Ölüm Ve Ötesi (3)
26.04.2020 tarihinde Genel kategorisine eklenmiş, Kişi Okumuş ve 0 Yorum Yapılmış.
Yazı dizimizin önceki bölümlerinde, kabirdekilerin kendilerine mahsus bir hayat ile Allah Teâlâ’nın kendilerine tahsis ettiği makamlarda, azap yahut nimet içinde yaşadıklarını Kur’an ve Sünnetten delilleriyle açıklamıştık. Şimdi sıra geldi hayattakilerin, kabir ehline karşı yapacaklarına. Bunların başında da şüphesiz ‘Kabir Ziyâreti’ gelmektedir.
Evet, kabirleri ziyâret edecek miyiz? Edeceksek nasıl edeceğiz? Hem kabirdekine, hem de hayattakine faydalı olacak bir ziyâret nasıl olmalıdır? Kabirdekiler, yaşayanların amellerinden istifâde edebilirler mi? İstifâde edebiliyorlarsa bunun şartları nelerdir?
Bütün bu soruların cevabını vermek ve İslâm’da kabir ziyâretinin nasıl olacağını belirtmek yazı dizimizin bu bölümünün amacı olacaktır. Tevfik Allah’tandır.
A) MEŞRÛİYYETİ:
Kabir ziyâretinin tarihi, kabirlerin yapılış tarihi kadar eskidir. Yeryüzünde kabir yapımına başlandığı günden beri insanlar buraları çeşitli maksatlarla ziyâret ede gelmişlerdir. Kabirlere “mezar” isminin verilişi de bunu gösterir ki, mezar, “ziyâret edilen yer”[1] manasına gelip, özellikle ziyâret edilen kabirler için kullanılır. Kur’an’da ziyâretle ilgili tek âyet, İslâm öncesinde dinî gayretle değil kabile mensuplarının sayısına ölülerin de dâhil edildiğini göstermek suretiyle yapılan kabir ziyâretleriyle övünmeyi eleştiren, “Çokluğunuzla övünmek kabirlere girinceye kadar sizi oyaladı” (Tekâsür, 1-2) meâlindeki âyettir
Önceleri, aralarından ayrılan, kabre koydukları sevdiklerinin bir hatırası olarak ve onlara faydalı olabilmek gayesiyle yapılan mezar ziyâretleriyle ilgili, zamanla pek çok bâtıl ve hurafe şeyler meydana gelmiş, insanlar, şeytanın da yardımıyla, gün gelmiş, Allah’ı unutup mezarlara tapar olmuşlardır. Başları darda kalan insanlar buralara koşmuşlar ve dertlerine deva aramışlar, bilhassa ataların mezarlarından medet ummuşlardır. Bu, zamanla insanları şirke ve puta tapıcılığa götürmüştür ki, İslâmın geldiği asırda Arabistan’da yaşayan müşrikler de ölülerden medet umuyorlardı.
Şüphesiz böyle bir inanç bâtıldır. Bu nedenle, şirke ve bâtıla götüren bütün yolları kapatan Rasûlullah Efendimiz, İslâm’ın ilk günlerinde, içine birçok bâtıl inanç ve hurafeler karışmış olan kabir ziyâretini tamamen yasaklamıştır. Ta ki, Tevhid dini, Müslümanların kalbine iyice yerleşip, Allah’tan başka hiçbir şeyden fayda umulmayacağını bilsinler, tam muvahhid olsunlar diye. Nitekim zamanla İslâm doktrini ve Tevhid akîdesi, açık ve kesin bir sistem halini alıp, İslâm esaslarına bağlılık ve Allah’tan başkasına ibadet etmemek prensibi Müslümanların gönlüne iyice yerleşti. Müslümanlar İslâm’ı iyice anlayıp, Tevhid Dini’ nin ne demek olduğunu öğrenince, artık ölülerden faydalanmak değil, ölülere faydalı olmak gerektiğini anladılar.
Kabir ziyâretinin yasaklanmasına sebep olan mahzurlar ve bâtıl inanç korkusu da ortadan kalktığı için Rasûlullah Efendimiz tarafından artık kabir ziyâretlerine izin verilmiş; hatta gerek ölüye, gerekse ziyâret edene yönelik olan faydalarından ötürü kabir ziyâreti teşvik bile edilmiştir. Bu ziyâretlerin nasıl yapılacağı, ziyâret esnasında nelerin yapılacağı ve nelerin yapılmasından kaçınılacağı da yine Rasûlullah Efendimiz tarafından bazen sözle ve bazen de tatbikî olarak fiille öğretilmiştir.
Kabir ziyâretine müsaade edildiğini bildiren hadislerden birinde Rasûlullah Efendimiz şöyle buyuruyor: “Size kabir ziyâretini yasaklamıştım. (Şimdi buna izin veriyorum) onları ziyâret ediniz”[2] Aynı konuda rivâyet edilen değişik hadislerde, bu iznin muhtelif sebepleri de zikredilir ki, Hz. Ali’den nakledilen rivâyet şöyledir: “Sizi kabir ziyâretinden menetmiştim, (şimdi) onu ziyâret ediniz. Çünkü o (ziyâret) size âhireti hatırlatır.”[3]
Buradaki emir teşvik içindir. Bu teşvik, insanların ölümü, âhireti hatırlayarak, bir gün kendilerinin de kabirdekiler gibi olacaklarını düşünerek, dünyaya aşırı bağlılıktan sakınıp, kabre ve ölümden sonrasına hazırlık yapmalarını sağlamak içindir. Nitekim bazı hadis-i şeriflerde kabir ziyâreti için “âhireti hatırlatır” dendiği gibi, bazılarında da “ölümü hatırlatır” denilmektedir.[4]
Bu hususta Tirmizi’nin “hasen-sahihtir” diye nitelendirdiği Büreyde hadisinde ise, Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurur: “(Ashabım), sizi kabirleri ziyâret etmekten menetmiş idim. Fakat şimdi (Peygamberiniz) Muhammed’e annesinin kabrini ziyâret etmesi için izin verildi. Siz de kabirleri ziyâret ediniz. Çünkü bu ziyâret, size âhireti hatırlatır.”[5]
Ebu Hureyre, Rasûlullah Efendimiz’in, annesinin kabrini ziyâret edişini şöyle anlatıyor: “Nebi aleyhisselâm, annesinin kabrini ziyâret edip ağladı ve yanındakileri de ağlattı. (Yani yanındakiler de onun ağlayışına dayanamayıp ağladılar). Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki: “Rabbimden onun (annemin) affını dilemek için izin istedim, bana izin verilmedi.[6] Kabrini ziyâret etmek için izin istedim, (bunun için) bana izin verildi. Kabirleri ziyâret ediniz. Çünkü bu (ziyâret), size ölümü hatırlatır. “[7]
Bir başka hadislerinde yasaklandıktan sonra izin verilen birkaç şeyin yanında kabir ziyâretini de sayan Rasûlullah Efendimiz: “…Kim ziyâret etmek isterse, ziyâret etsin. Ancak orada (ziyâret esnasında) ziyâretle bağdaşmayan boş söz ve günah işlerden sakınsın” [8] buyurmakta ve yapılan işin gayesine uygun olarak yapılmasına, beklenen faydanın elde edilebilmesi için gayesinden saptırılmamasına dikkat çekmektedir. Aynı hadisin değişik rivâyetlerinde, ‘kabir ziyâretinin insanlara sağladığı faydalar meyânında, ziyâretin kalbi yumuşatacağı ve gözü yaşartacağı’ da zikredilmektedir.[9]
Bu konuda Abdullah İbn Mesûd’dan rivâyet edilen bir hadiste ise Rasûlullah Efendimiz, kabir ziyâretini önce yasaklamış olduğunu belirttikten ve: “Onları ziyâret ediniz” dedikten sonra, ziyârete izin verilmesinin hikmetini şöyle dile getiriyor: “Çünkü o (kabir ziyâreti) sizi dünyada zâhitleştirir (dünyaya aşırı bağlanmamanızı ve değer vermemenizi sağlar) ve âhireti hatırlatır. “[10]
Gerek bu hadis-i şeriflerde zikredilen ziyâretçiye yönelik faydaları ve gerekse değişik haberlerde bildirilen ölüye yönelik faydalarından ötürü, İslâm’da kabir ziyâreti, ziyâret edene manevî mükâfat kazandıran bir fiil olmuştur. Nitekim dört mezheb imamı büyük müctehidlerin hepsi de kabir ziyâretinin mendûb[11] olduğunu belirtmişlerdir. Hanefî ve Mâlikîler perşembe, cuma ve cumartesi günleri yapılan ziyâretin daha makbul olacağını söylerlerken, Hanbelîler ziyârette bütün günlerin eşit olduğunu, Şafi’îler de perşembe günü ikindi vaktiyle cumartesi günü, gün doğuncaya kadar geçen zaman içerisinde ziyâret etmenin daha iyi olduğuna kail olmuşlardır ki, Mâlikîlerin tercih edilen görüşü de böyledir. [12]
Kabir ziyâretinin bu günlere ve bilhassa cuma gününe tahsisi, âlimlerden bazılarından mezkûr günlerde ölünün ziyâretçisini bilip tanıyacağına dair gelen haberler ve cuma gününün diğer günlerden daha faziletli oluşundandır. O gün yapılacak dua ve hayırlı işlerin makbûliyeti ve iyi amellere verilecek sevap diğer günlerdekinden farklı olacaktır. Yoksa ölünün, belirtilen gün, ya da günler dışında ziyâretçisini bilip tanımadığı anlamına gelmez bu. Çünkü ölüler sadece cuma günlerinde değil, her zaman ziyâretçilerinden haberdar olur, onları -tanıdıkları bir kişi ise- tanır ve selâmlarını alırlar.
Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir haberde şöyle buyrulmuştur: “Bir kimse, sağlığında tanıyıp bildiği bir kişinin kabrine varıp da ona selâm verirse, mezardaki onu tanır ve selâmını alır. Eğer tanımadığı bir kimsenin kabrine varıp selam verirse, ölü sadece selâmını alır.” [13]
Rasûlullah Efendimiz’in, Bedir’de öldürülen müşriklere hitabını ve ölünün kendisini kabre koyanların ayrılışlarında, gidenlerin ayak seslerini bile işittiğini haber verdiğini de biliyoruz. Ama biz onları duyamıyor, o âlemde olanları göremiyoruz. Biz duymasak bile, onlar duyduğu içindir ki, kabir ziyâretine vardığımızda yahut kabirlerin yanından geçerken oradakilere selâm veriyor, dua ediyoruz. Allah’ın Rasûlü’nün, kabristana varıldığında ölülere selâm verilmesini emredişi ve kendisinin de bizzat her vardığında selâm verişi, kabirdekilerin cemadât (cansız varlıklar) gibi olmadığına delildir. Zira cemadata hitap caiz olmadığına göre, bu hareket, ölünün kabrinde o âlemi idrak edecek bir hayatının varlığına ve hayattakilerin dua ve selâmını duyduğuna delildir. Kaldı ki, kabirdeki kişiye “ziyâret edilen (mezur)” ziyâretine varana da “ziyâretçi (zâir)” denilmesi bile, onun ziyâretçisinden haberdar olduğuna delildir. Çünkü ziyâret edilen ziyâretçisini bilmezse buna “ziyâret” adı verilmez.
Ashabın fakîhelerinden olan Hz. Âişe validemiz, kendi odasına defnedilmiş olan Rasûl-i Ekrem Efendimizi ve babası Hz. Ebû Bekir’i ziyâret ediyordu. Daha sonra onların yanına Hz. Ömer defnedilince, Hz. Âişe validemizin: “Biri kocam biri de babamdı, ama Hz. Ömer yabancıdır.” dediği ve bundan sonraki ziyâretlerinde örtünmeye daha çok dikkat ettiği rivâyet edilir.[14] O büyük insan, Hz. Ömer’in kendisini bilip gördüğüne inanmasaydı, bu sözü söylemez ve aynen eskisi gibi ziyâretlerine devam ederdi herhalde. Onun bu hareketi de, ölünün ziyâretçisinden haberdar olduğuna delildir.
