Ölüm Ve Ötesi – (2)
25.04.2016 tarihinde Yazılarım kategorisine eklenmiş, Kişi Okumuş ve 0 Yorum Yapılmış.
Yazı dizimizin ilk bölümünde ölüm kavramı üzerinde durmuş, Müslüman’ın ölüm karşısındaki tavrını açıklayıp, ölmekte olan birine ve öldükten sonra Müslüman kardeşimize olan görevlerimizi ana hatlarıyla açıklamaya gayret etmiştik. Bu bölümde de Kabir ve berzah âlemi hakkında bilgi verip, kabir suâli konularına açıklık getirmeye çalışacağız. Tevfik Allah’tandır.
- C) KABİR VE BERZAH KELİMELERİNİN LÜGAT VE ISTILÂH ANLAMI:
Türkçe de sıklıkla kullanılan “kabir” kelimesi aslen Arapça bir kelime olup, insanın ölümden sonra defnedildiği yer anlamına gelmektedir.[1] Aslı itibariyle “kabera” kökünden mastar olarak, “kabir” kelimesinin çoğulu “Kubûr”dur. Aynı anlamda “makbera” ve “mekâbir” kelimeleri de kullanılmakta ve Kurân-ı Kerim’de her iki şekilde de geçmektedir.
Kabir kelimesinin Kur’an’daki, yani ıstılâh manası da lügat manasıyla aynıdır ve “insanın öldükten sonra defnedileceği yer” anlamına gelmektedir. Kabir kelimesi, Kur’an’da şu şekillerde geçmektedir: “Çoğunluk olmak iddianız sizi o kadar meşgul etti ki, mezarları ziyaretle oradakileri de sayacak kadar oldunuz.”(Tekâsür,1-2); “Şüphe yok ki kıyamet mutlaka gelecektir (kopacaktır). Kabirlerde olanları diriltecek olan Allah’tır.”( Hacc,7); “Sonra onu öldürdü ve kabre gömdürdü.”(Abese, 21)
Ayrıca “cedes çoğulu ecdâs” ve “merkad” kelimeleri de kabirle aynı anlamda kullanılan kelimelerdir.[2] “Nihayet Sûr’a üfürülecek. Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler. (İşte o zaman:) Eyvah, eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı? Bu, Rahman’ın vaat ettiği şeydir. Peygamberler gerçekten doğru söylemişler! derler.” (Yâsin, 51-52)
Berzah kelimesi ise, lügatte iki şey arasına giren engel, mânia, ayrıcı hudut gibi manalara gelmektedir.[3] Bu anlamıyla ölümle-hayat, âhiret ile dünya arasına giren perde, engel manasına gelir ve kişi ölünce berzah’a girmiş olur. Dolayısıyla onunla dünyaya geri dönme arasında veya Kıyâmet Günü tekrar diriliş arasında engel (berzah) vardır.
Kurân-ı Kerim’de Rahmân sûresinin 20. âyetinde, “O iki denizin arasına (berzah) engel /perde koymuştur; birbirlerine karışmazlar” ve Furkân sûresinin 53. âyetinde, “Birinin suyu tatlı ve kolay içimli, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıveren ve aralarına bir engel (berzah), aşılmaz bir sınır koyan O’dur.” geçen Berzah, engel ve ayırıcı anlamında kullanılmıştır.
Bu âyetlerden şunu anlayabiliriz: Bu âyetlerde belirtildiği gibi, iki denizin suyu nasıl iki tarafa da karışmıyor ve geçemiyorsa, insanlar da öldüğü ve Berzah âlemine geçtiği zaman öyle bir engel oluşur ki, bundan sonra ne Âhirete geçebilirler, ne de tekrar dünyaya dönebilirler. İkisinden de engellenmiş ve mahrum bırakılmış olurlar.
Mü’minun sûresinin100. âyetinde : “Onlardan birine ölüm geldiği vakit ‘Rabbim! Beni geri gönder. Umulur ki, terk ettiğim o yerde ve hayatta salih ameller işlerim’ der. Hayır, bu onun söylediği (boş) bir sözdür. Onların arkalarında ise, yeniden dirilecekleri güne kadar bir Berzah (hayatı) vardır.” buyrulmuştur.
