluluklarla dolu cennetler” mânasına gelir. Naîm kelimesinin İnfitâr sûresinin 13.âyetinde cehennemin isimlerinden olan cahîmin mukabilinde kullanılması, Mutaffifîn sûresi 22.âyette de cennetle ilgili tasvirin baş tarafında tek başına yer alması, onun cennet isimlerinden biri gibi kabul edilebileceğini göstermektedir.
3- Adn. En belirgin anlamı ile “ikamet etme” veya “ikamet edilen yer” demek olan adn, on bir âyette cennât kelimesiyle birlikte tekrarlanarak (cennâtü adn) “ikamet edilecek cennetler” mânasında kullanılmıştır. Adn’in cennetin belli bir bölümünün adı olduğunu veya çoğul şeklinde kullanılışına bakarak onun tamamını ifade eden bir isim durumunda bulunduğunu söylemek mümkündür.
4- Firdevs. Arapça’ya Farsça’dan girmiş olması muhtemel olan firdevs kelimesi, özellikle “içinde üzüm bulunan bağ bahçe” anlamına gelir. Kehf sûresi 107.âyette cennât kelimesiyle, Mü’minûn sûresi 11. âyette de “âhiret cenneti” mânasına tek başına kullanılmıştır. Firdevs cennetin tamamını ifade eden bir isim olabileceği gibi onun ortası, en yüksek ve en değerli bölgesinin özel adı da olabilir.[26]
5- Hüsnâ. İyilik yapanlara Allah tarafından daha büyük bir iyilikle karşılık verileceğini, ayrıca buna bir de ilâve (ziyade) yapılacağını ifade eden Yunus sûresi 26.âyetteki hüsnâ (daha güzel, daha iyi, en güzel, en iyi) kelimesinin cennet anlamına geldiği müfessirlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir. Bunlara göre aynı âyetteki “ziyade”den maksat da cennette Allah’ı görme şerefine nail olmaktır. Hüsnâ kelimesine bu âyetin dışında yer aldığı on civarındaki âyette de bu mânayı vermek mümkündür.
6- Dârüsselâm. “Maddî ve mânevi âfetlerden, hoşa gitmeyen şeylerden korunmuş olma” mânasındaki selâm ile “ev, yurt” anlamındaki dâr kelimesinden oluşan bu terkip En’âm sûresi 127 ve Yûnus sûresi 25. Âyetlerde cennetin adı olarak zikredilmiştir. Cennetin esenlik yurdu olduğu şüphesizdir.
Buraya kadar zikrettiklerimizin dışında, “ev, konak, şehir, ülke” anlamlarına gelen “dâr” kelimesi, Kur’an’da dâru’l-huld (ebediyet / sonsuzluk yurdu), dâru’l-âhire (âhiret yurdu), âkıbetü’d-dâr, ukbe’d-dâr (dünya yurdunun sonu) terkipleriyle cennet anlamında kullanılmıştır.
Kur’an’da zikredilen bu isimler, cennetin tabakaları olarak da kabul edilmektedir. Bu tabakalardan her birinde, mü’minlerin yaptıkları iyi işler karşılığında girecekleri veya yükselecekleri derece veya mertebeler vardır. Nitekim Müslim’in Ebu Said el-Hudri’den rivayet ettiği hadiste, Allah yolunda cihad edenlerin, cihadları sebebiyle cennette yüz derece yükselecekleri, her derecenin arasının ise, yer ile gök arasındaki mesafe kadar olduğu, Hz. Peygamber tarafından haber verilmektedir. [27]Hadiste sözü edilen dereceler konusunda ise şu ihtimaller öne sürülmüştür. Bu dereceleri zâhiriyle anlamak mümkündür. Gerçekten söz konusu derecelerin, zâhirinden anlaşıldığı üzere, birbirinden daha yüksek menziller (tabakalar) olması muhtemeldir. Buna karşılık, yükseklikten kasdın, cennetteki nimetlerin çokluğu, insanın veya bir başka yaratığın hiç aklına bile gelmemiş, gönlünden dahi geçmemiş iyiliklerin büyüklüğü veya çokluğu anlamında olması muhtemeldir. Zira Allah Teâlâ’nın mücahide lutfettiği iyilik veya cömertlik türleri birbirinden çok farklıdır, birbirinden üstündür. Buna göre, nimetlerin fazilet (üstünlük) konusundaki farklılıkları uzaklık açısından yer ile gök arasındaki mesafe gibidir.
Buhârî’nin bir rivâyetinde Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah yolunda savaşan mücahidler için cennette yüz derece (tabaka) hazırlandığını ve iki derecenin arasının yerle gök arası gibi olduğunu haber vermekte ve sözlerine devamla şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan istediğiniz zaman Firdevs’i isteyin. Çünkü Firdevs, cennetin ortası ve cennetin en yükseğidir. Firdevs’ten cennet nehirleri doğar.”[28]
Bütün bu ayet ve hadislerden cennetin birçok tabakası olduğu anlaşılmaktadır. Bu tabakalardan bazılarının daha yüce ve nimetlerinin daha güzel veya daha efdal olması sebebiyle isimleri bize bildirilmiştir. Firdevs cenneti, mertebece en yüksek olan cennet tabakasıdır.
TASVİRİ: Başta Kur’an-ı Kerîm olmak üzere İslâm literatüründe cennet tasvirleriyle ilgili metinler çok geniş hacimlere ulaşmakta ve cehennemle ilgili tasvirleri aşmaktadır. Bu durum, halik ile mahlûk arasındaki münasebet ve insanın kâinat içindeki yeri konusunda İslâm’ın benimsediği ana temanın bir gereği olmalıdır. Çünkü ilâhî ruhtan üflenerek yaratılan insana İslâm’ın ilk emri (okumak) tebliğ edilirken ulu yaratıcının sonsuz lütuf ve kerem sahibi olduğu bildirilmiştir[29]. İslâm’ın öğretisine göre Allah ile kul arasındaki münasebetin odak noktası Allah nezdinde rahmete, kul seviyesinde tazime dönüşen sevgiden ibarettir. Allah kâinatın yaratıcısı ve yöneticisidir; insan ise Kur’an’da göklerin ve yerin hizmetine verildiği merkezi varlık olarak tanıtılmıştır.
Kur’an-ı Kerîm’de cennet tasvirine dair âyetler cehenneme dâir olanlara nisbetle daha fazladır ve epeyce bir yekûn tutmaktadır. Hadis olarak rivayet edilen metinlerin içinde sahih olanlar genellikle cennete girmeyi gerektiren veya oradan mahrum olma sonucunu doğuran hareket ve davranışlarla cennet ehlinin vasıflarını konu edinmiştir. Şüphe yok ki duyu organlarının ve akıl yürütme alanlarının tamamen dışında kalan ve yegâne bilgi kaynağı nakilden ibaret olan âhiret hayatı, cennet ve cehennemle ilgili rivayetlerin sahih ve güvenilir olması vazgeçilmez bir zarurettir.