Hattı zatında mümkün işlerden olan, kabirdeki ölünün ziyâretçisini bilmesi ve tanıyıp selâmını alması hakkında, buna delil olabilecek haberler de mevcut olunca, kabul ve tasdik etmek gerekir. Bu husustaki haberlerden bazılarında perşembe, cuma ve cumartesi günleri; bazılarında cuma günü ve cumartesi sabahı gün doğuncaya kadar bilir, dendiği halde, bazılarında da – böyle gün tahsisi yapılmaksızın- mutlak olarak bileceği haber verilmiştir ki, hadisler ve haberler, her ziyâretçi geldiğinde ziyâret edilenin, onları bilip sözlerini işittiğine ve selâmlarını alıp onlarla ünsiyet ettiğine delâlet etmektedir. Böyle olmasaydı Rasûlullah Efendimiz, kabirdekilere selâm vermeyi meşru kılmazdı. Bu durum, umûm ölüler için aynıdır ve ziyârette belli bir vakit şart değildir. Hatta ziyâreti belli günlere inhisar ettirmek, Rasûlullah Efendimiz’in adetine muhalif olacağından, bid’attır ve mekruhtur diyen âlimler de vardır.[15] En iyisi, mümkün olan her zaman ziyâret edip, ziyâretten istifade etmek ve ölülere de faydalı olmaktır.
B) ZİYÂRET ÇEŞİTLERİ:
Kabir ziyâretlerini birkaç yönden çeşitlere ayırmak ve tasnif etmek mümkündür. Ziyâret edilenler yönünden, ziyâret edenlerin maksat ve gayeleri yönünden ve ziyâret şekli yönünden kabir ziyâretlerini sınıflandıracak olursak karşımıza şu tablo çıkar:
1) Anne, baba, kardeş ve evlatlar gibi yakın akrabaların kabirlerini ziyâret etmek: En çok ziyâret edilen kabirler, akraba kabirleridir. Çünkü insan, hayatta iken sevdiği ve ziyâret ettiği kişileri, ölümlerini müteakip hemen unutmaz. İnsan, psikolojisi gereği unutmağa çalışsa bile, unutamaz ve onlarla olan münâsebetini devam ettirmek ve onları devamlı yanında yaşıyormuş gibi hissetmek ister. Özellikle ana-baba gibi kendisinin meydana gelmesine sebep olan ve kendisi için büyük emek sarfetmiş olan, daha doğrusu kendisi üzerinde pek çok hakkı bulunan büyüklerinin kabrini ziyâret etmek, onlara karşı minnet borcunu ödemiş olma hissini verir insana. En azından onların hatırasını yeniden canlandırır ki, ilk kabir ziyâretleri de böyle başlamış olup, ilk ziyâret edilen kabirler yakın akraba kabirleridir.
2) Yakın akraba olmayan Müslüman kardeşlerin kabirlerinin ziyâret edilmesi: Aslında kabir ve berzah âlemi, mâhiyetini sadece Allah Teâlâ’nın bildiği ve ancak dilediği kişilere bildirdiği -ki Rasûlullah Efendimize bunlardan bir kısmını bildirmiştir- insanın sırf akıl ve duyular vasıtasıyla mahiyetini kavrayamayacağı melekût âlemindendir. Allah Tealâ, Kur’an-ı Kerim’de mülk âlemine bu gözlerimizle bakıp kendi azametini görmemizi emrettiği gibi, melekût âlemi hakkında da ibretle tefekkür etmemizi ve düşünmemizi emretmekte, gördüklerinden ibret almayanları kınamaktadır.[16]
Bu emri umûmileştirecek olursak, kabir âleminden ve ölümden de ibret alınmasının emredilmiş olduğu ortaya çıkar. Hadis-i şeriflerde de -yukarıda işaret edildiği gibi-kabir ziyâretinin, ölümü ve âhireti hatırlatacağı haber verilmişti. İşte bu gaye ile ölümü ve âhireti hatırlayıp, ona göre hazırlık yapmak için, zaman zaman kabristana gidip, akrabası olmayanların kabirlerini ziyâret etmek de mubahtır.
Hatta sırf ölülerden ve ölümden ibret almak gayesiyle mü’min olmayanların kabirleri bile ziyâret edilebilir. Mü’min olmayanların kabirlerini ziyâret etmek, sadece ziyâret edene fayda sağlar; ziyâret edilene bir şey kazandırmaz. Çünkü ziyâretçi mü’min, ona dua etmez, etse de faydası olmaz.
Mü’min kabirlerini ziyârette ise fayda iki yönlüdür. Hem ziyâretçi, bu ziyâreti sayesinde ölümü, kabri ve orada karşılaşacağı suâl, azap ve nimeti hatırlayıp, kalan ömrüne kabrini Cennet bahçelerinden bir bahçe haline getirecek şekilde yön verir. Hem de kabirde yatan mü’min kardeşine, selâm verip dua ederek, okuyacağı âyet ve sûrelerin sevabını ona bağışlayarak ziyâret ettiği mü’min kardeşine faydalı olur. Çünkü mezardaki ölü, suya düşmüş olup da başkalarından yardım dileyen kimse gibidir. Onun sevap alacak veya -eğer müstahak ise-kendisini azaptan kurtaracak işleri yapma imkânı kalmamıştır. Artık faydalanacağı tek şey, ziyâretçilerinin ve mü’min kardeşlerinin yapacakları dua ve yaptıkları hayırlı amellerden bağışlayacakları sevaplardır.
3) Peygamberlerin, sâlihlerin ve velilerin kabirlerinin ziyaret edilmesi: Bu türlü ziyaretler, ölüye faydalı olmak yahut ölümden ibret almak gayesinden çok, ziyaret edilen büyük zâtın yardım ve şefaatini istemek gayesiyle yapılır. Daha önceki ziyaretlerde gaye olan kabirdeki ölüye dua ederek faydalı olmak veya ibret alarak istifade etmek, çoğu kez türbe ve yatır ziyaretçilerinin aklından bile geçmez. Onlar, müşkillerinin halli ve başlarına gelen bela ve musibetlerin defi için, ziyaret ettikleri türbe ya da yatırlardaki zevattan yardım umarlar ki, bu şekilde ölülerden medet ummaya ve yardım dilemeye ” tevessül, istiğâse, istimdâd” gibi isimler verilmektedir.[17]
Asr-ı Saadet’te Hz. Peygamber’in öğrettiği şekilde kabir ziyareti yapılırdı. Kabristana edep içinde girilir, oradakilere toplu selam verilir, kabirlerde yatanlara dualar edilir hatta dirilere bile dualar edilirdi. Kısaca ziyaretlerin gayesi ölülerin affını istemek ve onlardan ibret almaktı. Yani kimse kendi menfaati için oralarda dua etmediği gibi, orda yatandan da herhangi bir talepte bulunmazdı. Böyle bir ihtiyacı var ise ya kendisi dua eder veya Rasûlullah’a başvurur, ondan dua etmesini isterdi. Sahabenin bu konudaki anlayışı çok saf olduğundan, kabirde yatandan meded isteme veya onun hürmetine isteme, orada duaların kabulünü dileme vs. konularında onların herhangi bir problemleri yoktu. Bu meselelere ait tartışmalar sahabe devrinden çok sonraları ortaya çıkmıştır.
Sahabe devrindeki bu safiyetin daha sondaki dönemlerde yavaş yavaş bozulduğunu biliyoruz. Tasavvuf hareketinin başlaması ile bu konularda bir hayli tartışmalar yapılmıştır. Bu konuda yapılan tartışmalar birçok ihtilafları doğurmuş ve bu konuda farklı kanaatler meydana çıkmıştır[18]:
Tasavvuf erbabı, bu gibi hususlarda, hiçbir mahzur görmemişler, hatta bunun lüzum ve faydasından bahsetmişlerdir. Onlara göre, resul ve velilerin kabirlerini ziyaret etmenin en önemli gayesi budur. En mühim ve en faydalı kabir ziyaret şekli de budur. Evliyaya dua ederek onlara faydalı olmak veya kabirlerinden ibret alarak istifade etmek, ekseriya türbe ve yatır ziyaretçilerinin aklından geçmez. Bütün türbelere, dergâhlara, âsitânelere, tekkelere, yatırlara ve tarikat ehline hâkim olan anlayış, düşünüş ve inanış budur. Tasavvuftan sağ ya da ölü şeyhlerin yeryüzündeki insanlar için, Allah katında şefaatçi ve yardımcı olacaklar inancı erken başlamıştır.
Ehl-i Sünnet mensubu fıkıh ve hadis âlimleri, tasavvufçuların bu görüşlerini hiçbir zaman kabul etmemiş, daima tenkit konusu yapmıştır. Bunlardan bir kısmı, mutasavvıfları ağır ve sert, diğer kısmı yumuşak ve ölçülü bir biçimde tenkit etmişlerdir. Bu hususta İmam Birgivî şöyle der: “Şeriate en uzak olan bid’at, birçok insanın yaptığı gibi, ölüden murâdının husûlü için yardım istemektir. Bu hal, puta tapmak gibidir. Ölüden medet dilemek, şeklî bir benzeyiş değil; fiilî bir putperestlik, müşrikliktir. Ölüden yardım (dilemek avâmı) zavallılığa düşürmüştür. İnsanın büyüklüğüne inandığı ölünün kabrine tâzim ederek şirke düşmesi, ağaca, taşa taparak şirke düşmesinden kolaydır. Bu kolaylıktandır ki, çok insanlar mescitlerde duymadıkları huşû ve hudûu kabirlerde hissederler… Allah ile kendi arasında bir vâsıta ve şefaatçiyi kabule kendisini mecbur bilen adam, ya zanneder ki, Allah, kulunun istediğini bilmiyor. Yahut kendi uzaklarda olduğundan işitmiyor da böyle bir vâsıtaya muhtaç oluyor. Bir hükümdarın, kabul etmek istemediği dileği vezir ve memurlarının tesiriyle kabul ettiği gibi dünya büyüklerinin idarelerinde vâsıtaya mecbur oldukları gibi. Böyle fâsid ve bâtıl zanlara kapılan adam bilmiyor ki, padişah bu vâsıta ve müşâvirlere muhtaçtır.
Bazı câhiller “ziyâret” denilen türbelere giderek kıtlık, kuraklık, düşman istilâsı gibi felâketlerden korunmak, murâdına kavuşmak için ölüden medet umarlar. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz, peygamberlerin kabirlerini mescid yaptıklarından dolayı yahûdilere ve nasârâya lânet etmiştir. Bu türlü hareketler insanı İslâm’dan uzaklaştırır, putperestliğe doğru götürür. Rasûlullah’ın şiddetle men ettiği kötülükleri teşvik edenler, kendilerine uyan câhilleri uçuruma sürüklemektedirler. Türbelere, mezarlara mum yakmak, çaput bağlamak bu gibi yerlerden, bu türlü hareketlerle peygamberlere velilere hürmet ve tâzimde bulunduklarını sananlar putlara tapanların, bu putlara gösterdikleri hürmete benzer. Öncekiler de, başlangıçta sevdikleri saydıkları ölülerin kabirlerine tâzimde bulunmuşlardı. Bu türlü bâtıl âdetleri terketmeyi saygısızlık sanma.
Bid’atlerle meşgul kalpler sünnetlerden nefret ederler. Kendi bildiğince devam edenlere dikkat ederseniz, Müslümanların ihyâ etmeye çalıştıkları sünnetlerden yüz çevirdiklerini, hep bid’atlerle uğraştıklarını görürüz. Peygamberlere tâzim, sünnetlerine uymakla velîlelere muhabbet, nasihatlerini dinlemekle olur. Kabirlerin üzerine türbeler binâ etmek, bunlara duâlar edip adak adamak gibi bâtıl inanç ve geleneklerin hemen hepsi putperest aşıların tezâhürleridir, müşrikleri taklit etmektir. Kabirde yatanın velî olması, şeyh olması, duâya ihtiyacı olmadığı mânâsına gelmez. Birtakım bid’at ve dalâlet ehli sapıklar, ölüye yardım için yapılan duâyı, ölüden yardım şekline çevirdiler. Ondan medet beklemek, şifâ talep etmek mânâsında bozdular. Birtakım bid’atçiler çıkarak emrolunanlardan sapmış, nehyedilenleri irtikâba başlamışlardır. Gâfil ve safdil Müslümanlar maalesef bu sapıklığın yayılmasına âlet olmuşlardır.”[19]
C) ÖLÜLERİN YAŞAYANLARIN AMELLERİNDEN İSTİFÂDE ETMESİ:
Burada ölümlerini müteakip berzah hayatı başlayan kabirdekilerin salih amellerden istifade etmelerinden kastımız, kendilerinin ölmeden önce işledikleri ve amel defterlerine yazılıp beraberinde götürdükleri değildir. Çünkü ondan istifade edecekleri, herkesin mâlumudur. Asıl bizim izah etmeğe çalışacağımız husus, kendileri berzah âlemine göçtükten sonra amel defterlerine yazılacak ve orada fayda sağlayacak olan şeylerdir. Bu da, ya kendilerinin sağlıklarında yaptıklarının bir devamı olur, ya da geride kalan dost ve akrabalarının kendisi için yaptıkları.