Yukarda kaydettiğimiz âyetteki ifadede ise, Berzah kelimesi ıstılâhi anlamda kullanılmıştır. Dolayısıyla ölümle tekrar dirilme / ba’s arasındaki bu âleme “Berzah” ismini veren bizzat Allah Teâlâ’dır. Onun içindir ki, Berzah kelimesi Kur’ânî bir kelimedir. Bu kelime yukarıdaki âyetlerde de, hem lügat manasında hem de ölümden dirilmeye kadar devam eden dünya ile Âhiret arasındaki âlemi ifade eden ıstılâhî manasında kullanılmıştır.
Çoğu zaman Berzah hayatı veya Berzah âlemi için kabir hayatı veya kabir âlemi denilmesi, ölenlerin çoğunun kabre gömülmesinden kaynaklanan bir genellemeden ibarettir. Ölenlerin hepsi kabre gömülemese de, ölen herkes Berzah hayatı ve âlemine girer ve oranın durumlarına ve şartlarına maruz kalır.[4]
Berzah hayatında – her ne kadar ceset de ruhla birlikte azap ya da nimete iştirak ediyorsa da -bazı parçaları hariç- çoğunlukla cesetler çürümüş olup ruhlar baki olduğundan bu âleme “âlem-i ervah” yani ruhlar âlemi ismi de verilmektedir.
Bu âlem, dünya ile Âhiret arasında geçici bir istasyondur. Dünyada Allah’ın rızasına uygun hareket eden insanlar, henüz kabir hayatındayken cennetvâri bir hayat yaşamaya başlayacaklardır. O’na isyanlarla dolu bir hayatın sonunda buraya gelenler ise burada azap ve sıkıntı çekmeye başlayacaklardır.[5]
Kabir/berzah âlemi, Kur’ân’da müphem olarak yer almış olup sünnette açıklığa kavuşturulan bir meseledir. Bazı âyetlerin delalet ettiği kabir suâli, kabir azabı ve nimeti hususları Hz. Peygamber (sav) tarafından izah edilmiştir. İnsan zihnini meşgul eden bu önemli konunun Hz. Peygamber’in sünnetinde vuzuha kavuşması hem Kur’ân’ın beyanı açısından hem de sünnetin itikat alanındaki değeri açısından önemlidir. Kur’ân ayetlerinde işaret edilen ve Hz. Peygamber’in hadislerinde bildirilen kabir hayatı, inanılması vacip olan gaybî konulardandır.[6]
- D) KABİR SUÂLİ
Kabir suâlinin varlığına pek çok sahih hadis, haber ve icma delâlet etmektedir. Bu konuda pek çok hadis ve haber gelmiştir olup, bunlar mana bakımından birbirini tamamlamaktadırlar. Kabir suâli hakkında gelen hadisler tek tek tevatür derecesine ulaşmamakla beraber, ashaptan pek çok kimse kabir suâlinin varlığına delalet eden hadisler rivayet ettikleri için, manâ yönünden mütevatirdirler. Bu sebeple kabul etmek ve olacağına inanmak gerekir.
Net bir şekilde kabir suâlini beyân eden âyet yoktur.Ancak buna işaret eden âyet vardır. Kur’an-ı Kerim’deki : “Allah, iman edenlere dünya hayatında da âhirette de o sabit sözde daima sebat ihsan eder. Allah, zâlimleri (kâfirleri) şaşırtır, Allah ne dilerse onu yapar.” (İbrahim, 27) âyeti kabir suâline açıkça delâlet etmektedir. Nitekim İbn Abbas’ın, bu âyetin mü’minlerin kabirde sorguya çekileceklerine delil olduğunu söylediği rivayet edilmiştir.[7]
Ebû Hureyre’den nakledilen ve Müslim’in Sahihi ile Ebu Davud’un Süneni’nde yer alan bir hadiste Hz. Peygamber (sav), İbrahim sûresinin 27. âyetini okuduktan sonra şöyle buyurmuşlardır: “Bu, ona kabrinde, “Rabbin kim? Dinin ne? Peygamberin kim?’ denilip de onun: ‘Rabbim Allah, dinim İslâm, Peygamberim de Muhammed (s.a.s.) dir. Bize Yüce Allah katından açık deliller getirdi, ben de ona iman ettim ve onu tasdik ettim,’ dediği zamandır.” [8]
Abdullah b. Mes’ud da: “Size bir hadis söylediğimiz zaman mutlaka Kitap’tan (Kur’an-ı Kerim’den) onu doğrulayan bir şey getiririz. Müslüman kabrine konduğunda oturtulur ve kendisine şöyle denir: “Rabbin kim? Dinin ne? Nebin Kim?” Allah onu sabit söz üzere tespit eder ve (kul) şöyle der: “Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim de Muhammed Aleyhisselamdır.” Bunun üzerine onun kabri genişletilir ve hoşça kokulanır.” der ve ardından İbrahim sûresinin 27. âyetini okur.[9] Demek ki, Abdullah b. Mes’ud bu âyeti kabir suâline ve bu suâlde mü’minin doğru cevap verişine delil olarak getirmiştir.