Genel olarak İslâm âlimlerinin cennet tasviri hakkında benimsedikleri görüş, onun mahiyetinin bilinemeyeceği şeklindedir. Çünkü mü’min kullar için ahiret hayatında hazırlanmış mutluluk vesilelerinin hiç kimse tarafından tahayyül edilemeyeceğini ifade eden Secde sûresi 17. âyetten başka, kudsi hadis olarak rivayet edilen meşhur metin de bu hususu açıkça belirtmektedir: “Ben, sâlih kullarım için, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer zihninin tasavvur edemeyeceği mutluluklar hazırladım.”[30] Dünya hayatında beş duyu ve akıl alanlarındaki idrakler, tabiat şartlarıyla kayıtlı olduğuna göre naslarda geçen tasvirleri aynı şartlar çerçevesinde veya hayal gücüyle değiştirerek algılamak gerekir. Nitekim bazı âyetlerde, cennet ve nimetleriyle ilgili dünya ve ahiret idrakleri arasında benzerliklerin bulunduğu ifade edilmiştir.[31] İbn Abbas’tan rivayet edilen “Cennette isimlerden başka dünyayı andıran hiçbir şey yoktur.” [32]ifadesi, ikisi arasındaki mahiyet farklılığını belirten bir söz olsa gerektir.
Cennetin sekiz kapısının olduğu ilk dönemlerden beri kabul edilegelmiştir. Ancak, cehenneme ait yedi kapının mevcûdiyeti Kur’ân-ı Kerim’de açıkça zikredildiği halde (Hicr, 44) cennetin sadece kapılarının (ebvâb) bulunduğu ifade edilmiş ve sayıları hakkında herhangi bir işarette bulunulmamıştır. Ancak, bazı hadis-i şeriflerde cennetin sekiz kapısı olduğu belirtilmektedir. Bu hadis rivayetlerinin kapıların genişliği için verdikleri çok uzun mesafelere bakılırsa, cennet kapıları, aynı zamanda onun bölümlerini de ifade etmiş olmalıdır. Nitekim bazı eserler, sekiz cennet kapısının adlarını kaydederken bazı küçük farklarla cennetin isimlerini zikretmişlerdir. Sahih hadislerin belirttiğine göre, bu mekânlara belli amel sahipleri girebilecektir. Mesela, namazlarını dosdoğru kılanlar namaz kapısından, cihada katılanlar cihad kapısından, Allah yolunda infak yapanlar sadaka kapısından, oruç tutanlar da “reyyân” (suya kandıran) kapısından gireceklerdir.[33]
Kur’an-ı Kerîm’de cennet için “güzel meskenler”, “üst üste kurulmuş konaklar” ve “ev” kavramları kullanılmak suretiyle onun maddî mânada eleman ve tesislerden oluştuğu belirtilmiştir. Cennet hayatıyla ilgili bazı tasvirler de bu gerçeği vurgulamaktadır. Naslardan anlaşıldığına göre cennet ehli için çadırlar da kurulacaktır. Onlar cuma günleri güzel kokular saçan rüzgârların estiği bir çarşıyı dolaşacaklar, bu şekilde zarafetlerine zarafet katacaklardır.
Dünya hayatında müminlerin Allah’a itaat ve bağlılıklarının aynı derecede olmadığı bilinmektedir; bunun sonucu olarak ceza ve mükâfat da farklı derecelerde uygulanacaktır. Nitekim Nisâ sûresinin 95-95. âyetlerinde: “Mü’minlerden —özür sahipleri dışında— (evlerinde) oturanlarla mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihâd edenler eşit değillerdir. Allah, mallarıyla canlarıyla cihâda katılanları derece bakımından, oturup kalanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah herbirine en güzel (yurt olan Cennet)i va’detmiştir. Allah cihâd edenleri oturup kalanlar üzerine büyük mükâfatlarla, kendi katından derecelerle, mağfiret ve rahmetle çok üstün kılmıştır. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir” buyrulmaktadır. Bununla ilgili bir hadiste de, Allah yolunda cihad edenlere hazırlanan cennetin “yüz derece” olduğu ve her derecenin gökle yer arasındaki mesafe kadar birbirinden uzak bulunduğu haber verilmiştir.[34] Sahip oldukları nimetler açısından farklı mekânlar olduğu anlaşılan bu derecelerin imanın hasletleri (şubeleri) kadar yetmiş küsur olacağı, bu hasletleri kendisinde toplayanların bütün dereceleri elde edeceği de söylenmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan cennet tasvirleri içinde, kelimenin çoğul olarak kullanıldığı âyetlerin ekserisinde altlarından nehirlerin aktığı ifade edilmiştir. İbn Kayyim’in de belirttiği gibi bu âyetlerde geçen “taht” (alt) zarfı, cennet toprağının görünmeyen alt tabakası demek olmayıp ağaçların, binaların ve benzeri tesislerin zemini ve eteği anlamına gelir. Hadis olarak da nakledilen bazı rivayetlerden faydalanan âlimler, cennetteki nehirlerin nehir yataklarında değil yüzeyde aktıkları kanaatine varmışlardır. Cennet nehirlerinin mevcudiyetini belirten âyetler onların mahiyetleri hakkında bilgi vermezken Muhammed sûresi 15. âyet farklı bir tasvir yapar. Buna göre cennette içimi bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve süzülmüş baldan ırmaklar vardır. Buhârî ile Tirmizî’nin birbirini tamamlar mahiyette naklettikleri bir hadiste Hz. Peygamber, fırdevsin cennetin ortasını ve en üst kısmını teşkil ettiğini, dört nehrin de oradan çıktığını haber vermektedir[35]. Burada sözü edilen dört nehir Muhammed sûresinde anlatılan nehirler olmalıdır. Öyle anlaşılıyor ki bu özel nehirler diğer birçok âyette tekrarlanan genel nehirlerden ayrıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in 108. sûresine adını veren ve “çok şey” anlamına gelen “Kevser’den ne kastedildiği müfessirler arasında tartışmalıdır. Taberî, Kevser’e “cennetteki bir nehir, birçok meziyet (hayr-ı kesîr), cennetteki bir havuz” mânalarını veren âlimlerin görüşünü kaydettikten sonra kendisinin, Kevser’in bir nehir adı olduğu tarzındaki görüşü tercih ettiğini söyler[36]. Fahreddin er-Râzî ise Selef âlimlerince meşhur ve yaygın olduğunu kaydettiği “nehir” mânasından başlamak üzere Kevser için on beş yorum sıralar ve Kevser’in cennetteki hem bir nehrin hem de bir havuzun adı olduğu kanaatine temayül gösterir[37]. Muhtelif rivayetlerle nakledilen hadislerde Hz. Peygamber cennette Kevser adında bir nehrin kendisine verileceğini, bu nehrin iki kenarında İnciden yapılmış kubbelerin bulunacağını, akan suyunun da halis misk gibi koku salacağını beyan etmiştir[38]. Cenneti tasvir eden bazı âyetler orada su pınarlarının da bulunduğunu haber verir: “Kötülüklerden korunanlar bahçelerde, gölgelerde ve pınarların başında bulunacaklardır”[39]. Rahman ve Gâşiye sûrelerinde akan pınarlardan söz edilmekte, diğer bazı âyetlerde de cennet ehlinin bu pınarlardan su içeceği haber verilmektedir.[40]
CENNETE KİMLER GİRER?