Kabir ehlinin istifade edecekleri sâlih amelleri iki kısımda mütalaa etmek mümkündür:
1- Kendi Yaptıklarından İstifade Etmeleri: İnsan kabre girdiğinde onunla birlikte kabre giren ve ona fayda verecek olan, hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi, sadece amelidir.[20] Ancak kabrinde ameliyle başbaşa kalan mü’minin, dünyada iken yaptığı bazı işleri vardır ki, bunların, kişinin ölümünden sonra da amel defterine sevap yazılmasına sebep olacağı ve ölümden sonra da bunlardan istifade edeceği, Rasûlullah Efendimiz tarafından haber verilmiştir.
Rasûlullah Efendimiz, Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir hadisinde şöyle buyuruyor: “İnsan öldüğü zaman amel-i sâlihi kesilir, ancak üç şey müstesna (bunları yapanın amel-i sâlihi devam eder): Sadakayı cariye, faydalı ilim ve kendisine dua edecek olan salih evlat.”[21]
Bu üç şeyi dünyada bırakmış olanın, bunlar yaşadıkça ve insanlar bunlardan istifade ettikçe, kabrinde onların faydasını görüp, amel-i sâlihinin devam edeceği bildirilmektedir bu hadis-i şerifte.
Bu hususta Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir diğer hadis de şu meâldedir: “Mü’mine ölümünden sonra amel ve hasenatından (iyiliklerinden) lazım olacak olanlar (faydası olanlar) şunlardır: Öğretip yaydığı ilim, geriye bıraktığı salih evlat, (yazıp) miras bıraktığı mushaf, yaptığı mescid, yolcular için yaptırdığı konaklama yeri (ev, misafirhane) ve sağlığında, sıhhatli zamanında malından ayırdığı sadaka. İşte bunların hepsi ölümünden sonra ona lazım olur.”[22]
Görüldüğü üzere, burada da faydalı ilim ve salih evlat yanında sadakay-ı cariye cinsinden daha başka ameller de sayılmıştır. İslam’da iyi bir çığır açan ve hayırlı bir işe sebep olanların, o işi yapanların aldığı sevaba denk sevap alacağını da burada hatırlamak gerekir. Hayırlı bir işi başlatan yahut yapılmasına sebep olanların alacakları bu sevap, ölümlerinden sonra da devam edecektir.[23]
Yine Rasûlullah Efendimiz’in: “Her nefis öldürüldükçe, onun kanından Âdem’in ilk oğluna[24] bir (günah) payı gider. Çünkü öldürmeyi ilk defa âdet eden o olmuştur.”[25] meâlindeki hadisleri de kişinin sebep olduğu ve başlattığı işlerin yapılmasından, kendisine sevap yahut günah yazılacağını göstermektedir.
Demek ki, ölümden sonra sadakai câriye, faydalı ilim ve sâlih evlat bırakan, bunlardan istifade edecektir. Öyleyse her mü’minin sağlığında bunları geride bırakabilmek için gayret sarfetmesi gerekir.[26] Çünkü bu şekilde, insanın hayatında sebep olduğu amellerden istifade edeceği hususunda âlimler fikir birliği (icmâ) etmişlerdir.[27]
2- Başkalarının Yapacakları Amellerden İstifade Etmeleri: İnsanın hayatında bizzat yaptığı veya sebep olduğu iyi işlerin, ölümünden sonra da kendisine fayda sağlayacağında ittifak eden âlimlerimiz, ölümünden sonra geride kalanların kendisi için yapacakları iyi işlerin sevabının ulaşıp ulaşmayacağı yahut hangisinin ulaşıp hangisinin ulaşmayacağı hususunda farklı görüşlere sahip olmuşlardır.
Ehl-i bid’at fırkalarından olan Mu’tezile Mezhebi mensupları, duâ ve sadaka da dâhil, ölüye dirilerin yaptıkları hiç bir şeyin fayda vermeyeceğini savunur.[28] Delil olarak da Allah’ın hükmünün değişmeyeceğini ve herkesin kendi yaptıklarından sorumlu tutulacağını haber veren âyetleri getirirler: “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm,39) “Siz, ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz.” (Yâsin, 54) ve “Herkesin kazandığı hayrın sevabı kendine, yaptığı fenalığının zararı da yine kendinedir” (Bakara, 286)
Bu âyetlerde insanın yalnız kendi yaptıklarından fayda yahut zarar göreceği belirtilmiştir. Binaenaleyh kendi yaptıklarından başka bir sevap ölümünden sonra ona ulaşmaz, derler.
Ehl-i Sünnet âlimlerimizin hepsi, her ne kadar hangi amelin fayda verip, hangisinin fayda vermeyeceğinde ihtilaf etmişlerse de, ölüye başkalarının yapacağı amellerin fayda vereceği hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu konuda, bazı amel ve iyiliklerin fayda vereceğine dair, apaçık âyet ve hadisler vardır. Meselâ dua ve istiğfarın faydalı olacağına şu âyet-i kerime delalet etmektedir: “Onlardan, sonra gelenler şöyle derler: Ey Rabbimiz, bizi ve bizden önce imanla geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde İman edenlere karşı bir kin bırakma.” (Haşr,10)
Burada Cenab-ı Hakk, daha önce iman edip de göçmüş olan kardeşleri için istiğfar eden (bağışlanmalarını dileyen) mü’minleri övmüştür. Eğer istiğfarın ölülere bir faydası olmasaydı, Allah Teâlâ, âyetinde ölmüş kimselere istiğfar edenleri övmezdi.
Ölüye kılınan cenaze namazı da ona dua etmek, onun affını dilemek içindir. Nitekim Rasûlullah Efendimiz: “Ölüye namaz kıldığınız zaman ona gönülden dua edin.”[29] buyurmuş ve kendisi de kıldığı cenaze namazlarında ölü için dua etmiştir. Şâyet bu namaz ve duanın ölüye bir faydası olmasaydı, Rasûlullah Efendimiz bunu ne kendi yapar ve ne de başkalarına emrederdi.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, ölü için başkalarının yapabilecekleri işleri bir kaç maddede toplayabiliriz:
a) Dua ve İstiğfar: Ölü için yapılan dua ve istiğfarın ölüye fayda vereceğinde âlimlerimiz ittifak etmişlerdir.[30]Burada kendisi için dua edilen kimsenin mü’min olması şarttır. Zira imanı olmayanlara hiçbir şeyin fayda vermeyeceği açıktır. Zaten onlar için dua etmek de meşru değildir.
İmanı olanlara dua ve istiğfarın fayda vereceğine ise, yukarıda zikrettiğimiz âyet ve hadisler delalet ettiği gibi, bu hususta daha pek çok naklî delil vardır ve akıl da bunu teyid etmektedir: Ümmül-Mü’minin Hz. Aişe, Rasûlullah Efendimizin Bakî Mezarlığı’na çıkıp oradaki ölülere dua ettiğini, bunun sebebini sorduğunda da: “Onlar için dua etmekle emrolundum.” buyurduğunu haber veriyor.[31] Yine Rasûlullah Efendimizin, kabir ziyâreti için kabristana varanların ne söylemeleri gerektiğini öğretirken, selamdan sonra oradakiler için dua etmeyi ta’lim ettiğini daha önce zikretmiştik. Bu hususta daha pek çok sahih hadis vardır.
Bunlardan biri de, Rasûlullah Efendimizin, cenazeyi defnetme işi bitince ashabına: “Kardeşiniz için istiğfar ediniz (affını dileyiniz) ve ona tesbit (sorulara sarsılmadan cevap vermesini) isteyiniz. Çünkü o, şu anda sorguya çekilmektedir.”[32] buyurmasıdır. Bu hadis, dirinin duasının ölüye fayda vereceğine delildir. Çünkü fayda vermeyecek olsaydı Rasûlullah Efendimiz bunu emretmezdi.
Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir başka hadisinde ise Rasûlullah Efendimiz şöyle buyuruyor: “Allah Tealâ, sâlih kulunun Cennetteki derecesini yükseltir. Bunun üzerine o: Ya Rabbi bu (yükselme) nereden (ne sebebiyle) dir? diye sorar. Cenab-ı Hakk ona şöyle der: Oğlunun senin için yaptığı istiğfar sebebiyledir.”[33]
Burada da duâ ve istiğfarın ölüye faydası olacağı haber verilmektedir ki, İmam Eş’arî, “Makâlatu’l İslamiyyin” adlı eserinde, “Ashab-ı Hadis ve Ehl-i Sünnet’in cümlesinin görüşleri” başlığı altında bu zümrenin duâ ile sadakanın, Müslüman ölülerine, ölümlerinden sonra fayda vereceğine inandıklarını bildirmektedir.[34] Öyleyse duâ meşru ve faydalıdır.
b) Sadaka Vermek: Duâada olduğu gibi, sadakanın da ölüye faydalı olacağı hususunda Ehl-i Sünnet âlimleri ittifak etmişlerdir. Rasûlullah Efendimizin buna delâlet eden sahih hadisleri vardır. Nitekim Hz. Âişe vâlidemiz anlatıyor: ” Rasûlullah Efendimize bir adam gelerek şöyle dedi: “Ya Rasûlallah, annem birdenbire öldü, vasiyyet edemedi. Öyle sanıyorum ki, konuşabilseydi sadaka verirdi. Acaba ben onun yerine sadaka versem sevabı ona ulaşır mı?” Rasûlullah Efendimiz, “Evet.” cevabını verdi.”[35]
Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir başka hadis-i şerifte de babası ölmüş olan bir adam Rasûlullah Efendimize, babasının çok mal bıraktığını ve vasiyyet etmediğini bildirerek, onun namına tasadduk etsem olur mu (günahlarına keffaret olur mu)? diye soruyor. Rasûlullah Efendimizin verdiği cevap yine, “evet” olmuştur.[36]
Burada ölüye sevabının ulaşacağı bildirilen sadaka, sadakanın verildiği mal yönünden iki kısımdır: Birincisi, ölünün kendi malından verilen sadaka, ikincisi ise geride bıraktığı evlatlarının kendi mallarından verdikleri sadaka. Ölenin iman ile gitmiş olması şartıyla, bunların ikisi de kendisine fayda verir. Kaldı ki, eğer vasiyyet etmemişse, ölenin malı, zaten ölümünden itibaren mirasçılarının olur.
Bu konuda delil olan hadis-i şeriflerde, hep evladın baba ve annesi için vereceği sadaka söz konusu edildiği için ve bir de: “İnsan için kendi çalışmasından (sa’yu gayretinden) başkası yoktur”( Necm, 39) âyetiyle delil getirip, ancak evladın yaptıklarının, ölünün kendi çalışması cinsinden olacağını belirten bazı âlimler, evlat dışındaki kişilerin sadakalarının ölüye faydalı olacağına dair delil bulunmadığını söylemişlerse de[37] İmam Nevevî, ister evlat, isterse başkaları tarafından verilsin, sadakanın sevabının ölüye ulaşacağında ittifak olduğunu bildirmektedir.[38]
Ancak bu sadakanın mezar başında dağıtılması meşru olmadığı gibi, cenazeyle beraber götürülüp, cenazeyi defnedince dağıtmak da mekruhtur.
c) Ölünün Borcunun Ödenmesi: Bu ölüye fayda verip, borçtan kurtulmasına sebep olur. Burada mali borçlarının ödenmesinde, borcu ödeyen kişinin, ölünün bir yakını olması yahut olmaması neticeyi değiştirmez. Kim öderse ödesin, kendisi borçtan kurtulur.
d) Üzerinde borç kalan oruçlarının geride kalan akrabaları tarafından tutulması: Hz. Aişe validemiz, Rasûlullah Efendimizin: “Kim, üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, onun orucunu velisi tutar.”[39] buyurduğunu haber vermiştir.