Ebû Katâde el-Ensârî[10], kabirde sorulacak suâlleri ve mü’minle kâfirin vereceği cevaplan zikrettikten, her birine sorgulanmalarını müteakip makamlarının gösterileceğini anlattıktan sonra İbrahim sûresinin 27. âyetini okuyup, dünya hayatındaki tesbitten kasıt, dünyada Kelime-i Tevhidi söylemesidir; âhirettekinden kasıt ise, kabrinde sorguya çekilişi esnasında doğru cevap vermesidir, diye tefsir etmiştir.[11]
Hülasa, bu âyet-i kerimedeki “sabit söz” den kasıt, Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehâdet; “ahiret” den kasıt da kabirdir ve kabir sorgusu esnasında mü’minin aynen dünyadaki gibi Kelime-i Tevhidi söylemesidir. Kelime-i Tevhidi dünyada kalplerine yerleştirenler, kabirdeki sorgu esnasında, Allah’ın da yardımıyla, şaşırmazlar ve dosdoğru, inandıkları gibi söylerler. Ama bu iman kalplerinde kökleşmemiş olanlar orada şüpheye düşer ve cevap veremezler. [12]
Buhârî, Müslim, Nesâî ve Ahmed b. Hanbel’in rivâyet ettikleri hadiste, kabre konulan ölüye, iki meleğin gelip Rabbi’nin ve peygamberinin kim olduğu hakkında soru soracakları anlatılır, fakat meleklerin adından söz edilmez. Yalnız Tirmizî’nin rivâyet ettiği ve garip olarak nitelediği hadiste bu meleklerin, birinin Münker, diğerinin Nekir adlı iki siyah melek oldukları belirtilmiştir.
Ebu Hureyre’nin (ra) anlattığına göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ölü (ya da sizden biriniz) defnedildiği zaman ona siyah ve mavi gözlü –ki bunlardan birisine Münker diğerine Nekir denir- iki melek gelir ve derler ki: ‘Bu adam hakkında ne derdin’? Bunun üzerine o kimse (ölmeden önce) söylediğini aynen söyler ve: ‘O, Allah’ın kulu ve Rasûlüdür. Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Hz. Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir’ der. Melekler: “Biz senin bunu söylediğini biliyorduk.” derler ve kabri yetmiş arşın kare genişletilerek içi nurla doldurulur ve ona “uyu” denir. O kimse: ‘Aileme döneyim ve onlara haber vereyim mi’ der. Bunun üzerine onlar: ‘Uyu! Düğün gecesinde güveyin uyuduğu gibi uyu! Çünkü onu uykusundan ancak ailesinden en çok sevdiği kimse uyandırır’ derler. O kişi, Allah onu o yatağından mahşere kaldırıncaya kadar (rahat rahat) uyur. Eğer o kimse münafık ise (soruya): “İnsanların (ona peygamber) dediklerini işittim ve ben de aynı şeyi söyledim, (doğru mudur) bilmiyorum” diye cevap verir. Melekler: ‘Biz senin bunu söylediğini biliyorduk’ derler. Ardından toprağa: ‘Çullan onun üzerine’ denilir. Toprak onun üzerine çullanır; (bu sıkma neticesinde) kaburga kemikleri birbirine geçer. Allah onu
yattığı yerden kaldırıncaya (mahşer için diriltinceye) kadar kabrinde azab görmeye devam eder.”[13]
Hz. Osman diyor ki: “Resulullah (sav) ölüyü defnetme işini bitirince kabrin yanında durup şöyle derdi: ‘Kardeşiniz için istiğfar edin (Allah’tan affını isteyin) ve (imanda) sebat göstermesi için (Allah’a) niyazda bulunun. Çünkü şu anda o sorguya çekilmektedir.’[14]