Kur’an ve Sünnet’te ifade buyrulduğuna göre, peygamberlerin davetine uyup iman eden ve amel-i sâlih işleyen kimseler Cennet’e gireceklerdir. Bu kimseler Cennetliktir. Esasen Allah’a ve insanlara karşı görevlerini yerine getirmekle insan daha dünyada iken manevî bir huzura kavuşur, maddî refah sağlanır ama tam manasıyla huzur ve kardeşlik Cennet’te gerçekleşir: “Takva sahipleri, elbette Cennet’lerde ve pınarlardadırlar. Girin oraya selâmetle, emin olarak. Biz, O Cennetliklerin kalplerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar. Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılacak da değiller.” (Hicr, 45-48).
Cennetliklerin hallerini ve vasıflarını dile getiren Kur’an âyetlerinden bazılarında şöyle buyrulur:
“Onlar, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. Ve onlar, sana indirilene, senden önce indirilenlere iman ederler ve âhirete de kesin bir bilgiyle inanırlar. İşte bunlar, Rablerinden olan bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler bunlardır.” (Bakara, 3-5)
“Cennet de, muttakiler için, uzakta değildir, (o gün) yakınlaştırılmıştır. Bu, size vadolunandır; (gönülden Allah’a) yönelip-dönen (İslam’ın hükümlerini) koruyan, görmediği halde Rahman’a karşı ‘içi titreyerek korku duyan’ ve ‘içten Allah’a yönelmiş’ bir kalb ile gelen içindir. “Ona ‘esenlik ve barış (selam)la’ girin. Bu, ebedilik günüdür.” (Kâf, 31-34)
“Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah’tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur. ” (Tevbe,111)
“ Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allah’tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. ” (Tevbe,72)
“ Eğer o (ölecek kişi), yakın kılınan (mukarreb olan)lardan ise, Bu durumda rahatlık, güzel rızık ve nimetlerle donatılmış cennet (onundur). Ve eğer ‘Ashab-ı Yemin’[41] den ise, Artık, ‘Ashab-ı Yemin’den selam sana. ” (Vakıa, 88-91)
“Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve elçisine itaat ederse, onu altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” (Nisa,13)
“İman edip salih amellerde bulunanlar ise cennet halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır.” (Bakara, 82)
“Öne geçen Muhâcirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur. ” (Tevbe, 100)
“Gerçekten takva sahibi olanlar, cennetlerde ve pınar başlarındadır.” (Hicr,45)
“ Onlar, Adn cennetlerine girerler. Babalarından, eşlerinden ve soylarından ‘salih davranışlarda’ bulunanlar da (Adn cennetlerine girer). Melekler onlara her bir kapıdan girip (şöyle derler:) “Sabrettiğinize karşılık selam size. (Dünya) Yurdun(un) sonu ne güzel.” (Ra’d, 23-24)
“ İman edip sâlih amellerde bulunanlar, Rablerinin izniyle zemininden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere konulmuşlardır. Orada birbirlerine olan dirlik temennileri: Selamdır.” (İbrahim,23)
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, zemininden ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allah’tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” (Tevbe,71-72)
“Şüphesiz, müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, gönülden (Allah’a) itaat eden erkekler ve gönülden (Allah’a) itaat eden kadınlar, sadık olan erkekler ve sadık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, saygıyla (Allah’tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah’tan) korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çokca zikreden erkekler ve (Allah’ı çokca) zikreden kadınlar; (işte) bunlar için Allah bir bağışlanma ve büyük bir ecir hazırlamıştır. Allah ve Rasûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır. ” (Ahzab, 36)
“İman edip sâlih amel işleyen kimseleri, Rableri, imanları sebebiyle, ağaçları(olan), zemininden ırmaklar akan, nimeti bol Cennetler’e hidâyet buyurur. Bunların, Cennet’te duâları: Allah’ım, seni tesbih ve tenzih ederiz sözüdür ve aralarındaki dilekleri de hep selâmdır. Duâlarının sonu ise; ‘Bütün hamdler, âlemlerin Rabbine mahsustur‘ gerçeğidir.” (Yunus, 9-10)
“İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger. (Yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir. Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve oradaki ipekleri lütfeder. Orada koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar. Ne yakıcı sıcak görürler orada, ne de dondurucu soğuk. Ağaçlarının gölgeleri üzerine sarkar; kolayca koparılabilen meyveleri istifadelerine sunulur. Yanlarında gümüş kaplar ve billur kâselerle, gümüşî beyazlıkta (billur gibi) şeffaf kupalarla dolaşılır ki (cennet sakinleri bunlara dolduracakları cennet şarabını cennetteki insanların iştahları) ölçüsünde tayin ve takdir ederler. Onlara orada bir kâseden içirilir ki karışımında zencefil vardır. (Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebil denir. Cennettekilerin etrafında öyle ölümsüz genç hizmetçiler dolaşır ki, onları gördüğünde kendilerini etrafa saçılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak, (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görürsün. Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır. Rableri onlara tertemiz içecekler içirir. Onlara: ‘İşte bu, sizin işlediklerinizin karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer’ denir.” (İnsan, 11-22)
“(Ey Muhammed) iman edip salih amellerde bulunanları müjdele. Gerçekten onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine rızık olarak bu ürünlerden her yedirildiğinde: “Bu daha önce de rızıklandığımızdır” derler. Bu, onlara, (dünyadakine) benzer olarak sunulmuştur. Orada, onlar için tertemiz eşler[42] vardır ve onlar orada süresiz kalacaklardır. (Bakara, 25)
GENEL DEĞERLENDİRME
Ölüm ve ölümden sonraki gelmesi muhakkak olan hayat ebedîdir. Ne zaman geleceği de bilinmez. Öyleyse, gelip gelmemesi muhtemel ve hem de sonlu olan bu dünya hayatı için durmadan hazırlık yapan insanoğlu, âhiret hayatına da gerçekten inanmışsa mutlaka sonsuz olan âhiret hayatı için daha fazla hazırlık yapacaktır. Çünkü geleceğine inanmak, o güne hazırlanmayı gerektirir. Allah Teâlâ da Kur’an-ı Kerim’de : “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve herkes yarın için önden ne gönderdiğine baksın.” (Haşr,18) meâlindeki âyet-i kerimede “yarın”la ölümden sonrasını yani ahireti kastetmiş ve ahiret hazırlığını tenbih etmiştir.
Öldükten sonra ebedî bir hayata kavuşma inancı insanın âhiret âlemindeki saadetini temin ettiği gibi, âhirette kâinatın yaratıcısı önünde hesap verme duygusu da cemiyetteki fenalıkları, önleyen biricik âmildir. Böyle bir iman insanın kalbinde yerleşir ve insanı daima hayır işlemeye, şerden kaçınmaya, kötü şeyleri terk ederek faziletlerle zinetlenmeye, hak ve adalete uymaya, Allah’tan korkarak her yerde O’nun koyduğu hududu aşmamağa sevkeder. Çünkü mü’min, Allah’ın hududunu aşanları o büyük Cehennem azabının beklediğine inanmaktadır.
Yaşam, sadece Dünya hayatından ibaret değildir. Bu hayatın son bulduğu ölüm, bir yok oluş değil; yeni ve ebedî bir hayatın başlangıcıdır. Bilindiği gibi insanları hayvanlardan ayıran en önemli özellik akıldır.