Bu konuda İbn Abbas’tan rivâyet edilen diğer bir hadiste de, üzerinde bir aylık (nezir) oruç borcu olan bir kadının vefat ettiği ve çocuğunun (oğlu veya kızının) Rasûlullah Efendimize gelip: “…Ben onun yerine oruç tutsam olur mu?” diye sorduğu haber verilmektedir. Rasûlullah Efendimiz ona: “Annenin üzerinde borç olsaydı, onu öder miydin?” diye sorar. Onun: “Evet.” diye cevap vermesi üzerine de: “Allah’ın borcu, ödenmeğe daha layıktır.” buyurur.[40]
Oruç tutmak bedenî ibadetlerdendir. Burada oruç ibadeti zikredildiği ve başkalarının tutacağı orucun sevabının ölüye ulaşacağı haber verildiğinden, diğer bedenî ibadetlerde de aynı durumun söz konusu olup olmadığında ihtilaf edilmiştir. Oruç konusunda rivâyet edilen hadislerden, bazı âlimler, farz olan Ramazan orucundan üzerinde borcu olarak âhirete göçmüş olanların oruçlarının bile geride kalanlar tarafından tutulabileceği hükmünü çıkarırlarken, bazıları da sadece nezir orucunun tutulabileceğine kail olmuşlardır. Hanbelîler ile Hz. Aişe ve İbn Abbas’ın bu son görüşü savundukları haber verilmiştir.
Bu durumu açıklayan İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye: “Nasıl ki farz namazı, bir başkası diğerinin yerine namaz kılamazsa, farz oruç da aynıdır” der. Şüphesiz böyle bir kapı açmak, insanları, sağlıklarında kendi yapacakları amelleri ihmale sevkeder ki, bu hususu nazarı dikkate alan bazı âlimler, hiçbir orucu tutamaz. Ancak keffaretini verir, demişlerdir.[41]
Şunu unutmamak gerekir ki, ölmüş olan kişinin yerine bir başkasının yapacağı ibadetler, buna caizdir, diyenlere göre bile aynen kendisi yapmış gibi yüzde yüz mesuliyetten kurtarmaz. Eğer böyle olsaydı zengin olanlar, kendi ibadetlerini başkalarına yaptırır, mesuliyetten kurtulurlardı. Bu, kat’iyyen caiz değildir.
Şafi’î ve Malikîler, başkaları tarafından yapılacak olan bedenî ibadetlerin hiç birinin sevabının ölüye ulaşmayacağını söylerlerken, bu durumu göz önüne almış olsalar gerekir. Ancak Ebû Hanife, Ahmed b. Hanbel ve Selef âlimlerinin bir kısmı, oruç tutmak, Kur’an okumak, zikretmek gibi bedenî ibadetlerin sevabının ölüye ulaşacağını belirtirken de[42], bu ibadetlerin, onların sağlıklarında yapmadıkları ibadetlerin yerine geçeceğini söylememişlerdir. Bu yapılan ibadetlerin faili, -şüphesiz sağ olan kişidir ve yaptığı ibadet kendisinindir. Sadece bu ibadetten elde edeceği sevabı bir başkasına bağışlamaktadır. Bu, onun üzerindeki asıl borcun düşmesi değil, yapılan hayırlı amelin bağışlanan sevabından istifade etmesidir. Umulur ki Cenab-ı Hakk, bu sevap nedeniyle onun bir kısım azabını hafifletir veya derecesini yükseltir.
Ama ölü, kendi yapmadığı ve ihmal ettiği ibadetlerden mutlaka sorguya çekilecektir. Bazı cahil kimselerin zannettikleri gibi, ıskatını vermekle veya devirle[43] yahut fidye ve keffâretini vermekle ölü yüzde yüz mesuliyetten kurtulmuş olmaz. Eğer usûlüne uygun şekilde yapılmışsa, yapılan bu gibi iyi amellerin sevabı bağışlanmakla sadece o kişinin affı umulur.
e) Hac konusu da böyledir. Rasûlullah Efendimiz, sağlığında hacca gitmemiş olan bir kadının yerine bir yakınının haccetmesini emretmiştir.[44] Ama bu da sadece bir ibadetin yapılıp, sevabının ölüye bağışlanmışının cevazına delalet eder. Umulur ki o sevap nedeniyle Allah Teâlâ, huzuruna ibadet borcuyla varmış olan o kulunu affeder, yoksa sağlığında fırsat elde iken bu ibadeti tehir edip yapamadan ölenler, kendi ihmallerinin cezasını çekerler.
Üstelik bu gibi ibadet borçlarının üzerinde kalması için de meşru bir mazereti olmalıdır kişinin. Meselâ, oruç borçlandıktan sonra hastalanıp ölünceye dek borcunu tutacak kadar sıhhate kavuşamaması gibi. Ancak böyle bir özre binaen yapamamış olanı, geride kalanların, Allah’a karşı olan borcunu ödemeleri sebebiyle Allah Teâlâ affeder, yoksa kasıtlı olarak terkedenleri değil.
f) Kurban: İslâm’da kabirlerin başında ölüler adına kurban kesmek yasaklanmıştır. Nitekim Rasûlullah Efendimiz; “Kabirde sığır, deve, koyun kesmek, İslâm’da yoktur”[45] buyurarak bu hakikati ifade etmiştir. İslâm’da bütün ibadetler gibi kurban da ancak Allah adına ve Allah rızası için ifa edilebilir. Ölüler adına olmamak şartıyla her zaman Allah rızası için kurban kesilerek tasadduk edilip sevabı onlara bağışlanabilir. Zikredeceğimiz şu rivayet de bunu göstermektedir: Hâneş (rahimehullah) anlatıyor: “Hz. Ali (r.a)’yi gördüm, iki koç kesmişti. Dedi ki: ‘Biri kendim için, diğeri Rasûlullah için.’ Hz. Ali (r.a) ilave etti: “Rasûlullah (s.a.s) böyle emretti -veya şöyle demişti, böyle vasiyet etti.- Ben (hayatta olduğum müddetçe) ebediyyen terk etmeyeceğim.”[46]
Ayrıca Rasûlullah Efendimizin de sevabını ümmetinden Allah’ın birliğine ve kendisinin peygamberliğine şehadet edenlere bağışlamak üzere Allah adına kurban kestiği bildirilmiştir.[47]
g) Kur’an Okuyup Sevabını Ölüye Bağışlamak: Kur’an-ı Kerim, yaşamakta olan tüm insanlık için bir rahmet, şifa ve okunmasında fayda veren Allah Teâlâ’nın bir kelâmıdır. Bu konuda Rasûlullâh Aleyhisselâm’dan nakledilen oldukça fazla rivayetler vardır. Bunlardan bir tanesi de Abdullah b. Mes’ud (r.a.) tarafından nakledilen hadistir. Rivâyete göre Rasûlullâh Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: “Allah’ın Kitabından bir harf okuyana bir hasene vardır. Bir hasene ise, on kat olarak yazılır”[48] Bu hadis çerçevesinde, Kur’an’ın okunması, dirilerin yanında hayattan göçmüş müslüman kişilerin de bu gibi rahmet ve faydalardan yararlanabileceği gibi hususlar İslam âlimleri tarafından tartışılmıştır. Rasûlullâh Aleyhisselâm’ın gerek yakın çevresi gerekse arkadaşlarından ölen olduğunda Rasûlullâh Aleyhisselâm onlara Kur’an okumuş mudur? Ya da Kur’an’ın ilk muhatapları olan sahabeler böyle bir uygulama içerisinde olmuşlar mıdır? Kur’an’ın okunması sonucu sevabın ölülere ulaşması mümkün müdür? Yine bunlar ile ilgili herhangi bir rivâyet var mıdır? Ya da bazılarının dediği gibi bu husus tamamen batıl inanç mıdır? gibi soruları rivayetler ve İslam âlimleri tarafından yapılan yorumlarla açıklamaya çalışacağız.
Baştan ifâde edelim ki, yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de ölülerin ardından Kur’an okunmasına dâir emreden veya yasaklayan bir sarih âyet yoktur. Yalnızca Haşr sûresi 10. âyette: “Onlardan sonra gelenler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin. derler.” buyrularak iman edip de bu dünyadan ahirete göçmüş olan kardeşlerimiz için duâ etmemiz gerektiği ifâde edilmiştir.
Ölülere Kur’an okunup-okunmamasıyla ilgili ikinci ana müracaat kaynağımız Hadis kaynaklarına bakacak olursak pek çok rivayet ile karşılaşılacağı görülecektir.Söz konusu olan konu hakkında muhaddislerin eserlerinde birçok hadis olmakla beraber, en meşhur olan ve İslam âlimleri tarafından müsbet veya menfi olarak sunulan birkaç hadisi zikredeceğiz:
Bunlardan ilki Ma’kıl b. Yesar (r.a.) tarafından nakledilen hadistir. Hadiste Rasûlullâh Aleyhisselâm’ın “ölülerinize Yâsin’i okuyunuz”[49] hadisidir. Hadisi rivâyet eden Ebû Dâvûd, hadisin hükmü hakkında sükut etmiştir. Hakkında sükut ettiği hadislerin sâlih olduğunu bizzat kendisi söylediğinden ona göre hadis, delil olmaya elverişlidir.[50]
Heysemî, hadisin sahih olduğunu söylerken Hâkim ve Zehebî de rivayetin sahih olduğu kanaatindedirler. Diğer taraftan, İbn Kattân, rivayet edilen hadisin üç açıdan muallel olduğunu ve bu hadisin zayıf olduğunu belirterek, hadisin bazı tariklerinde mevkuf, bazılarında ise merfu olarak rivayet edilmiş olmasının yanında isnadında ızdırâb olduğunu söyler.[51] Bütün bu söylenenleri, birlikte değerlendirdiğimiz ve biraz sonra vereceğimiz hadislerin şahitliğini de göz önünde bulundurduğumuz vakit hadisin hasen olduğu kanaati ağır basmaktadır. Nitekim Şevkânî’nin vardığı sonuç da budur.[52]
Hadisin ifade ettiği anlam üzerinde muhaddisler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısım musannifler bu rivayeti, sekarât-ı mevt halinde olan kişiye yapılabilecek işlemlerle ilgili bablarda ele alırken (İbn Mâce, Cenâîz, 24) bir kısmı da istircâ (İnnâ Lillâh) bâbından sonra bu hadise yer vermiştir (Ebu Davud, Cenâîz, 24). Özellikle Ebu Dâvud, bâb başlıklarında belli bir sıra takip etmiş ve istircâ ile ölünün üzerini örtme bâblarından sonra söz konusu bâbı açmış ve hadiste ifade edilen “mevtâ” kelimesinin, ölmekte olan kişilerin değil ölmüş olanların kastedildiği kanaatindedir. Hadisin zâhiri anlamı zâten böyledir. Şafii âlimlerinden olan Muhibbu’t-Taberi de bu hadisin zahiri yönden anlamını alarak ölüden kastedilenin, ruhu bedeninden ayrılan kimse olduğunu ve hadisin ölmek üzere olan kimse için hamledilmesinin hiçbir dayanağının olmadığını ileri sürmüşlerdir.[53]
“Ölülerinize (Yasin’i) okuyunuz” hadisinin zayıf olduğunu söyleyenlerin yanında uydurma olduğunu söyleyen olmamıştır. Bu da bize bu konunun zayıfta olsa aslının olduğunu göstermektedir. Yapılan yorumlar ve düşünceler, hem ölmek üzere olan kişiler hem de ölenler olmak üzere iki yönlü bir sonuç çıkar ki, bu şekilde bir düşünüşün doğru bir yaklaşım tarzı olduğu kanaatindeyiz.[54]
Yine bir başka hadiste Rasûlullâh Aleyhisselâm’dan Abdullah b. Ömer (r.a) şöyle rivayet etmiştir: “İçinizden birisi öldüğü zaman onu durdurmayın ve onu kabrine koyma konusunda acele ediniz. Sonra da içinizden birisi ölünün başucuna durarak Fâtihâ sûresini, ayakucunda da Bakara sûresini okusun”[55]. Merfû olarak rivayet edilen bu hadisin isnadını, Heysemî senetteki Yahya b. Abdullah el-Bâbülettî’nin zayıf olduğu gerekçesiyle bu hadisi zayıf olarak nitelemiştir.[56]
Sahabeden Leclac (r.a.), oğluna vasiyette bulunurken şöyle demiştir: “Oğulcuğum! Ben öldüğüm zaman beni mezara göm. Beni mezarıma koyduğun zaman şöyle söyle: Bismillâhi ve alâ milleti Rasûlillâh. Sonra da üzerime toprak atarak onu düzle. Daha sonra ise başucumda Bakara sûresinin baş tarafını ve son kısmını oku. Zira ben Rasûlullah’ın böyle dediğini duydum.”[57] Heysemî, hadisin ravilerinin tamamının sika olduğunu belirtmiştir. Ancak bir ravi hakkında tereddüt etmiştir. İbn Hacer ise bahsi geçen ravi için makbul hükmünü vermiştir. Bunun dışında isnadda bir problem gözükmemektedir. Şu halde bu isnad, hasen derecesindedir.[58]
Cenaze namazında Fâtiha sûresinin okunacağına dair Talha’dan (Radıyallahu Anh) şöyle bir hadis nakledilmektedir: Talhâ’dan (Radıyallahu Anh): “Abdullah b. Abbas’ın (Radıyallahu Anh) arkasında bir cenaze namazı kıldım ve O, Fâtiha sûresini okudu. Sonra da onun sünnet olduğunu öğrenin diye, böyle okudum” dedi.[59] Hadisi rivâyet eden muhaddislerin bu hadisin bulunduğu bölüme verdikleri isim, Buhârî’nin ‘Cenaze namazında Fâtiha sûresini okumak babı’ şeklinde vermiş olduğu isimden farklı değildir. İmâm Tirmizî, hadise hasen sahih hükmünü verdikten sonra birçok sahâbe ve tabiîn uygulamalarının bu yönde olduğunu ve Şafii, Ahmed ve İshâk gibi âlimlerin de bu hadisle amel ettiklerini ama Sevrî ve Kûfelilerin hadisi almadıklarını ilave etmektedir. Abdurrezzâk da Tirmizî gibi İbn Mes’ud başta olmak üzere pek çok sahâbe ve tabiînin söz konusu uygulamadan yana olduklarını aktarmaktadır.[60]
Cenaze namazı, Allah’ı övme, Hz. Peygamber’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) salavât getirme ve ölü için de duâ etmek olarak telâkki edilmektedir. Zaten rükûsuz ve secdesiz olması onun, diğer namazlardan farklı olduğunu gösterir. Cenaze namazı bizzat ölmüş olan kişiye kılınır. Bu namazın ön şartı cenazenin vukuudur. Sırf ölü için kılınan bir namazda Kur’ân okunması anlamlıdır. İster duâ anlamında olsun, isterse Kur’ân’dan bereketlenme manasında olsun, bu uygulamanın ölüye Kur’ân okunabileceğine dair bir hüccettir.