Hz. Osman’ın kölesi Hâni şöyle demiştir: Hz. Osman bir kabirde durduğunda sakalı ıslanacak (ıslanıncaya) kadar ağlardı. Kendisine “Cennet ve cehennemden söz ettiğin zaman ağlamıyorsun. Bundan dolayı mı (kabirden söz ettiğin zaman mı) ağlıyorsun? denildiğinde O, Hz. Peygamber’in (sav) şöyle buyurduğunu naklederdi: “ Kabir ahiret konaklarının ilkidir. Orada kurtulana ondan sonrası daha kolaydır. Orada kurtulamayana (başaramayana) ise, ondan sonrası daha da zordur.”[15]
Yine O, Allah Rasülü (sav) şöyle buyurdu dedi: “Hangi manzara ile karşılaştımsa, kabri ondan daha korkunç buldum.”[16]
Enes b. Malik’ten rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kul kabrine konulup arkadaşları geri dönünce, arkadaşlarının ayak seslerini işitir. Ve ona iki melek gelir, onu oturturlar ve kendisine: “Şu Muhammed (s.a.s.) denilen kimse hakkında ne diyordun?’ diye sorarlar. (Mü’min olan kimse): “Allah’ın kulu ve Resulü olduğuna şahadet ederim.” der. O zaman sorgu melekleri o mü’mine şöyle derler: “Cehennem’deki yerine bak. Allah onu senin için Cennet’ten bir yerle değiştirdi.” Bundan sonra Peygamber (s.a.s.) buyurdu ki: ‘Ölen kimse, hem Cennet’teki yerini hem de Cehennem’deki yerini beraber görür.” Münafık veya kâfir olan kimseye gelince: (Meleklerin sorularına):“Bilmiyorum; ben O’nun hakkında insanların dedikleri şeyi diyordum” der. Bunun üzerine o kimseye şöyle derler: “Ne anladın ne de (O’na) uydun.” Sonra demirden bir tokmakla (kamçıyla) kulaklarının arasına (ense köküne) öyle bir vurulur ve o öyle bir feryat eder ki, onun sesini insan ve cinlerden başka bütün varlıklar duyar.”[17]
Kabir suâli hakkında Bera b. Azib, Carir b. Abdillah, Enes b. Mâlik ve Esma bt. Ebû Bekr başta olmak üzere, yirmiden çok sahabeden değişik lafızlarla hadisler rivâyet edilmiştir.
Sonuç olarak, “âyetlerde işaret olunan, rivayetlerde açıkça anlatılan ve olmasında aklın hiçbir imkânsızlık görmediği kabir sualinin olacağına inanmak, âhirete imana dâhildir” diyebiliriz. Ahiretin varlığına inanan bir insan, âhiretin ilk durağı olan kabir hallerine de inanmalıdır. Nitekim İmam Kurtubî bu hususta şunları söylemektedir: “Allâh Teâlâ, ölen her mükellef kulu, kendisine sorulan soruları anlayıp cevaplandıracak şekilde aklını vererek, kabir nimet ve azâbını tadacak sekilde hayatını ona iade ederek diriltir. Haberler bu şekilde gelmiş, ashâb ve tabiûn da bu itikad üzere olmuştur. Kabir hayatı ve fitnesine haberlerde geldiği şekilde iman etmek ve Peygamber’i (s.a.s.) tasdik etmek vaciptir.”[18]
İbnul Kayyım El-Cevziyye ise, Kitâbu’r-Rûh adlı kitabında kabir hayatıyla ilgili olarak şunları kaydetmektedir: “Yüce Allah, üç tane ‘dâr’ yaratmıştır. Dâr-ı Dünya, Dâr-ı Berzah, Dâr-ı Karâr. Ayrıca her dârla ilgili bir takım hükümler koymuştur. İnsanoğlunu, beden ve nefisten mürekkep yaratarak dünya ile ilgili hükümleri, dil ve uzuvlardan – nefsin isteklerine karşı da olsa –meydana gelen fiillere göre ayarlamıştır. Berzah’la ilgili hükümlerse, bedenlere uyan ruhlaradır. Dünyadayken nasıl ki ruhlar bedenlere uyarak, bedenlerin sevinciyle sevinmiş elemiyle üzülmüşse, aynı şekilde Berzah’ta da nimet ve azâba muhatap olan, nimet ve azâb sebeplerini hazırlayan ruhlara bedenler uyarak, nimet ve azapta müşterek olurlar. Bu takdirde Berzah’ta nimet veya azap içinde olan ruhlardır.