Aklın aslî görevi ise nefis muhasebesi yapmak, geleceğini düşünmek ve ölümden sonrası için hazırlanmaktır. Çünkü insan, ölüm gerçeğini ve dolayısıyla ölümden sonrasını göz ardı edemez.
Hayatın en önemli gerçeği olan ölüm Allah’ın takdiridir; peygamberler dâhil Allah hiç kimseye dünyada ebedi bir hayat vermemiştir. İnsan ölümü savamayacağı gibi öleceği yerin de, zamanın da tayini ve bilgisi Allah’a mahsustur. Yaşanan hayatın hesabı görülmek üzere, zorunlu olarak dönüş Allah’adır. Kur’an-ı Kerim’de ölümün dehşeti karşısında insanın çaresizliğine ve acizliğine şiddetle vurgu yapılır: “(Haydi görelim sizi) Can boğaza geldiği zaman ki o zaman siz (ölmekte olana) bakar durursunuz. Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz. Eğer cezalandırılmayacak iseniz, onu geri çevirsenize; şayet iddianızda doğru iseniz.” (Mutaffifîn,87)
Ölümün kaçınılmaz olduğunu bilmek, bunu hatırda tutmak, ölüme hazırlıklı olmak ve rıza göstermek müminin hasletlerindendir. Kur’an-ı Kerim’de Allah ile buluşma sevincini hissetmeyen, yalnız dünya hayatına gönül bağlayıp orada huzur arayan gafiller yerilmiştir. Bir hadise göre de mümin öleceğini hissettiği anda Allah’a kavuşmayı her şeye tercih eden bir duyguya sahip olduğu ifade edilmiştir. Şu da bir gerçektir ki, ulvî/meleki yönünü güçlendiren insan Allah’a kavuşmayı arzulayabilir, suflî/hayvanî yönü ağır basan, dünyaya meyleden Allah’a kavuşmaktan hoşlanmayacaktır.
Yüce dinimiz, ölen bir din kardeşimizin hastalığından itibaren mezara konuncaya kadar ona karşı bize bir takım görevler vermiştir. Bu görevlerimizi hatırlatan bir hadisi şerifte Peygamberimiz şöyle buyurmuştur; “Müslüman’ın Müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmı almak, hastayı ziyaret etmek, cenazeyi takip etmek, davete icabet etmek ve aksırana Allah merhamet etsin demektir.”
Müslümanların ölen din kardeşlerine karşı yerine getirmeleri gereken dinî vecîbelerin başında cenaze namazı kılınması ve bunun için gerekli hazırlıkların yapılması gelmektedir. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), mü’min kardeşinin cenazesine katılmayı, ona karşı olan vazifelerinden biri olarak teşrî etmiş, birçok hadislerinde bunu tekrar etmiştir. Bu dinî vazifenin yerine getirilmesi büyük sevabı mucibtir. Ancak sevab, cenazeye katılma nisbetinde artmaktadır. En büyük sevab, namaz ve def’ine varıncaya kadar, cenaze ile ilgili hizmetlerin hepsine katılana verilecektir. Şu halde en azından İslam inancı üzere yaşamış Müslüman kardeşlerimizin cenazesine, defnedilinceye kadar iştirak etmek, yardımcı olmak dîn-i mübîn-i İslâm’ın vazettiği güzel âdâbtan biridir.
Kabir/berzah âlemi, Kur’ân’da müphem olarak yer almış olup sünnette açıklığa kavuşturulan bir meseledir. Bazı âyetlerin delalet ettiği kabir suâli, kabir azabı ve nimeti hususları Hz. Peygamber (sav) tarafından izah edilmiştir. İnsan zihnini meşgul eden bu önemli konunun Hz. Peygamber’in sünnetinde vuzuha kavuşması hem Kur’ân’ın beyanı açısından hem de sünnetin itikat alanındaki değeri açısından önemlidir. Kur’ân âyetlerinde işaret edilen ve Hz. Peygamber’in hadislerinde bildirilen kabir hayatı, inanılması vacip olan gaybî konulardandır.
Kabir suâlinin varlığına pek çok sahih hadis, haber ve icmâ delâlet etmektedir. Bu konuda pek çok hadis ve haber gelmiş olup, bunlar mana bakımından birbirini tamamlamaktadırlar. Kabir suâli hakkında gelen hadisler tek tek tevatür derecesine ulaşmamakla beraber, ashaptan pek çok kimse kabir suâlinin varlığına delalet eden hadisler rivayet ettikleri için, manâ yönünden mütevatirdirler. Bu sebeple kabul etmek ve olacağına inanmak gerekir.
Kur’an âyetlerinden ve hadis-i şeriflerden kabir azâbı ve nimetinin hak olduğuna kesinlikle delâlet edenler bulunduğu için, kabirde nimet ve azâbın olacağına inanmak gereklidir. Ehl-i Sünnet âlimleri, kitap ve sünnette kabir azâbına apaçık delâlet eden nasslar bulunduğundan, “Kâfirlerin ve bir kısım âsi müminlerin kabirde azap edilmeleri; itaatkâr olanların ise kabirde nimetlenmeleri… sem’î delillerle sabit olmuş olan gerçeklerdendir.” demişlerdir.
Akıl ve müşahede (gözlem) yoluyla bilinme imkânı olmayan ve ancak sem’î delillerle, Allah Teâlâ’nın ve Rasûlullah Aleyhisselâm’ın haber vermesi ve bildirmesiyle -sadece onların bildirdiği kadarıyla- bilinebilen gaybî hakikatlerden olan kabir azâbına, Kur’an âyetlerinden bazıları açıkça delâlet etmekte, bazıları ise işaret etmektedir.
Kur’an-ı Kerim de öncelikle iyilerle kötülere, hayatlarında ve ölümlerinde yapılacak muamelenin bir olmayacağını bildirerek Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Yoksa o kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini iman edip sâlih ameller işleyenler gibi yapacağız, hayat ve ölümlerini bir tutacağız mı sandılar? Ne fena hüküm veriyorlar. Hâlbuki Allah, gökleri ve yeri adaletle yarattı (zulüm olsun diye değil). Hem de herkese kazandığının karşılığı verilmek için (yarattı). Onlara asla haksızlık edilmez.” (Câsiye, 21-22.)
Gerek hadis-i şeriflerde zikredilen ziyâretçiye yönelik faydaları ve gerekse değişik haberlerde bildirilen ölüye yönelik faydalarından ötürü, İslâm’da kabir ziyâreti, ziyâret edene manevî mükâfat kazandıran bir fiil olmuştur. Nitekim dört mezheb imamı büyük müctehidlerin hepsi de kabir ziyâretinin mendûb olduğunu belirtmişlerdir.
Bazı câhiller “ziyâret” denilen türbelere giderek kıtlık, kuraklık, düşman istilâsı gibi felâketlerden korunmak, murâdına kavuşmak için ölüden medet umarlar. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz, peygamberlerin kabirlerini mescid yaptıklarından dolayı yahûdilere ve nasârâya lânet etmiştir. Bu türlü hareketler insanı İslâm’dan uzaklaştırır, putperestliğe doğru götürür. Rasûlullah’ın şiddetle men ettiği kötülükleri teşvik edenler, kendilerine uyan câhilleri uçuruma sürüklemektedirler. Türbelere, mezarlara mum yakmak, çaput bağlamak bu gibi yerlerden, bu türlü hareketlerle peygamberlere velilere hürmet ve tâzimde bulunduklarını sananlar putlara tapanların, bu putlara gösterdikleri hürmete benzer. Öncekiler de, başlangıçta sevdikleri saydıkları ölülerin kabirlerine tâzimde bulunmuşlardı. Bu türlü bâtıl âdetleri terketmeyi saygısızlık sanma.