Kur’an’ın ölülere okunmasına dair zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz ondan fazla rivayet bulunmaktadır.
Kaynaklarda yer alan hadislerin tamamına yakınının en iyi değerlendirmeyle hasen olduğu ve bizzat Rasûlullah efendimizin herhangi bir ölüye Kur’an okuduğuyla ilgili bir haberin gelmediği bütün âlimlerimizin ortak kanaatidir. Bunun yanı sıra ölülere Kur’an okunmasının bir sahabe uygulamasını gösteren rivayetler de vardır. Naklettiğimiz rivayetler de bunu göstermektedir. Dolayısıyla hadis açısından konu yeni değil aksine önceden de var olan bir uygulama olduğunu görmekteyiz. Yani ölülere Kur’an okunmasının sonradan bir bid’at olarak ortaya çıktığı iddiasının yanlış olduğu kanaatindeyiz.
Başta mezhep imâmları olmak üzere, fakihler de, konu hakkında değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerin bilinmesi ile konunun daha iyi anlaşılacağını ve aydınlanacağını umuyoruz:
Hanefîler, kabirde olsun, başka mekânlarda olsun, ölülere Kur’ân okumanın câiz olduğunu ve okunan Kur’ân’ın sevâbının bağışlanması durumunda, bunun ölüye ulaşacağını söylemişlerdir.[61]Hanefî fıkıh kitaplarının hemen hemen tamamında, konuya ilişkin şu metin yer almaktadır. “Kişi, namaz, oruç, zekât, hac ve Kur’ân okumak gibi bir ameli yapar da, sevâbını başkasına bağışlarsa -bunu hangi niyetle yaparsa yapsın- bu yapılan bağış yerine ulaşır ve kendisine bağış yapılan kimse bundan yararlanır. Ölü veya diri olması fark etmez.” [62]
Muhaddis ve fakîh Aynî’den, Molla Aliyyul Kârî[63] ve İbn Âbidîn’e kadar, hemen hemen bütün Hanefî fakihleri buna dâhildir. Şu ifadeler de Hanefî âlimlerine aittir: “Ehl-i Sünnet ve’l Cemâat Mezhebi’ne göre, bir insan, namaz, oruç, hac, Kur’an okumak, zikir, gibi işlediği güzel amellerinin sevabını başkasına hediye edebilir.”[64]
Hanbelîlerde Hanefîler gibi düşünerek, ölülere Kur’ân okunmasını câiz görmüşlerdir. Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Kudâme el-Cevherî ile birlikte bir cenazeye katılmış ve tam mezarlıktan ayrılacakları esnada kör bir adam kabrin başında Kur’ân okumaya başlayınca, İbn Hanbel: “Ey falanca! Kabirde Kur’ân okumak bid’attır.” diyerek kırâata engel olmuştur. Bunun üzerine Muhammed b. Kudâme, Ahmed b. Hanbel’den, Mübeşşir b. İsmâîl el-Halebî hakkındaki düşüncesini ve ondan hadis alıp almadığını sormuş, o da söz konusu şahsın sikâ (rivayet hususunda güvenilir, muteber) olduğunu ve kendisinden rivâyette bulunduğunu ifâde etmiştir. Bunun üzerine Muhammed, Leclâc radıyallahu anh hadisini, Mübeşşir b. İsmail’in kendisine rivâyet ettiğini söylemiştir. Bunu duyan Ahmed İbn Hanbel, kabirde Kur’ân okumanın bid’at olduğunu söylediği adamın çağrılmasını ve kırâatına devam etmesini istemiştir. [65]
Yine Ahmed b. Hanbel’in şöyle dediği nakledilmektedir: “Kabristana girdiğinizde Âyete’l-Kürsî ve üç defa İhlâs Sûresi’ni okuyarak şöyle duâ ediniz: Allah’ım! Onun ecrini şu kabir halkına ulaştır.” [66]
Hanbelî mezhebinin önde gelen fakihlerinden İbn Kudâme, İbn Kudâme el-Makdisî ve İbn Teymiyye, Ahmed İbn Hanbel’in bu görüşünün daha meşhur olduğunu söyleyerek, tercihte bulunmuşlardır.[67]
Bu konuda Hanbelîler de Hanefîler gibi çerçeveyi geniş tutarak, “ne tür ibâdet olursa olsun, kişi yaptığı ibâdetin sevâbını ölülere bağışlarsa, Allah’ın izniyle ölü bundan yararlanır.”[68] demişlerdir.
İbn Teymiyye ise, mâlî ibadetlerin sevabının ölülere ulaşması noktasında, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat arasında hiçbir aykırı görüşün olmadığını, namaz kılarak, oruç tutarak ve Kur’ân okuyarak sevaplarının bağışlanması durumunda, bunların ölülere ulaşıp ulaşmadığı hakkında ise tartışmaların olduğunu ve doğrusunun bu tür ibadetlerin sevaplarının da ölülere ulaşması olduğunu söylemiş, birinci bölümde incelediğimiz hadisleri de delil olarak göstermiştir. [69]
Mâlikîler, duânın dışındaki bedeni ibadetlerin ölüye ulaşmayacağını söylemişlerdir. Onlara göre muhtazar(ölüm halinde olan)ın yanında, Kur’ân okunabilir. Ama gerek defin sırasında gerekse definden sonra ölülere Kur’ân okunmaz.
Fakat Abdulhak el-İşbîlî[70] ve Kurtubî[71] gibi müteahhir Mâlikî âlimleri, özellikle de Endülüs fukahâsı, ölülere Kur’ân okunabileceğini ve ölülerin bundan yararlanacağını söylemişlerdir.
İmâm Kurtubî, ölülerin durumu ve ahirete müteallik işlerle ilgili yazdığı kitabında, bu konuya geniş yer vermiş, sonuç olarak: “Ölülere okunan Kur’ân’ın hem sevabı, hem de ölülerin o kırâati dinlemelerinin ecri onlara ulaşır. Kur’ân okunduktan sonra bağışlanan sevap da ulaşır. Çünkü Kur’ân bir duâ, istiğfar, yakarma ve istirhâmdır.”[72] diyerek kanaatini ifâde etmiştir.
Mâlikîlerden Kadı İyaz da, ölüye Kur’ân okumanın müstehab olduğunu söylemiştir.[73]
Şâfiî mezhebinde daha çok şöhret bulmuş görüşe göre, Kur’an’ın sevabı ölüye ulaşmaz. Ancak, tercih edilen görüşe göre, bu sevap -özellikle arkasından dua edildiği zaman- ölüye ulaşır. İbn Abdüsselâm dışında, hicrî altıncı asırdan itibaren, Şâfiî fukahâsının geneli, Hanefîlerin görüşünü benimsemiş ve ölülere Kur’ân okunabileceğini söylemişlerdir.
İmâm Gazâlî, bu bölümde verdiğimiz hadislerden başka, birtakım rüyalara ve İslâm bilginlerinin sözlerine de yer vererek, kabirdeki ölülere Kur’ân okumakta hiçbir sakıncanın olmadığını ve kırâatın sevabının ölülere ulaşacağını ifâde etmiştir.[74] İbnü’s-Salâh,[75] Nevevî, [76] Muhibbu’t-Taberî, İbnü’r-Rifat, İbn Hacer, Suyûtî ve Şirbînî’nin de içlerinde bulunduğu müteahhir Şâfiî ulemasının tamamına yakını, ölülere Kur’ân okunabileceğini kabul etmişlerdir.
İmâm Nevevî: “Ashabımız şöyle dedi: Mezarlığı ziyaret eden kimsenin, öncelikle kabirlere selâm vermesi, sonra da hem ziyaret ettiği kimselere, hem de bütün Müslümanlara duâ etmesi ve Kur’ân’dan kolayına gelen yerleri okuduktan sonra ölülere duâ etmesi müstehaptır.” dedikten sonra, bu görüşün bizzat İmâm Şâfiî’nin ve Şâfiî ulemâsının görüşü olduğunu kesin bir dille belirtmiştir. [77]
İmâm Nevevî el-Ezkâr’ında ise, İmâm Şâfiî ve arkadaşlarının, “Ziyaretçilerin, kabirde Kur’ân’dan bir bölüm okumaları müstehaptır. Şâyet Kur’ân’ın tamamını okurlarsa/hatim yaparlarsa, daha güzel olur” [78] dediklerini naklederek, bilinenin aksine, Şâfiî’nin görüşünün müsbet yönde olduğunu ifâde etmiştir.
Şâfiîlerin sonraki âlimlerinin yazdıklarına göre, kırâatın ölüye ulaşması, ölünün huzurunda olması; gıyabında ise kırâatın arkasından duâ edilmesi durumundadır. Çünkü kırâat mahalline rahmet ve bereket iner. Kırâatın arkasından duâ edilmesi durumunda, duânın kabul edilmesi daha çok umulur. Bunun gerektirdiği mana şudur: Kastedilen, ölünün kırâattan faydalanmasıdır, ölünün o sevabı kazanması değildir.
İbn Hacer el- Askalânî de, kendisine sorulan kırâatın sevabı ölüye ulaşır mı? suâline şu cevabı verir: “Bu, meşhur bir meseledir. Bu mevzuda ben bir risale yazdım. Hâsıl-ı kelam, mütekaddim ulemânın ekseriyeti, okunan Kur’an’ın sevabının ölüye ulaşacağı görüşündedir. Tercih edilen görüş ise, bu amelin müstehap olması ve çok yapılması kabul edilmekle beraber, mesele hakkında kesin bir şey söylemekten geri durmaktır…” [79]
Şevkânî de, diğer müteahhir ulemâ gibi ölülere Kur’ân okunabileceğini ve bunun sevabının ölüye ulaşacağını söylemiştir. [80]Daha önce ifâde ettiğimiz gibi, Şevkânî, “Ölülerinize Yâsîn Sûresi’ni okuyunuz!” hadisinin, ölüler hakkında nass (hakikat), muhtazarlar için ise mecaz olduğunu, mecaza gitmek için de bir karineye ihtiyaç olduğunu belirtmiş ve hadisten anlaşılması gereken anlamın hakikat olduğuna hükmetmiştir.