Bedenler zâhirdir ama ruhlar hafîdir. Beden bir mânâda ruhun kabridir. Berzah’ta ise, ruhlar bedenlerin kabri olmakta bu nedenle de Berzahla ilgili hükümler direk ruha uygulanmakta, nimet veya azap ruha geçmektedir. Bu hususu iyice anlayarak içten ve dıştan gelen şüphelerini böylece gidermen gerekmektedir. Yüce Allah’tan, dünya hayatında bize misaller göstermesi için, lütfuyla, rahmeti ve hidayetiyle dua ettik. O’ da, uykudaki kişiyi bize hatırlattı. Uykudaki sevinme ve üzülme hakikatte ruha yöneliktir, bedense ruha tabiidir. Rüyada etkilenme o kadar belirginleşir ki, beden de bunu hisseder; rüyasında yediği dayaktan dolayı bağırır, yaranın izi vücudunda görülebilir. Bazen de yediği içtiği şeyin tadını ağzında duyar, açlık ve susuzluğunu giderebilir. Bundan daha garibi, rüyasında ayağa kalkar, birini döver, birini yakalar ya da kendini savunur. Oysa ki, uykudaki kişi şuursuzdur, normalde bunları yapamaz. Yani burada ruha yapılan bir isleme, hariçten beden de iştirak eder. Bilfiil bedenin ruha yapılan işlemlere rüyada katılması durumunda, beden uyanır ve hisseder.
Ruh acı çeker veya sevinir; bu durum da ruha uymakla bedene geçince Berzah’ta bu daha belirgin olur. Çünkü Berzah’ta ruh, bedenden -uykuya nisbetle- daha da uzaktır. Bedenle ilgisi olmakla birlikte, ondan tamamen irtibatını kesmez. Haşir günü gelip insanlar kabirlerinden kalkınca, azap ya da nimet ebedi olarak hem ruha hem bedene birden uygulanır. Dolayısıyla Rasûlullâh’ın (s.a.s.), kabir hayatıyla ilgili olarak verdiği haberlerin akla uygun ve hepsinin gerçek olduğu açık bir şekilde belli olur.
Bundan daha garibi de, aynı yatakta yatan iki kişinin durumudur. Birinin ruhu nimetler içinde olur ve uyandığında bu ferahlığı bedenine vurur. Diğerinin de ruhu azaplar içinde olur ve uyandığında bu azâbın korkusunu bedeninde hisseder. Önemli nokta, birbirlerinin ne yaptığının farkına varmamalarıdır. Rüyada bu kadar garip olaylar olabiliyorsa, Berzah’ta daha acayibinin olması normaldir.”[19]
Yeri gelmişken birkaç cümle ile bedenden ayrılan ruhun yeri konusunu ele alalım: Bedenden ayrılan ruhun yeri konusu gayb ile ilgili bir konudur. Bu konuda başvurulacak bilgi kaynakları ise Kur’an ve Sünnettir. Ruhun yeri neresidir? Gökte midir, yerde midir? Cennette mi yoksa Cehennem’de midir? Azap mı görmekte, mükâfat mı görmekte, bir başkasının bedenine mi girmekte? gibi sorular insan zihnini hep meşgul etmiştir. Bütün bu sorulara İslam âlimleri cevap aramışlar ve özetle şu sonuçlara ulaşmışlardır: Ebu Hureyre ve Abdullah b. Ömer’e göre şehid olsun, olmasın işledikleri büyük bir günah veya üzerlerinde kalan borç kendilerini alıkoymamışsa, bütün müminlerin ruhları Cennette, Allah katındadırlar. Mücâhid’e ve İslâm âlimlerinin bazılarına göre, ruhlar Cennet’in içinde değil, kapısının önündedirler. Onlara Cennet’in kokusu, nimeti ve rızkı gelir. Bazı âlimlere göre de ruhlar, kabirlerinin çevresinde bulunurlar. İmam Ahmed b. Hanbel’e göre, şehit olsun olmasın müminlerin ruhları Cennet’e, kâfirlerin ruhları da Cehennem’e gider. Bazı âlimlere göre, müminlerin ruhları yedinci kat semadaki illiyyûn(yüceler) de, kâfirlerin ruhları ise yedinci kat arzda (yerde), İblis ordusunun altındaki Siccîn’dedir.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Peygamberlerin, şehitlerin, müminlerden itaatkâr olanların ruhları cennettedir. Müminlerden asi olanların ruhları sema ve arz arasındadır. Kâfirlerin ruhları ise, yedi kat göğün altındaki Siccîn’dedir.