Bid’atlerle meşgul kalpler sünnetlerden nefret ederler. Kendi bildiğince devam edenlere dikkat ederseniz, Müslümanların ihyâ etmeye çalıştıkları sünnetlerden yüz çevirdiklerini, hep bid’atlerle uğraştıklarını görürüz. Peygamberlere tâzim, sünnetlerine uymakla velîlelere muhabbet, nasihatlerini dinlemekle olur. Kabirlerin üzerine türbeler binâ etmek, bunlara duâlar edip adak adamak gibi bâtıl inanç ve geleneklerin hemen hepsi putperest aşıların tezâhürleridir, müşrikleri taklit etmektir. Kabirde yatanın velî olması, şeyh olması, duâya ihtiyacı olmadığı mânâsına gelmez. Birtakım bid’at ve dalâlet ehli sapıklar, ölüye yardım için yapılan duâyı, ölüden yardım şekline çevirdiler. Ondan medet beklemek, şifâ talep etmek mânâsında bozdular. Birtakım bid’atçiler çıkarak emrolunanlardan sapmış, nehyedilenleri irtikâba başlamışlardır. Gâfil ve safdil Müslümanlar maalesef bu sapıklığın yayılmasına âlet olmuşlardır.
Kabir ehlinin istifade edecekleri sâlih amelleri iki kısımda mütalaa etmek mümkündür:
1- Kendi Yaptıklarından İstifade Etmeleri: İnsan kabre girdiğinde onunla birlikte kabre giren ve ona fayda verecek olan, hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi, sadece amelidir. Ancak kabrinde ameliyle başbaşa kalan mü’minin, dünyada iken yaptığı bazı işleri vardır ki, bunların, kişinin ölümünden sonra da amel defterine sevap yazılmasına sebep olacağı ve ölümden sonra da bunlardan istifade edeceği, Rasûlullah Efendimiz tarafından haber verilmiştir.
2- Başkalarının Yapacakları Amellerden İstifade Etmeleri: İnsanın hayatında bizzat yaptığı veya sebep olduğu iyi işlerin, ölümünden sonra da kendisine fayda sağlayacağında ittifak eden âlimlerimiz, ölümünden sonra geride kalanların kendisi için yapacakları iyi işlerin sevabının ulaşıp ulaşmayacağı yahut hangisinin ulaşıp hangisinin ulaşmayacağı hususunda farklı görüşlere sahip olmuşlardır.
Ehl-i Sünnet âlimlerimizin hepsi, her ne kadar hangi amelin fayda verip, hangisinin fayda vermeyeceğinde ihtilaf etmişlerse de, ölüye başkalarının yapacağı amellerin fayda vereceği hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu konuda, bazı amel ve iyiliklerin fayda vereceğine dair, apaçık âyet ve hadisler vardır. Meselâ dua ve istiğfarın faydalı olacağına şu âyet-i kerime delalet etmektedir: “Onlardan, sonra gelenler şöyle derler: Ey Rabbimiz, bizi ve bizden önce imanla geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde İman edenlere karşı bir kin bırakma.” (Haşr,10)
Bedenî ibadetlerin sevabını ölüye bağışlamanın caiz olduğuna ve bundan ölünün istifade edeceğine kail olan âlimlere göre, okunan Kur’an’ın sevabı da ücretle okunmadığı ve ölüye bağışlanmak niyetiyle okunup sonunda bağışlandığı zaman ölüye ulaşır ve fayda sağlar. Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğu bu görüştedir.
Vefat edenlerin ardından Kur’an okunması, ‘avam’ın dinle irtibatı için bir vesile olmaktadır. Kaldı ki, yakınlarını/sevdiklerini Kur’an okuyarak anan kişilere “Kur’an okumayın!” dendiğinde ve yerine daha güzel bir âdet ikame edilemediğinde, söz konusu kişilerin şu an eleştirilen konumdan daha kötü bir konuma gidebileceği gözden kaçırılmamalıdır. Okunan Kur’an’ın ölülere yararı olmaması durumunda bile, okunan Kur’an ayetleri içinde duaların yer alması, ölen kişinin sadaka-i cariyeden istifade edeceğinin hadiste belirtilmiş olması dikkate alınarak, Kur’an okuma gibi salih bir ameli yerine getiren hayırlı evlatların ölen kişi için bir nevi sadaka-i cariye hükmünde olması ve Kur’an’ı o anda dinleyen ‘hayatta’ kişilerin olması Kur’an okumanın güzel olmasına delil olarak yeter.
Ölen kimsenin ardından Kur’an okuma vesilesiyle bir araya gelen insanlar, dini bir haz, heyecan ve his ile bu etkinliği gerçekleştirmektedirler. Bunu reddetmek yerine ıslah etmek, mümkün olduğunca dinin istek ve amaçlarına uygun bir tarzda yapmak önemlidir. Bu tür tâziye yerlerinde, okunan Kur’an bölümlerine bakıldığında, içerik olarak bunların Allah’ın özellikleri ve ölüm sonrası hayatla ilgili oldukları görülecektir. Hal böyle olunca, Kur’an okunan mecliste bunların anlamlarını açıklamak ve vermek istediği mesajlara değinmek uygun olacaktır. Bu, Yüce Kitabın öteki dünyayla değil, bu dünyayla ilgili olması bakımından da önemlidir. “Kur’ân’ı okuyun ve O’nunla amel edin. O’ndan yüz çevirmeyin. Yanlış yorumlarla taşkınlık yapmayın. O’nu karın doyurmaya/ticarete alet etmeyin. O’nunla zenginleşmeye kalkmayın.” hadisi ışığında, Kur’an’ı geçim vasıtasına, mezarlıkları da bir ticarethaneye dönüştürmekten kaçınılmalıdır.