Sonuç olarak cumhûr-u fukahâ, Kur’ân-ı Kerîm’in ölülere okunabileceği, kırâatın sevabının bağışlanması durumunda, bu sevabın, ölülere ulaşacağı ve ölülerin bu sevaptan yararlanacağı kanaatindedir. Sadece İmâm Mâlik bu görüşe katılmamaktadır.
Kurtubî, Abdülhak gibi, Mâlikî fıkıhçıları da dahil, hicrî beşinci asırdan itibaren müteahhir fukahâ arasında ise, ölülere Kur’ân okunabileceği, sevabının bağışlanabileceği ve ölülerin bundan faydalanacağı konusunda icmâa varan bir ittifak oluşmuştur. Hatta bâzı fakihler bu konuda icmâ olduğunu bile ileri sürmüşlerdir. [81]
Ezher şeyhlerinden Hattâb es-Subkî, ölülerin kendilerine bağışlanan her türlü ibadetten yararlanacaklarını, cumhurun görüşünün bu yönde olduğunu söylerken,[82] çağdaşı Reşid Rızâ da, Mekke Kadısı ile Mekke’de yaptığı mülakatta kadıya, ölülere Kur’ân okunup okunamayacağını sormuş, okunur cevabını alınca, kendisi de bu görüşe katılmıştır. [83]
Seyyid Sâbık[84], Mısır Müftüsü Hasan Mahlûf, [85] Ezher şeyhlerinden Şerabâsî [86], Ebu’l-A’la Mevdudî[87], Abdülkerîm Zeydân[88], Abdulfettah Ebû Gudde[89] ve Vehbe Zuhaylî[90] gibi son devir âlimlerinin çoğu, cumhûrun görüşünü benimsemişlerdir.
Türkiye özelinde ise Muhammed Emin Er[91],Alaaddin Palevî[92], Hayrettin Karaman[93], Nureddin Yıldız[94]ve Hüsnü Aktaş (Yusuf Kerimoğlu)[95] gibi önde gelen ilim ehlinin de genel kanaatleri bu yöndedir.
Buraya kadar olan bölümde, ölülere Kur’an okunabileceğini ve ölülerin kendilerine bağışlanan kıraat sevabından yararlanacağını ifade eden âlimlerin görüşlerini aktardık. Şimdi de hem erken dönemlerde hem de son zamanlarda Kur’an-ı Kerim’in, ölülere hiçbir surette okunamayacağını, okunsa bile faydasının olmayacağını savunan âlimlerin görüşlerini özetle aktaracağız:
Böyle düşünenlere göre; Kur’an hayatta olan, işiten, gören ve kavrayabilenler için indirilmiş dünya hayatıyla ilgili bir kılavuzdur. O, ölülere hitap etmiyor, onların da ondan yararlanma zaman ve imkânları kalmamıştır artık. Kur’an-ı Kerim’den; ölülere seslerin iletilemediği (Rûm, 52), her insanın ancak kendi kazancının rehin tutulduğunu (Tur, 21), kabirlerde bulunanlara işittirecek takatin olmaması (Fatır, 22), hiçbir bir kimsenin başkasının vebalin yüklenemeyeceği ve insanın ancak çalıştığı nispetinde hesaba çekileceği (Necm, 38-41), günahkar kimselerin başkasının günahını yüklenemeyeceği ve yükünün ağırlığından dolayı yakını bile olsa başkasından asla bir şey alamayacağı (Fatır, 18), herkesin kazandığı iyilik ve yaptığı zararın kendisinin çekeceği (Bakara, 286) gibi ayetleri delil olarak gösterirler. Bu ve benzeri ayetlerden anlaşılıyor ki cennet ya da cehennem, insanın âhiretteki yerini kendi eliyle kazanması ve hiç kimseye en ufak bir haksızlık edilmemesi için bu geçici hayat yaratılmıştır, diyerek okunan Kur’an-ı Kerim’in faydasız olacağını söylemişlerdir.
Bir de böyle düşünenler, Rasûlullah Efendimiz’in hayatta iken zaman zaman Baki Mezarlığını ziyaret edip ölüler için dua ettiğini ancak orada, Fatiha sûresi de dâhil, Kur’an okuduğu veya ashabına, ölüleri için Kur’an okumaları ve sevabını bağışlamaları konusunda tavsiyede bulunduğuna dair sahih hiçbir rivayet bulunmamadığından hareketle bunun bid’at olduğunu ifade etmişlerdir.
Diğer bir itiraz da şudur: Kur’an-ı Kerim’in ölülere okunması konusunda o kadar ileri gidilmiştir ki, adeta bu alanda özel bir sektör doğmuş ve hayatında hiç Kur’an okumayan ve Kur’an’ın içeriğinden habersiz olan insanlar ölür ölmez, adına hatim ve mevlid proğramları düzenlenir hale gelmiştir. Müslümanların büyük bir kısmının gözünde artık Kur’an, hastalara ve ölülere okunan bir kitap durumuna düşmüştür. Bu bir sapmadır. Zira Kur’an’ın muhatapları dirilerdir.
Bu itirazlara karşı Ehl-i Sünnet âlimlerimizin görüşlerini nakletmiştik yukarı bölümde ancak İbnul Kayyım El-Cevziyye’nin sorulu cevaplı açıklamalarını nakletmek istiyoruz:
“ Eğer denilirse ki: ‘Bu anlattıklarınız, selef âlimlerinde görülmemekte. Hayra çok düşkün olmalarına rağmen kimse Kuran okumakla ilgili bir şey nakletmemiştir. Rasulullah da onlara bunu anlatmamış; onları duaya, istiğfara, sadakaya hac ve oruca teşvik etmiştir. Eğer Kuran okumanın sevabı da ölülere ulaşacak olsaydı Rasulullah bunu onlara anlatır, onlar da böyle yaparlardı.’
Cevabımız şudur: “Bu iddianın sahipleri, hac, oruç, dua ve istiğfar sevaplarının ölülere ulaşacağını itiraf ediyorlarsa onlara denir ki: ‘Ne sebeple Kuran sevabının ölüye ulaşacağını reddederken bu amellerin sevaplarının ulaşacağının kabul ediyorsun? Bu, benzer şeyler arasında ayrımı yapmaktan başka ne olabilir? Yok eğer bu amellerin sevaplarının ölülere ulaşacağını itiraf etmiyorlarsa ki bu olamaz bu, Kitapla, sünnetle, icma ve şer’î prensiplerde sabit olmuştur. İşin Kurân’la olan sebebine gelince, bu selef âlimlerinde görülmemiştir. Çünkü onlar, bir kimsenin Kuran okumasına ya da sevabını ölülere bağışlamasına karşı olmamışlar; haddi zatında bunun üzerine düşmemişlerdir. Zamane insanların yaptıkları gibi sırf Kur’ân okumak için kabristana gitmemişlerdir. Bunun yanında, hiçbir selefi, okuduğu Kur’ân’ı hatta verdiği sadakayı, tuttuğu orucu filanca ölüye bağışlayan bir adama rastlamamıştır.
Kur’ân okuma sevabının ölüye ulaşmasına karşı olana sonra şöyle denir: “Seleften birinden: ‘Allahım, şu orucun sevabını falancaya ver’ dediğini zorlamayla nakletmiş olsan bunu ispatlamada yetersiz kalırsın. Çünkü onlar, salih amelleri gizlemeye çok düşkündürler, ayrıca kazandıkları sevapları ölülerine ulaştırmak için Allah’ı da şahit tutmamışlardır.”
Eğer denilirse ki: “Allah’ın O Rasulü ki ashabına bunlardan bahsetmemiştir.” Meselenin cevabı çok açıktır. Mesela biri ölü adına hac yapmaktan sormuş O da buna izin vermiş. Bir diğeri ölü adına oruç tutmayı sormuş, oda buna izin vermiş. Bir başkası da ölü adına sadaka vermeyi sormuş. O ise buna da izin vermiş; ama ölü adına yapılabilecek diğer şeylerden menetmemiştir. Mücerret niyetten ve imsaktan (yemek, içmek, aile ilişkisi gibi orucu bozan şeylerden) ibaret olan orucun sevabının ulaşmasıyla Kur’ân okumak ve zikir çekmenin sevaplarının ulaşması arasında ne fark vardır? Aynı zamanda, seleften kimse böyle bir şey yapmamıştır diyen kimse de bilmediği bir konudan konuşuyordur. Bu ise bilmediği şeyin nefyine şehâdet eder. Selef ulemasından gelen, birtakım bilgileri olsa da buna hemen bir şahit bulamazlar. O halde, gayblar âlemiyle ilgili bilgileri en iyi bilen Allah (cc), onların niyetlerini amaçları hususunda özellikle de bağışlama niyetini dile getirmede, kâfidir.
Meselenin sırrı şudur: Sevap, amel eden kişinin mülküdür. Gönül rızasıyla Müslüman kardeşine bağışlayınca, Allah sevabı bu kimseye ulaştırır. Öyleyse Kur’an okuma sevabını diğer sevaplardan ayırıp kulun kardeşine göndermesine engel nedir? İnkârcılar da içinde olmak üzere çeşitli asırlarda birçok beldelerde insanlar böyle amel etmişler; ulemadan hiç kimse de buna karşı olmamıştır.
Eğer denirse ki: “Rasûlullah’a bağışlamak hakkında ne diyorsun? Cevap şudur: Muteahhirîn fukahadan bazıları bunu müstehap görürken bazıları müstehap görmemiş, bunu bid’at saymıştır. Çünkü Sahabe-i Kiram böyle şeyler yapmamıştır. Rasûlullah’a ümmetinden iyi bir amel işleyenin ameli kadar, hiçbir azalma olmaksızın sevap vardır. Çünkü Rasulullah, her türlü hayırda, ümmetine önderlik yapmış; onları irşat ederek Hakka çağırmıştır. Bir hadiste: “Kim insanları doğru yola çağırırsa[96], kendi ecri yanında, sözüne uyup hidayet bulanların ecri kadar daha ecir alır. Hidayet bulanların ecrinden de bir şey eksilmez” buyurulmuştur.[97] Her hidayet, her ilim, ümmete O’nun elinden geçtiğinden dolayı, kurtulsun ya da kurtulmasın kendisine uyanların aldığı ecir kadar, Rasulullah da ecir alır.” [98]
Diğer taraftan toplumsal yanılgı ve aşırılıktan hareketle Kur’an’ın, ölülere okunmayacağını, okunsa bile kesinlikle onlara hiçbir faydasının olmayacağını ileri sürmek de ikinci bir yanlıştır. Vefat edenlerin ardından Kur’an okunması, ‘avam’ın dinle irtibatı için bir vesile olmaktadır. Kaldı ki, yakınlarını/sevdiklerini Kur’an okuyarak anan kişilere “Kur’an okumayın!” dendiğinde ve yerine daha güzel bir âdet ikame edilemediğinde, söz konusu kişilerin şu an eleştirilen konumdan daha kötü bir konuma gidebileceği gözden kaçırılmamalıdır. Okunan Kur’an’ın ölülere yararı olmaması durumunda bile, okunan Kur’an ayetleri içinde duaların yer alması, ölen kişinin sadaka-i cariyeden istifade edeceğinin hadiste belirtilmiş olması dikkate alınarak, Kur’an okuma gibi salih bir ameli yerine getiren hayırlı evlatların ölen kişi için bir nevi sadaka-i cariye hükmünde olması ve Kur’an’ı o anda dinleyen ‘hayatta’ kişilerin olması Kur’an okumanın güzel olmasına delil olarak yeter.
Ölen kimsenin ardından Kur’an okuma vesilesiyle bir araya gelen insanlar, dini bir haz, heyecan ve his ile bu etkinliği gerçekleştirmektedirler. Bunu reddetmek yerine ıslah etmek, mümkün olduğunca dinin istek ve amaçlarına uygun bir tarzda yapmak önemlidir. Bu tür tâziye yerlerinde, okunan Kur’an bölümlerine bakıldığında, içerik olarak bunların Allah’ın özellikleri ve ölüm sonrası hayatla ilgili oldukları görülecektir. Hal böyle olunca, Kur’an okunan mecliste bunların anlamlarını açıklamak ve vermek istediği mesajlara
değinmek uygun olacaktır. Bu, Yüce Kitabın öteki dünyayla değil, bu dünyayla ilgili olması bakımından da önemlidir.