İslâm ümmeti içerisindeki genel kanaat ölümden sonra kabirde ruhun tekrar bedene döneceği, sorgulamanın ve azab ile nimetin ruh-beden bütünlüğüne yönelik olacağı şeklindedir. Çünkü ruh-beden ayrılığı, hayatın olmaması anlamına gelir. Hâlbuki kabirde bir hayat vardır ve bu da ancak ruhun beden ile irtibatı şeklinde. Ruh her ne kadar bedenden ayrılmış, ondan soyutlanmış ise de hiçbir şekilde onunla bir irtibatı bulunmayacak surette ondan ayrılmaz.[20]
Ölüye nasıl suâl sorulacağı ve ölünün nasıl cevap verebileceği hususu ve bilhassa çeşitli şekillerde ölüp cesedi dahi ortada mevcut olmayanların ne şekilde sorguya çekilecekleri mevzuu, bizim maddi ölçüler ve duyularımızla algılayıp izah edemeyeceğimiz konulardandır. Yani bunlar bize göre gaybî, gizli ve saklı konulardandır ki, duyularımızla idrak sahamıza girmeyen bu gibi konularda, ancak nakli deliller doğruyu gösterir. Naklî delille haber verilen hususların nasıl olacağı veya olabileceği akla gelirse o zaman da Allah’ın güç ve kudretinin her şeye şâmil olduğunu düşünmekle, mümkün olan, olması imkânsız olmayan her şeyi yaratmaya Allah’ın muktedir olduğunu hatıra getirmekle problem çözülür.
Buraya kadar “kabir sualinin varlığı”, “kabirde sual soracak melekler”, “sorulacak sorular” ve “kabir sualinin zamanı” gibi sorulara cevap aradık. Son olarak kabir suâlinden muaf olacaklar var mıdır? Buna dâir mülahazalarımızı serdedelim:
Ehl-i Sünnet âlimleri, –Allah’ın (cc) müstesna kıldıkları hariç- ölümünden sonra her insanın berzah âleminde sorguya çekileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu insan, ister mezara defnedilmiş, isterse defnedilmemiş olsun, ister normal yolla ölsün, isterse yakılmış, asılmış, boğulmuş ya da terkedilmiş olsun. Yahut mumyalanıp, ilaçlanıp insanların gözü önünde bulundurulsun. Her ölüye mutlaka sual vardır.[21]
Hadis-i şeriflere göre “şehitler[22], murabıtlar (nöbet tutanlar) kabir sualinden muaf olacaktır. Bu duruma işaret eden birçok rivayet mevcuttur. Ashâb-ı Kiramdan birisinin Hz. Peygamber’e (sav) şöyle dediği haber verilmektedir: “Ey Allah’ın Resulü! Ne oluyor da şehitlerden başka müminlerin hepsi kabirlerinde sorguya çekiliyorlar? (Niçin şehitlere kabir suali yoktur?) Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Onların başı üstünde kılıçların parıltısı, (onlara) imtihan olarak yeter.”[23]
Bu rivayetten anlaşıldığına göre Hz. Peygamber (sav) şehitlerin kabir sualinden muaf olduğunu gerekçesiyle birlikte açıklamıştır.