Allah Teâlâ, mahşer yerinde yaşanacak bazı sahneleri–insanlar bu âyetleri dünyadayken okusunlar ve kendilerine çeki düzen versinler diye- Kitâb-ı Hakim’inde zikretmiştir. Bunlardan bir kısmını zikredelim: “Öyle insanlar vardır ki, Allah’tan başkasını Allah’a denk tutar, tıpkı Allah’ı severcesine onları severler. Müminlerin Allah’a olan sevgileri ise her şeyden daha ileri ve daha kuvvetlidir. Böyle yaparak kendilerine zulmedenler, azabı gördükleri zaman anlayacakları gibi, bütün kuvvet ve kudretin yalnız Allah’a ait olup, Allah’ın azabının pek şiddetli olduğunu, keşke şimdiden bilselerdi! İşte (izlenilen) önderler kendilerini izleyenlerden uzak durdular, Azabı gördüler ve aralarındaki her türlü bağ kesildi. Bunun üzerine tâbi olanlar şöyle dediler: “Ah ne olurdu, elimize bir fırsat geçse de onların bizden uzak durdukları gibi, Biz de onları bir reddetseydik!İşte Allah Teâlâ onlara, bütün yaptıklarını, en şiddetli pişmanlıklar halinde gösterecektir. Onların o ateşten çıkacakları da yoktur.”(Bakara, 165-167); “Yüzleri ateşte gâh bu yana, gâh öbür yana çevrileceği gün: ‘Ah!’ derler, ‘ah ne olurdu! Keşke Allah’a itaat etseydik, keşke Peygambere itaat etseydik!’ Ey ulu Rabbimiz! derler, ‘sözün doğrusu, biz önderlerimizin ve büyüklerimizin dediklerine uyduk, ama onlar bizi yoldan saptırdılar.’ Ey ulu Rabbimiz! Onlara azabın katmerlisini ver ve dehşetli bir lânetle onları rahmetinden uzaklaştır!”(Ahzâb, 66-68); “Onlar ateşin karşısında durdurulup da ‘Ah n’olurdu, dünyaya bir geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, müminlerden olsak!’ dedikleri zaman bir görsen, neler olacak neler!” (En’âm, 27)
Îman esaslarından olan âhirete îmanın son durakları ölümle başlayan âhiret; kabir hayatı, diriliş, mahşer, mizan, sırat köprüsü, cennet ve cehennem gibi safhaları içine alır. Cennet ve Cehennem insanların en çok merak ettiği, hakkında bilgi sahibi olmak istediği konulardan biridir. İnsanlık, yaratılış gereği hiçbir zaman yok olma düşüncesini kabullenmemiş ve her zaman içindeki ebedi yaşam arzusunu devam ettirmiştir. Allah Teâlâ hayatı iki kısma ayırmıştır: dünya hayatı, âhiret hayatı. Dünya hayatı geçici, âhiret hayatı ise ebedidir. Allah Teâlâ, içinde yasadığımız bu dünyayı ve üzerindeki bütün varlıkları geçici bir zaman için yaratmıştır. Bir gün gelecek, dünya ve dünyadaki canlı ve cansız bütün varlıklar yok olacaktır. Öyle ise geçici bir hayat olan bu dünyada, ebedi hayat olan âhiret için hazırlık yapmak her Müslüman’ın görevidir.
Allah Teâlâ insanları yaratıp yeryüzüne gönderdikten sonra, onlara uyarıcı ve yol gösterici olarak peygamberler, peygamberlere de kitaplar göndermiştir. Bütün peygamberler insanları hakka davet etmiş ve âhireti hatırlatmıştır. Yani kendilerine yaratılış gayelerini hatırlatmışlardır. Çünkü insanın yaratılması ve yeryüzünde yaşaması imtihan sebebidir. Bu imtihanı kazananlar olabileceği gibi kaybedenler de olacaktır. İnsanlar bu dünyada iken cüz’i iradeleriyle ister Hakk’ı ister batılı seçsinler bu seçim hakkı, herkesin bu dünyada yaşarken yaptığı amelin hesabını vermeyi de gerektirir. Hiç kimseye zerre miktarı haksızlığın yapılmadığı, yapılan iyi ve kötü amellerin hesabının sorulacağı bir zaman ve mekân vardır. Bundan kaçmak mümkün değildir. İşte bu dünyada iken yapılan amellerin hesabının verileceği gün âhiret âlemidir. Bu âlemde insanları sorguya çekecek olan ise insanları yoktan var eden ve insanlara yol göstermek üzere peygamberler ve kitaplar gönderen Allah’tır. Allah insanları hesaba çekerken herkesin önüne amel defterleri konulacak ve hiçbir haksızlık yapılmadan herkes işlediği amelin hesabını verecek ve karşılığını görecektir. Allah yapılan iyiliklerin mükâfatını, kötülüklerin de cezasını verecektir. İyilikleri fazla olanlar cennete doğru yol alırken, kötülükleri fazla olan ise cehenneme doğru yol alırlar.
Cennet ve cehennem gayb âlemi içerisinde yer alan ve inanılması her insana gerekli olan mükâfat ve azap mekânıdır. Cennet ve cehenneme îman etmek, gaybe îmanın bir gereğidir. Cennet ve cehennemin varlığına inandığını söyleyen herkes gaybe îman ediyor demektir, gaybe îman ettiğini söyleyen her insan da, gaybe îmanın gereği olan cennet ve cehenneme bu dünyada iken hazırlığını yapmak zorundadır. Cennet arzusu ve cehennem korkusuyla yaşayan insan, bir gün gelip ya mükâfat olarak cennete gireceğinin veya ceza olarak cehenneme sürüleceğinin bilincinde olacaktır. Böyle bir insan dünya hayatından sonra yaptıklarının hesabını vereceği güne îman etmek zorundadır. İnsanın yaratıldığı fıtrat da bunu gerektirmektedir.
Yazı dizimizi Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın duâlarından mulhem noktalayalım:
“Ey Allah’ımız! Bizim Rabbimiz Sensin. Senden başka hiçbir ilah yoktur. Bizi Sen yarattın. Biz, Senin kulunuz. Biz gücümüzün yettiği kadar Senin ahdin ve vaadin üzere sabitiz. Biz Senin ihsan ettiğin nimetlerini itiraf ediyor, günahlarımızı da kabul ediyoruz. Öyleyse bizi mağfiret eyle. Şu muhakkak ki, günahları Senden başkası bağışlayamaz. Biz yaptığımız şeylerin şerrinden Sana sığınıyoruz. Ey Allah’ımız! Senden Cenneti isteriz ve cennete yaklaştıracak söz ve ameli isteriz. Ve Cehennem ateşinden Sana sığınırız ve Cehenneme yaklaştıracak söz ve amelden sana sığınırız. Bizi nimet verdiğin peygamberler, şehidler, sıddîkler ve sâlihlerle beraber Cennette eyle. Bizi sevdiklerimizle beraber Cennetlik eyle. Rasûl-i Ekrem’in Havz-ı Kevser’inden içmeyi bizlere nasip eyle.” (Allâhumme Âmin)
DİPNOTLAR
[1] Faruk Nafiz Tok, Kur’an’da Cennet Ehli Ve Cehennem Ehli, s.6, Basılmamış YL Tezi, Konya, 2006
[2] Nîsâbûrî, Garâîbü’l-Kur’an ve regâibü’l-furkân, c.1, s.577, Kahire 1381-1391/1962-1971; İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, c.12, s. 112, Beyrut 1414/1994
[3] A. Sâim Kılavuz, Anahatlarıyla İslâm Akâidi ve Kelâma Giriş, s. 238, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1987
[4] Nisâ,145
[5] Hicr, 44
[6] Furkân, 13
[7] Kâria, 10
[8] İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, c.5, s. 79, Kâhire, tarihsiz
[9] Hak Dîni Kur’an Dili, c.5, s.50, Çelik-Şûra Yayınları, İstanbul, 1993
[10] Hicr, 44
[11] Kurtubî, Tezkire, s. 444-445, Kâhire, 1987
[12] İbn Kesir, en-Nihâye, c.2, s. 237
[13] Tirmizî, Cennet, 21.
[14] Faruk Nafiz Tok, Kur’an’da Cennet Ehli Ve Cehennem Ehli, s.73
[15] Nisa, 56.