“Kur’ân’ı okuyun ve O’nunla amel edin. O’ndan yüz çevirmeyin. Yanlış yorumlarla taşkınlık yapmayın. O’nu karın doyurmaya/ticarete alet etmeyin. O’nunla zenginleşmeye kalkmayın.”[99] hadisi ışığında, Kur’an’ı geçim vasıtasına, mezarlıkları da bir ticarethaneye dönüştürmekten kaçınılmalıdır.
“Ölüler İçin Kur’an okuma hakkında son olarak şunu söyleyebiliriz: Sırf Allah rızası için okunan Kur’an’ın sevabını ölülere bağışlamak, kendilerine fayda verir. Bunu mezar başında değil de evde, yahut camide, ya da bir başka yerde okumak, bu husustaki münakaşaları bertaraf edeceği için, daha iyidir. Ama her ne kadar kabir yanında Kur’an okumak hakkındaki hadislerden bir kısmının sağlam senede sahip olmadıkları veya mevzu oldukları söyleniyorsa da, kabre dikilen yaş dalın Allah Teâlâ’yı zikretmesinden ötürü azap hafifletilince, kabir yanında okunan Kur’an’ın faydasız olacağını söylemek bilmem isabetli olur mu? Yeter ki sırf Allah rızası için, bid’atler karıştırılmadan ve usulüne uygun olarak okunsun. Orada yalan yanlış okuyup, bir taraftan alacağı parayı, bir taraftan da gelen yeni ziyaretçilerden tutacağı yeni müşteriyi düşünen istismarcıların eline düşmesin…”[100]
Allah subhânehû en doğrusunu bilir. Doğrular Allah’tandır. Yanlışlıklar nefsime aittir. Hatalarımdan dolayı bağışlaması bol olan Rabbime sığınırım.
(Devam Edecek)
DİPNOTLAR
[1] El-Mu’cemu’l-Vasît, c. 1, s. 408; Müntehabât-ı Lügat-i Osmâniyye, “Mezar” maddesi, İstanbul, 1286
[2] Müslim, Cenâiz, 36
[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned. c. I, s. 145
[4] Ebu Davud, Cenâiz, 18
[5] Tirmizi, Cenâiz, 18
[6] İslâm âlimleri arasında Ebeveyn-i Rasûl’ün dinî konumu hakkında bunların ehl-i necat oldukları ve olmadıkları ile durumlarının belirsiz olduğu şeklinde üç ana temayül oluşmuştur. Ahirette ehl-i necat olacakları görüşünde olan çoğunluk, ilgili birçok ayet, hadis ve rivayetleri delil göstererek Ebeveyn’in fetret ehlinden olduklarını, Hanif olduklarını ve Hz. Peygamber’in özel duasıyla diriltilip ona iman ettiklerini ileri sürmüşlerdir. Ehl-i necat olmadığı görüşünü benimseyen azınlıkta kalan âlimler ise Ebeveyn’in Cahiliye döneminde yaşadıklarını ve o dönemin yaygın inancının putperestlik olmasını göz önünde bulundurarak onların da müşrik olduklarını, bu sebeple de ahirette kurtuluşa erenlerden olmayacaklarını iddia etmişlerdir. Bir kısım âlimler de onlar hakkında müspet veya menfi her hangi bir hüküm vermekten kaçınarak çekimser kalmışlardır.( Geniş bilgi için bk. Metin Yurdagür, İslâm Düşüncesinde Fetret Kavramı, İst., 1998, II.baskı, s.50-54,Marifet yayınları )
Bu derin mevzûda büyük hanefî âlimi İbn Abidin rahimehullah’ın görüşünü nakledelim: “Bazı muhakkik âlimlerin belirttiği gibi bu meseleyi üstün bir edep dairesinde işlemek gerekir. Bu, bilinmemesi zarar veren ya da kabir veya mahşerde sorulacak konulardan değildir. Bu yüzden bu meselede hayırdan başka söz sarf etmemek, dilimizi korumak en doğru ve en sağlıklı yoldur.” (Muhammed Emin İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar ala’d-Durri’l-Muhtâr, tahk. Hüsameddin Farfur, Dımaşk, 2000, VIII, 615)
[7] Müslim, Cenâiz. 36; İbni Mâce, Cenâiz, 48
[8] Nesaî, Cenâiz, 100
[9] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. III, s. 237
[10] İbni Mâce, Cenâiz, 47
[11] Sevilen, yapılması uygun olan, işlenmesi teşvik edilen iş. Dinen yapılması iyi sayılmakla birlikte yapılmamasında sakınca olmayan ve Rasûlullah (s.a.s)’ın bazan yapıp, bazan terkettiği işler. Buna; müstehap, nâfile, tatavvu ve ihsan adları da verilir.
[12] Vehbe Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, c.3, s.89-92, Risale Yayınları, İstanbul, 1990
[13] Suyutî, Büşral Keîb’den nakleden Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat Kabir Hayatı, s.421, Esra Yayınları, Konya, 1994
[14] Seyyid Sabık, El-Akâidu’1-İslâmiyye, s. 237, Dâru’l-Kütübil- Arab, Beyrut, Tarihsiz.
[15] Osman Şekerci, İslâm Terbiyesi, s. 381, 1972.
[16] A’raf. 7/185
[17] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat Kabir Hayatı, s.427
[18] Kur’ân da ve hadislerde Allah’a yakınlığı sağlayan şeyler olarak ifadesini bulan Tevessül ve bu kavrama bağlantılı olarak şefaat, istimdâd ve istigâse kavramları, İslâm düşüncesinde tartışılan temel problemlerden biridir. Bu konuda Genç Birikim Dergisinde “İstimdâd, Tevessül ve Rabıta Konularında Doğru Tavır” adıyla bir yazı dizisi kaleme almıştık.Geniş bilgi için yazı dizimizin linki: Bkz: http://www.gencbirikim.net/istimdad-tevesul-ve-rabita-konularinda-dogru-tavir-1/
[19] İmam Birgivi, Ziyaretu’l-Kuburi, eş-Şeriyyeti ve’ş-şirkiyye (Şer’i ve Şirki Kabir Ziyareti) / (Bidat ve Müstehab Kabir Ziyaretleri), s.53-55, Guraba yayınları, İstanbul,1997
Şeyh Muhyiddin Muhammed bin Ali el- Birgivî el-Hanefi (rh.a) , 1521 senesinde Balıkesir’de doğdu. Yöresindeki birçok âlimden İslami ilim tahsil etti. Zamanında kabirler üzerine türbe yapılması, buralarda mum yakılması, ücret karşılığında Kur’an okunması gibi bid‘atlar ve ayrıca bâtıl itikadlarla, kadılar arasında rüşvetin yaygınlaşması, zengin çocuklarına ücretle ilmî pâyeler verilmesi gibi meşrû olmayan uygulamalara karşı da mücadele etti. İkinci Selim’in hocası Ataullah Efendi, Birgivî’nin ilimdeki kudretini takdir ederek, onu Birgi’de yaptırdığı medresenin müderrisliğine tayin ettirdi. Birgi’ye yerleşip ömrünü talebe yetiştirmek, vaaz vermek ve kitab yazmakla geçirdi. 1573’de vefat etti. Kabri, İzmir’in Birgi kasabasında bir tepededir. Fıkıhta Hanefî, itikadda Mâtürîdî olan Birgivî Mehmed Efendi’nin biyografisinden bahseden bütün kaynaklar, onun Osmanlılar döneminde yetişmiş seçkin bir âlim olması yanında dinî ve ahlâkî şahsiyeti bakımından da mükemmel bir insan olduğu belirtir. Birgivî son derece dürüst ve tavizsiz bir ilim adamıdır. Nitekim döneminde çok yaygın olan anlayışa rağmen hiçbir eserini herhangi bir devlet büyüğüne ithaf etmemiş, aksine devlet ileri gelenleri de dâhil olmak üzere her seviyedeki yöneticilerde ve görevlilerde gördüğü kusurları cesaretle tenkit etmiştir. Keşke Osmanlının tüm ilim adamları, İmam Birgivî gibi olsalardı.
[20] Buharî, Rikak, 42
[21] Müslim, Vasiyyet, 3; Ebu Davud, Vesaya, 14
[22] İbn Mace, Mukaddime, 20
[23] Müslim, İlim, 6
[24] Hadiste ismi sarahaten belirtilmeyen Hz.Âdem’in kâtil olan oğlunun ismi Tevrat’a göre Kâbildir. Tevrat’a göre Kâbil, Hz. Âdem ile Hz.Havvâ’nın ilk, Hâbil ise ikinci oğludur.
[25] Buhari, Enbiyâ, 1
[26] Süleyman Toprak, A.g.e., s.453
[27] İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitâbu’r-Rûh, s.157, ( trc. Şaban Haklı) , İz Yay., İstanbul, 1993; Akif Akay, Ölülerin Yararına Yapılan Amellerin Akaid Açısından Değerlendirmesi, Yeni Ümit Dergisi, Sayı: 68, Nisan – Mayıs – Haziran 2005
[28] Aliyyu’l-Kari, Fıkh-ı Ekber Şerhi, s.353, Hisar Yayınları, İstanbul
[29] Ebu Davud, Cenaiz, 59
[30] Vehbe Zuhaylî, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c. 3, s. 98-100
[31] Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 6, s. 252.
[32] Ebû Dâvud, Cenâiz 72
[33] İbn Mace, Edeb, 1
[34] Eş’arî, Makâlatu’l-İslamiyyin, s. 282, Matbaatu’s-Seâde, Mısır, 1954
[35] Buharî, Cenaiz, 94
[36] Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 2, s. 371
[37] Nasıruddin El-Elbânî, Ahkamu’l-Cenâiz, s. 173-174, Beyrut,1969
[38] Süleyman Toprak, A.g.e., s.457
[39] Buharî, Savm, 42
[40] Müslim, Sıyam, 27
[41] Nasıruddin El-Elbânî, Ahkâmu’l-Cenâiz, s. 170
[42] Aliyyu’l-Kari, Fıkh-ı Ekber Şerhi, s.353-354
[43] Sözlükte “ıskat, düşürmek; devir ise, döndürmek, çevirmek” anlamına gelmektedir. Dinî literatürde, kişinin sağlığında edâ edemediği namaz, oruç, kurban, adak, keffâret gibi ibadetlerinin, vefatından sonra fakirlere fidye ödenerek düşürülmesine ıskat; bu maksatla ayrılan meblağın kâfî gelmemesi durumunda uygulanan yönteme de devir denmektedir. Kur’ân’da, oruç tutmaya gücü yetmeyen çok ihtiyar veya iyileşme umudu kalmayan hastaların, fidye vermeleri gerektiğine dair hüküm bulunmaktadır (Bakara, 184). İslâm bilginlerinin çoğunluğu, bu âyetten hareketle, mazeretli veya mazeretsiz orucunu tutmamış ve kaza etmeden vefat etmiş olan kimselerin oruç borçları için fidye ödenebileceğini ifade etmişler; oruç borcu olan kişilerin ölmeden önce bu konuda vasiyette bulunmalarını tavsiye etmişlerdir. Çünkü ölenin bu konuda vasiyetinin bulunması, bu kıyas hükmünü daha da kuvvetlendirecektir. Bu şekilde vasiyette bulunulmuşsa, defin masrafı ve varsa borçları düşüldükten sonra, terikenin üçte birinden bu vasiyyetin ifâsı gerekir. Vasiyet yoksa mirasçılar, isterlerse, miras malından, miras bırakmamışsa veya yetmezse kendi mallarından teberru olarak da verebilirler.