Bir de Allah yolunda murabıt olanların kabir sualinden muaf olduğunu anlatan rivayet şu şekildedir: Selman-ı Fârisî (ra) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber’i (sav) şöyle derken işittim” : “Allah yolunda bir gün, bir gece nöbet tutmak, bir ay (nafile) oruç tutmak ve namaz kılmaktan daha hayırlıdır. Eğer bu esnada (nöbet tutan o kimse) ölürse, dünyada iken yaptığı ameli (yazılmaya) devam eder ve (şehitlerin cennette rızıklandırıldığı gibi) rızıklandırılır ve fettandan (kabirde sorguya çeken iki meleğin sorgulamasından) emin olur.”[24]
- E) KABİR AZÂBI:
Şer’î nasslar[25], farklı veçhelerden kategorize edilmektedir. Bu farklı yönleri dolayısıyla müsâvî olmaları imkân dâhilinde değildir. En basitinden nasslar; itikâd, muâmelât ve ahlâka müteallik olmak üzere üç kısma ayrılabilir. Bunlar da kendi aralarında bölümlere ayrılırlar ve birbirlerinden farklı mülâhaza edilirler. Kabir hayatına dair konumuz gereği, onun üst şemsiyesi olan itikâd kategorisi de kendi içerisinde -klasik eserler göz önüne alındığında usûlü’s-selâse diye adlandırılan- üç kısma ayrıldığı görülecektir. Bunlar, ilâhiyyât, nübüvvât ve sem’iyyât bahisleri olarak adlandırılırlar. Bu tasnife göre kabir konusu da sem’iyyât bahislerinde ele alınan bir konudur. Çünkü sem’iyyât konuları tamamen sahih nakle dayanan bir alandır. Bu açıdan da baktığımızda itikâdî meseleleri, aklın müdâhil olduğu ya da sırf nakle dayalı ve aklın bir fonksiyonunun olmadığı iki alan olarak ele almış oluyoruz. Yani bu alan daha çok gayba dair bilgilerin işlendiği bir alandır. Dolayısıyla itikâd alanı, aklın bir nass olmaksızın şu veya bu şekilde olmalı ya da olmamalı diye kendiliğinden bir yargıda bulunamayacağı bir sahadır.[26]
Böyle bir girişten sonra kabir azâbı meselesinin nasslar içerisinde nerde durduğunu görmüş olduk. Şimdi de nassların karşısında ümmetin durumunu ele alırsak iki şekilde gruplandırma yapabiliriz. Nasslar karşısında ümmet ya ittifak ya da ihtilâf halindedir. İttifak edilen mesele sayısı ihtilâf edilenlere nazaran oldukça azdır. Ancak kabir azâbının olduğu hakikati, açık Kur’ânî bir delile dayanmamasına rağmen Hâricîler, bir kısmı hariç Mûtezîle ve yine bir kısım Şiî anlayışın tersine Müslümanların büyük oranda fikir birliği ettiği bir konudur.[27]
Böylesine üzerinde uzlaşma sağlanmış bir meselenin son zamanlarda tartışmaya açıldığına, kitaplar yazıldığına ve imkânsızlığı konusunda konuşmalar yapıldığına şahit olmaktayız. Bilhassa kendi hevâi fikirlerini “indirilen din” ve Ehl-i Sünnet’in mûteber görüşlerini ise “uydurulan din” diye lanse eden bazı modernist ilâhiyatçıların adeta Kur’an’ın hakkındaki son söz sanki yeryüzünde onlara bırakılmış ve bu konuda Allah’tan kendilerine “vahy” inmiş gibi, kesin inançla Kabir azâbını reddetmelerine iki örnek verelim:
“Kur’an’a göre hayat, dünya ve ahiret olmak üzere iki çeşit olduğu için azap da dünya ve ahirette olmak üzere iki çeşittir. Ölülere hiçbir şey işittirilmeyeceği ve onlardan hiçbir şey duyulamayacağı Kur’an’da açıkça ortaya konulmuştur. Buna rağmen, geçmiş kültürlerin etkisinde oluştuğunu düşündüğümüz ve güvenilirlikleri son derece problemli olan rivâyetleri esas alarak, ölmüş insanların kabirde cezalandırılmasına ya da ödüllendirilmesine inanmak Kur’an’a uygun bir kabul değildir.”[28]