[16] Yavuz Köktaş, Tüm Yönleriyle Akaid Hadisleri, s.221-228, İFAV Yayınları, İstanbul, 2013
İslam literatüründe cehennemin sonsuzluğu ile ilgili tartışmalar hicri birinci asra kadar gitmektedir. Bu bağlamda cehennemin sonsuz olmadığını ilk iddia eden kişinin Cehm b. Safvan (ö. 130/747) olduğu kaynaklarda belirtilmiştir. Ebu’l- Huzeyl el-Allâf’a (ö. 235/849) atfedilen bir görüşe göre de, ahiret hayatı için mutlak bir yok oluş söz konusu olmasa da cennet ve cehennem halkının hareketleri bir gün sona erecek ve onlar bu hareketsizlik hali içerisinde ebediyen kalacaklardır. Cehm b. Safvan ve Ebu’l-Huzeyl el-Allâf’tan sonra cehennemin sonsuzluğu hakkındaki tartışmaları alevlendiren ve kendilerinden sonra kabul ve red babında birçok eser yazılmasına neden olan İbn Teymiyye (ö. 728/1327) ve öğrencisi İbn Kayyım el-Cevziyye (v. 751/1350) olmuştur. İbn Teymiyye, ‘er-Red alâ men kâle bi fenâi’l-cenne ve’n-nâr ve beyânu’l-akvâl fî zalik’ eserinde azabın sonluluğu yönündeki kanaat belirtmiştir. İbn Kayyım el-Cevziyye de ‘Şifâ’u’l-alîl fî mesâili kaza ve’l-kader ve’l-hikme ve’t-ta’lîl’ adlı eserinde aynı yönde kanaatini izhar etmiştir. İbn Teymiyye ve İbn Kayyım’ın alevlendirdiği bu tartışmadan sonra konu ile ilgili müstakil eserler kaleme alınmış ve reddiyeler yazılmıştır. Mesela,Takiyyüddîn es-Subkî (v. 756) ‘el-İ’tibâr bi Bekâi’l-Cenneti ve’n-Nâr’ isimli eserini İbn Teymiyye’nin risalesine cevap olarak yazmıştır. Ondan yüzyıllar sonra Emîr es-San’ânî (v. 1242/1826), ‘Ref’u’l-Estâr li ibtâli edilleti’l-Kâilîn bi fenâi’n-Nâr’ adlı reddiye ile meselenin üstüne bir defa daha gitmiştir. Bu ikinci eser, Selefî ve İbn Teymiyye’nin takipçisi olan Nâsıruddin el-Albânî tarafından tahkik ve neşredilmiştir. El-Albânî de orada İbn Teymiyye ve öğrencisi İbn Kayyım’ın hatalı olduğunu açıkça itiraf etmiştir. Geniş bilgi için bakınız: Geniş bilgi için bak: İbrahim Toprak, Cennet Ve Cehennem’in Ebediliği, Basılmamış YL Tezi, Selçuk Ün. Konya, 2010
[17] Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 10; Müslim, Cennet 29; Tirmizî, Cehennem 7
[18] Faruk Nafiz Tok, Kur’an’da Cennet Ehli Ve Cehennem Ehli, s. 108
[19] Azabın bir başka yönü de, özel olarak yüzlerinin yakılmasıdır. İnsanı kibirlendiren, bu kibirle kendisini müstağni görmesini sağlayan vücudunun en önemli yeri yüzüdür. Çünkü yüz kişiye ayrı bir fert olma özelliği kazandırır. “Ben” diye tanımlanan varlığın en belirgin göstergesidir. Güzellik ve çirkinlik kavramlarının en yoğun olarak toplandığı bölgedir. İnsanlar, gazetelerde ya da televizyonda yüzü ileri derece yanmış birisinin görüntüsüne rastladıklarında, şiddetli bir acımayla karışık ürperti hissederler. Ardından benzer bir felakete karşı Allah’tan koruma isterler. Hiç kimse böyle bir felaketi kendisine kondurmak istemez ve zaten kısa sürede bu görüntü unutulur. Ancak inkârcıların gaflette olduğu bir şey vardır ki, o da benzer bir sona hem de akıllarının alamayacağı kadar şiddetlisine adım adım yaklaşmakta olduklarıdır. Cehennemdeki ateş insan vücudunun her noktasına büyük acılar verir. Ama insanın yüzünün yanması en acısıdır. Gözler, kulaklar, burun, dil ve derinin, yani beş duyu kaynağının aynı anda bulunduğu tek ve en önemli bölgedir yüz. İnsan yüze gelecek darbelere karşı çok hassastır, en ufak bir harekete şiddetli bir refleksle cevap verir. Cehennemde ise yüz, ateşte kızartılır, kaynar sularla haşlanır. Acının en yoğun olarak hissedildiği yere en ağır işkenceler yapılır.
[20] Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu ve buna benzer cehennemden sığın/sığınınız tavsiyelerine rağmen birileri Hz.Ebu Bekir radıyallâhu anh’ın “Allah’ım ahirette vücûdumu o kadar büyüt ki cehennemi ben doldurayım de başkasına yer kalmasın; bütün kulların hesabına ben yanayım” dediğini iddia etmektedirler. Said Nursî, bu sözü ehl-i imanla tahsis edilmiş olarak şöyle nakleder: “Sıddık-ı Ekber (radıyallahu anh) demiştir ki: “Cehennemde vücûdum o kadar büyüsün ki, ehl-i imana yer kalmasın.” (Emirdağ Lâhikası, Eski Sözler Yay. baskısı, 2.cilt, s. 121) Fakat yine de bu rivâyet, Hz. Ebu Bekir’e atılmış bir iftiradır. Zira, ilim ehli hiç kimse böyle bir sözü rivayet etmemiş, güvenilir kaynaklarda da böyle bir nakil yer almamıştır. Bu söz esasen, birçok yönden Kur’an’a ve Sünnete de aykırıdır. Cenab-ı Hak, yukarıdaki gibi değil, aksine şöyle dua etmeyi emretmiştir: ” (…) İnsanlardan kimi ‘Rabbimiz, bize dünyada ver!’ der; onun ahirette bir payı yoktur. Onlardan kimi de: ‘Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver ve bizi ateş azabından koru!’ der. İşte onlara, kazandıklarından bir pay vardır. (…)” (Bakara, 200-202 ) ; “(Akıl sahipleri) ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünürler. ‘Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru! Rabbimiz sen, kimi ateşe sokarsan, onu perişan edersin. Zalimlerin yardımcıları yoktur.”(Âl-i İmran, 191) Hz. Ebu Bekir, Kur’an okurken Allah’ın azabının korkusundan gözleri yaşla dolardı. Cehenneme girmemek için bütün malını ve canını Allah için ortaya koymuştur. Nasıl olur da cehenneme girmeyi Allah’tan ister? Allah Teâlâ buyurmuştur ki:”Sizi alev saçan ateşe karşı uyardım. Ona, hakkı yalanlayan ve ondan yüz çeviren şakilerden başkası girmez. Malını verip temizlenen, en müttakî olan kimse ise, o ateşten uzaklaştırılacaktır. Onun malını vermesi ise, yanındaki başkasına ait bir nimete karşılık olmak üzere değil, fakat yüce Rabbinin rızasını kazanmak içindir. Ve elbette o rızaya erecektir.” (Leyl, 14-21) Elmalılı Hamdi, bu âyetlerin Hz. Ebu Bekir hakkında nâzil olduğunu belirtir ve rivayetleri nakleder. Suyûtî, Leyl suresi 17. ve 18. ayetlerin icmâen Ebu Bekir Sıddık hakkında indiğini söyler. (El– İtkân, c.1, s.63-64, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1987) Ayrıca bu söz, Hz. Ebu Bekir’in cennetlik olduğunu bildiren sahih hadislere de aykırıdır. Ebû Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: Ben, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Allah yolunda bir şeyden çift (malından iki sığır, iki koyun, iki dirhem) infak eden, kapılardan, yani cennet kapılarından ‘Ey Allah’ın kulu! Bu kapı hayırlıdır!’ diye davet edilir. Devamlı namaz kılan da (cennetin) namaz kapısından davet edilir. Cihat ehlinden olan, cihat kapısından; sadaka verenlerden olan, sadaka kapısından davet edilir. Kişi, oruç tutanlardan ise, oruç kapısından ve Reyyan kapısından davet edilir.Ebu Bekir (r.a.): ‘-Ey Allah’ın Elçisi, bu kapıların hepsinden davet edilen kişiye (bir kapıdan girmesi, diğer kapıları terk etmesinden dolayı) bir zarar var mıdır? Bir kimse, bu kapıların hepsinden davet edilir mi?’ diye sordu. Rasûlullah: ‘Evet, hepsinden davet olunur ve senin onlardan olacağını ümit ediyorum ey Ebu Bekir!’ dedi.” (Buhârî, Fezâilu Ashâbu’n-Nebî, 18) Cennetin sadece tek kapısından değil, bütün kapılarından çağrılmayı hedefleyen Hz. Ebu Bekir mi bu uyduruk sözü söylemiş?