Namaz borcunun düşürülmesi anlamındaki ıskat-ı salât, Kur’ân ve Sünnetten herhangi bir delile dayanmamaktadır. Ancak, oruçtaki fidye hükmünü göz önünde bulunduran bazı âlimler, en azından namaz için verilen fidyelerin günahların silinmesine vesile olacak bir iyilik olduğu düşüncesiyle, mükellefin, vaktinde kılamadığı ve sonra da kaza edemediği namazlar için fidye verilmesi konusunda vasiyette bulunmasını yararlı görmüşlerdir. Iskat için ayrılan paranın yetmemesi halinde, bir miktar paranın fidye olarak fakire verilmesi, onun da bunu alıp kabul ettikten sonra tekrar iade etmesi, aynı paranın tekrar fakire fidye olarak verilmesi ve bu işlemin fidye meblağına ulaşıncaya kadar devam etmesi şeklinde cereyan eden devir usulü, tamamen asılsız olup, dinde yeri yoktur. Son olarak Yusuf Kerimoğlu hocamızın bu konudaki görüşünü nakledelim: “Herhangi bir mü’min, meşrû herhangi bir özür sebebiyle namazını kazaya bırakmışsa ve kılamamışsa, mutlaka vasiyyet etmelidir. Zira vasiyyet ettiği fidye namazı ödemezse; en azından fakirlere tasadduk olur ve bir kötülüğün silinmesine vesiledir. Şunu da hemen kaydedelim ki; kasden namazı terkeden ve ölümünden sonra “Fidye” ile bundan kurtulacaklarını zannedenler, hayal içerisindedirler. Zira ûlema; acz halinde kazaya kalan namazların bile, “Fidye” ile kurtulacağını söylememiş, “İnşallah” demek suretiyle, sadece hayrı esas almıştır. Firaset sahibi mü’minler indinde, namaz kılmaktan aciz olabilme halleri malûmdur. Kasden namazı terkeden kimseler için “Iskat-ı Salât ve Devir” katiyyen yapılmamalıdır ki; namazın kadr-ü kıymeti bilinsin!..( Emânet ve Ehliyet- İslâm İlmihali-, s.299, Ölçü Yayınları, Ankara,1985)
[44] Müslim, Sıyam, 27
[45] Ebu Davud, Cenâiz, 70
[46] Tirmizî, Edahi, 1
[47] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c.4, s.539-540, Akçağ Yayınları, Ankara, 1990
[48] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’an, 16
[49] Ebu Davud, Cenâîz, 20
Tayâlisî (v. 204/819), Ebû Ubeyd (v.224/839), İbn Ebî Şeybe (v.235/849) ve İbn Hanbel (v.241/855) gibi kütüb-i sitte öncesi muhaddislerin eserlerinde yer alan bu hadisi, sünen sahipleri de rivâyet etmişlerdir. Hadisin sekiz ayrı mütâbii vardır. Fakat hadisi, sahâbeden sadece Ma’kıl b. Yesâr’ın rivâyet etmiş olması ve beşinci tabakaya kadar bu durumun devam etmesi, söz konusu rivâyetin ferd-i mutlak ya da bir başka ifâdeyle garîb-i mutlak olduğunu göstermektedir. Beşinci tabakada iki râvi vardır: Abdullah b. el-Mübârek (v.181/797) ve Yahya el-Kattân (v.198/813). İbn Hıbbân (v.354/965) dışındaki muhaddislerin tamamı hadisi Abdullah b. Mübarek tarikiyle rivâyet etmişlerdir. Heysemî, hadisin râvîlerinin, sahihin ricalinden olduğunu söyleyerek, isnâda sahih hükmü vermiştir. (Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, c, VI, s. 314)
[50] Ebû Dâvûd, Risâletü Ebî Dâvûd ilâ Ehl-i Mekke, s. 38
[51] Zekeriya Ceylan, Teolojik ve Folklorik Açıdan Ölüm ve Ölüyle İlgili Davranış Uygulamaları, Yüksek Lisans Tezi, s.88, Sakarya, 2010
[52] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c.4, s.22, Mısır,1398
[53] İbn Hacer, Telhîsu’l Habîr fî Tahrîci Ehâdîsi’r-Râfi’ı’l-Kebîr, c.2, s.650, Mektebetü Nizâr, Riyâd.
Abdulhak el-İşbîlî (v.582/1186), İmâm Kurtubî (v.671/1273), Tîbî (v.743/1342), Münâvî (v.1031/1622) ve Abdurrahmân el-Bennâ (v.1378/1958) gibi muhaddisler, hadisin hem ölmek üzere olanlara hem de rûhunu teslim etmiş olan ölülere ihtimalli olduğunu söylemişlerdir.
(Kurtubî, et-Tezkira, c.I, s.102; Abdulhak, el-Âkıbe, s.255. Münâvî, Feydu’l-kadîr, c.2, s.65)
[54] Şevkânî, söz konusu münakaşaya yer verdikten sonra şu değerlendirmeyi yapar: “Hadisin lafzı ölüler hakkında açıktır (nass). Onun, ölmek üzere olan diri kimseye (muhtazar) şümulü mecazdır. Mecâza ise ancak bir karine (delil, ipucu) olması halinde gidilir. Cemaat halinde ölünün yanında veya kabri üzerine Yâsîn okumak ile mescitte veya evinde Kur’an’ın tamamını (hatim) veya bir kısmını ölü için okumak arasında bir fark yoktur.(Şevkânî, İrşâdü’s-sâil, s. 46)
[55] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, c.12, s.340, 3. baskı, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1985
[56] Heysemî, Mecmau’z-zevâid ve Menbau’l Fevâid, c.3, s.47, Daru’l-Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut, 1987
Söz konusu bu râvinin yanında seneddeki Eyyûb b. Nehîk de aynı şekilde cerhedilmiştir. bu iki Ravi’nin hakkında söylenenleri hep birlikte düşündüğümüzde isnadın zayıflığının, yesîru’d-da’f olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Tebrîzî , Beyhakî’nin bu hadisi tahric ettikten sonra şöyle dediğini nakletmektedir: “Doğrusu bu hadis mevkûftur” Fakat Beyhakî’nin hadis hakkında söylediği şeyi bu anlamda anlamak mümkün değildir. Çünkü Beyhakî:“Bildiğim kadarıyla bu hadis, yalnızca bu isnadla yazılmıştır. İçinde söz konusu kırâatın geçtiği hadis, İbn Ömer’e mevkûf olarak bize rivâyet olunmuştur.(Beyhakî, Şuabu’l-İman, c.VII, s. 16 (h.no. 9294)Şeklinde zayıf bir görüş bildirmiş ve kuvvetli olanını tahric etmiştir. Zira mevkûf dediği rivâyeti, temrîd edâtıyla söyleyerek isnadını da vermemiştir. Bu cümleden çıkarılması gereken anlam, bu hadisin mevkûf olduğu değil, ayrıca hadisin mevkûf olarak varid olduğudur. Zira İbn Ömer’in (Radıyallahu Anh) aynı lafızlarla fetvâ vermesi mümkündür. Çünkü onun böyle anlaşılmasını gerektiren başka hadisler vardır.
[57] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, c.19, s. 220- 221
[58] Hadis hakkındaki değerlendirmeler için bak: Zekeriya Ceylan, A.g.t., s. 89
[59] Buhârî, Cenâiz, 65; Ebû Dâvud, Cenâiz, 59; Tirmizî, Cenâiz, 39; Nesâî, Cenâiz, 77
[60] Abdurrezzâk, El-Musannef, c. 3, s. 489
[61] İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, c.3, 63; Meydânî, el-Lübâb, c.1, s.138. İbn Âbidîn, er-Reddü’l-Muhtâr, c.1,s. 844
[62] Aynî, el-Binâye, c.3, s.844-845.
[63] Aliyyul Kârî, Fıkh-ı Ekber Şerhi, s.354-355, Hisar Yayınları, İstanbul
[64] Fethu’l-Kadîr, c.6, s.132; el-Bahru’r-Râik, c.7, s. 379
[65] İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr, c.2,s. 424, Daru’l-Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut
[66] İbn Kudâme, A.g.e., c.2, 424; Kurtubî, et-Tezkira, c.1, s.96
[67] İbn Kudâme, A.g.e., c.2, 424; İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, c.24,s. 366, 367, Riyad,1991
[68] İbn Kudâme, el-Muğnî, II, 425; İbn Kudâme el-Makdisî, A.g.e., c.2, 424.
[69] İbn Teymiyye, A.g.e., c.24, s.366, 367.
[70] Abdulhak, el-Âkıbe, s.254-255.
[71] Kurtubî, et-Tezkira, c.1, 96-97.
[72] Kurtubî, et-Tezkira, c.1, 103.
[73] Müslim Şerhi 11/125
[74] Gazzâlî, İhyâu Ulûmiddin, c.4, s.878, Bedir Yayınevi, İstanbul, Tarihsiz
[75] Şirbinî, Muğni’l-Muhtâc, c.5, 445.
[76] Nevevî, el-Mecmû, c.5, 31.
[77] Nevevî, el-Mecmû’, c.5, 311.
[78] Nevevî, el-Ezkâr (Resulullah’ın Dilinden Duâlar ve Zikirler) , s.286-287, Ravza Yayınları, İstanbul, 2006
[79] İbn Hacer, Fetâvâ, s. 20.
[80] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c.4, s.52.
[81] İbn Kudâme, el-Muğnî, c.2, s.429.
[82] Hattâb, el-Menhel, c.7, s.259.
[83] Reşid, Rızâ, el-Makâlât, c.4, s.1884.
[84] Sabık, Fıkhu’s-Sünne, c.1, s.480.
[85] Mahlûf, el-Fetâva’ş-Şer’iyye, s. 50- 51.
[86] Şerabâsî, Yes’elûnek, c.1, s.442.
[87] Mevdudî, Fetvalar, c.3,s.232-233, Nehir Yayınları, İstanbul, 1992
[88] Zeydan, el-Mufassal, c.11, s.186.
[89] Bant çözümü.
[90] Vehbe Zuhaylî, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c.3, s.98-101, Risale Yayınları, İstanbul,1990
[91] http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=4719&ctgr_id=61
[92] Alaaddin Palevî, Mühim Soruların Cevabı, s.182-183, Şehadet Yayınları, Konya,2008
[93] http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat2/0270.htm
[94] http://www.fetvameclisi.com/fetva-olunun-ardindan-kuran-okumak-2-31238.html
[95] Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, c.1, s.350, Ölçü Yayınları, İstanbul, 1985
[96] ‘Hayra delalet eden onu yapan gibidir’ hadisine işaret etmektedir. Hadisi, Bezzar, İbni Mes’ûd’dan; Taberânî ise Sehl b. Sa’d ile İbni Mes’ûd’dan rivayet etmişlerdir. Diğer rivayetler için bkz. Sahîhül-câmî (3393).
[97] Birinci bölüm, Ahmed’in, Müslim’in, dört Sünen sahibinin, Dârimî’nin ve İbni Ebî Asım’ın Ebu Hureyre’den rivayet ettikleri sahih bir hadisin bir bölümüdür, bkz. Sahîhül-câmî (6110)
[98] İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu’r-ruh, İz Yayıncılık, s. 187-191
[99] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 428; Beyhaki, Şuabü’l-lman, II, 532; el-Hindi, Kenzu’l-Ummâl, I, 511
Birisi adına ücretle Kur’an okumak ittifakla caiz değildir. Çünkü Kur’an okumak bir ibadettir; ibadet de sadece Allah rızası için yapılır. Bunun dışında başka bir maksat gözetilerek yapılan her türlü davranış, görünüşte ibadete benzese bile, gerçekte ibadet değeri taşımaz. İbadet olmayınca da sevabı olmaz, olmayan sevap da başkasına bağışlanmaz.
[100] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat (Kabir Hayatı), s.464, Esra Yayınları, Konya, 1994

Yazar : imamoglumehmet
Yazar Hakkında : Ankara 1973 doğumluyum. Mamak İmam-Hatip Lisesinden 1991’de mezun oldum. 1996’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden İyi dereceyle mezun oldum. 1996’da Artvin’de öğretmenliğe başladım. Hâlen Ankara Keçiören Anadolu İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmenliği yapmaktayım.
Sitemizde En Çok Okunan İçerikler




Sitemizde En Çok Yorumlanan İçerikler




Videolar
'Mü'minûn Sûresinden Âhiret Sahneleri' Sohbeti
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (1)
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (2)
Âl-i İmrân Sûresi 190-195. âyetin tefsiri
Düğün Sohbeti
Suriye ve Mısır'daki Kardeşlerimiz İçin Dua
Ahir Zaman Müslümanına Notlar
Arşiv
Etiketler
Tavsiye Siteler
İmam Buhari Vakfı
İyiliğe Çağrı Yardım Derneği