[21] Ebû Dâvud, Edeb, 110
[22] Bk. M. F. Abdülbâkî, Mu’cem, “cennet” md.
[23] Şûrâ, 22
[24] Rûm, 15
[25] Bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, Hâdi’l-Ervah ilâ Bilâdi’l-Efrâh, s. 142, Beyrut, 1991
[26] Diyanet İslâm Ansiklopedisi, ‘Firdevs’ maddesi, c.13, s.123
[27] Müslim, İmâre, 116
[28] Buhâri, Cihad, 4
[29] Alak, 1-5
[30] Buhâri, Tefsir 1; Müslim, Cennet 2-5
[31] Bakara, 25; Muhammed, 6
[32] Makdisi 1/194
[33] Diyanet İslâm Ansiklopedisi, ‘Cennet’ maddesi, c.7, s.379
[34] Buhârî, “Cihâd”, 4; Müslim, “îmâre”, 116
[35][214] Buharı, “Tevhîd”, 22; Tirmizî, “Şıfatü’l-cenne”, 4
[36][215] Câmi’u’l-beyân, XXX, 207-210
[37][216] Mefâtîhu’l-ğayb, XXXII, 124-126
[38][217] İbn Kesîr, II, 400-407; hem cennet hem de dünya ile ilgisi olduğu rivayet edilen nehirler için bk. Sidretü’1-Mün-Teha
[39][218] el-Hicr 15/45; el-Mürselât 77/41
[40][219] el-İnsân 76/6, 18; el-Mutaffifîn 83/28; bk. SEL-Sebl
[41] Amel defteri sağ taraflarından verilenler ve cennetlikler anlamlarına gelen bir Kurân terimidir] Kelime anlamı olarak sağa mensup olanlar, bereketli ve uğurlu insanlar, kıyamet gününde amel defterleri sağ taraflarından verilecek olan mutlu kimseler demektir. İslâm dinine inanan ve bu ilâhî düzenin kanunları çerçevesinde yaşayarak, dünya ve ahiret hayatlarını mutlu kılan bahtiyarlar, Kurârı-ı Kerîm’de “Müttekûn” ve “Müflihûn” gibi ifadelerle vasıflandırıldıkları gibi “Ashabul-Yemin” ve “Ashabul-Meymene” tabirleriyle de isimlendirilmektedirler.
[42] Cennet tasviriyle ilgili çeşitli ayet ve hadislere göre cennette hem dünya kadınları hem hûriler (Hûr kelimesi “beyaz olmak, beyazlaşmak” anlamındaki haver kökünden sıfat olan havranın çoğulu olup Türkçe’de tekili için kullanılan hûrî Arapça’da yoktur. Genellikle dilciler huri için “beyaz tenli, gözünün beyazı saf, siyahı koyu ve yuvarlak, göz kapaklan ince ve nazik” tasvirini yapmışlardır. Bir telakkiye göre hûrî ceylan gözlü, yani gözünün tamamı siyah olan demektir ki böylesine insanlarda rastlanmaz. İlgili âyet ve hadislerde hûr kelimesinin yanında zaman zaman în sıfatı da zikredildiğinden iri gözlü (şahin gözlü) olmayı da bu tasvire ilâve etmek gerekir) bulunacaktır. Ayette geçen “tertemiz zevceler” ifadesi hûrilerle birlikte dünya kadınlarını da kapsamına almaktadır. Cennete giriş öncesinde mü’minlere uygulanacak bedenî ve ruhî arındırma operasyonu sonunda, kadınların cinsî hayatlarına olumsuz etki yapan, mutluluklarını bölen fizyolojik ârızaların ve ruhî depresyonların tamamen giderileceği anlaşılmaktadır. Çeşitli ayet ve hadislerde cennet kadınlarının güzelliği, zarafeti ve çekiciliği konusunda canlı tasvirler mevcuttur. Bir rivayette hûrîler, kendi ayrıcalıklarından söz edecekleri bir sırada cennetteki dünya kadınları, dünya hayatında işledikleri güzel ameller sebebiyle onlardan üstün olduklarını ifade edecekler ve onları susturacaklardır. Bir erkeğin kaç eşe, özellikle kaç dünya kadınına sahip olacağı hususunda farklı görüşler ileri sürülmesine rağmen, bu konuda sahih rivayet Buhâri ile Müslim’de yer alan hadistir. Buna göre cennetteki her erkeğe “zarif ve şeffaf tenli” iki kadın verilecek ve orada evlenmemiş kimse kalmayacaktır (Buhâri, Bed’ü’l-halk 8; Müslim, Cennet 14). Kadınların ikisi de hûrî veya dünya kadını olabileceği gibi birinin hûrî, birinin de dünyalı olması muhtemeldir.

Yazar : imamoglumehmet
Yazar Hakkında : Ankara 1973 doğumluyum. Mamak İmam-Hatip Lisesinden 1991’de mezun oldum. 1996’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden İyi dereceyle mezun oldum. 1996’da Artvin’de öğretmenliğe başladım. Hâlen Ankara Keçiören Anadolu İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmenliği yapmaktayım.
Sitemizde En Çok Okunan İçerikler




Sitemizde En Çok Yorumlanan İçerikler




Videolar
'Mü'minûn Sûresinden Âhiret Sahneleri' Sohbeti
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (1)
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (2)
Âl-i İmrân Sûresi 190-195. âyetin tefsiri
Düğün Sohbeti
Suriye ve Mısır'daki Kardeşlerimiz İçin Dua
Ahir Zaman Müslümanına Notlar
Arşiv
Etiketler
Tavsiye Siteler
İmam Buhari Vakfı
İyiliğe Çağrı Yardım Derneği