“Kabir Azâbı, İslam ekolleri arasında temel bir tefrika konusu olmuştur. Savunanlar da reddedenler de Kur’an’dan bazı âyetleri delil getirmişler, fakat bu deliller doğrudan kabir azâbının varlığına ya da yokluğuna delalet etmediği için iki tarafın tezi de temelsiz kalmıştır. Kabir azâbı ancak hadislerle temellendirilebilir. Hadisler ise akaide konu olmazlar. Dolayısıyla kabir azâbı iman veya inkârın konusu değildir.”[29]
Şimdi biz burada kabir azâbı hakkında genel bilgi verip; bu konuda âyet ve hadisleri nakledeceğiz:
Kabir azâbından kasıt, ölümden sonra başlayıp kıyamete kadar sürecek olan devredeki azaptır. İsterse bu azâbı çeken bir kabre defnedilmemiş olsun, yine de kabirde çekeceği azap varsa o azapla mutlaka karşılaşacaktır. Aslında berzah hayatındaki azap, nimet ve suâlin kabre izafe edilerek “kabir suâli, azâbı ve nimeti” denilmesi, tağlib yoluyla, yani ölenlerin çoğunun kabre konulması sebebiyledir. Yoksa bunların, illa da kabirde olacakları manasına değildir. Öyle olsaydı, çeşitli sebeplerle kabre konmayanların kabirdeki azaptan kurtulmaları gerekirdi. Hâlbuki Allah ve Rasûlü, herkesin ölümle kıyâmet arasında “berzah” denilen bir yerde kalacaklarını ve orada suâl, nimet ve azaptan bazı şeyler idrak edeceklerini haber vermişlerdir.
Allah Teâlâ, insanları günâhlarından temizlemek için bir takım imtihanlar ve hastalık devaları hazırlamıştır. Dünyada iken günâhlarından tamamen temizlenmemiş olanlar, berzah âleminde, orada da temizlenemezlerse, yani orada çektikleri azap onlar bütün günahlarından temizlemeye yetmezse, dâr-ı mevkıfte (mahşerde), orada da temizlenemezlerse Cehennem’de temizlenirler. Böylece tamamen temizlendikten sonra tertemiz olarak Cennete girerler. Çünkü orası temizlerin yeridir. Dünyada iken hiç iman ve itaat etmemiş olanlara ise, berzahtaki ve mahşerdeki temizlik (azap) kâfi gelmez ve bunlar Cehennem’de ebedî kalmak suretiyle azaplanırlar.[30]
Buna göre kabirdeki azap, ya da nimet, kişinin, dünyadaki durumuna göre olacaktır. Gerek âyetlerde, gerekse bu husustaki haber ve eserlerde, en çok kabir azâbından söz edilmiştir. Bunun sebebi, kabirdekilerin çoğunun kâfir ve âsîler olması sebebiyle, kabirde en çok vuku bulacak şeyin azap olması olabileceği gibi, Cürcânî’nin Mevâkıf Şerhi’nde: “Kabir azâbı ispatlanınca, kabirde dirilme ve sorgulama da sabit olur. Çünkü kabir azâbını kabul edenler, bunları da kabul ederler…”[31] sözüyle ifade ettiği, azap kabul edilince diğerlerinin de kabul edileceği gerçeği de olabilir. Çünkü bir şeyin bir cüz’ünü, parçasını kabul etmek, onun kül (bütün) halinde var olduğunu kabul etmek demektir. Kabir azâbı kabul edilince, herkesin azap göreceği iddia edilemez. Mecburen azâbın zıddı olan nimetin de kabulünü mantık gerektirir. Aksi halde azâba müstahak olmayanların durumunun ne olacağı sorusu cevapsız kalır.
Bu sebepledir ki, ileride izah edileceği üzere, kabir azâbını kabul edenler suâl ve nimeti de ikrar etmişler, kabir azâbını imkânsız görüp kabul etmeyen ve bu husustaki nass’ları türlü şekillerde te’vil edenler, kabirdeki diğer ahvâli de inkâr etmişlerdir.
1- Kabirde Azâbın Olacağına Dair Deliller:
Kur’an âyetlerinden ve hadis-i şeriflerden kabir azâbı ve nimetinin hak olduğuna kesinlikle delâlet edenler bulunduğu için, kabirde nimet ve azâbın olacağına inanmak gereklidir. Ehl-i Sünnet âlimleri, kitap ve sünnette kabir azâbına apaçık delâlet eden nasslar bulunduğundan, “Kâfirlerin ve bir kısım âsi müminlerin kabirde azap edilmeleri; itaatkâr olanların ise kabirde nimetlenmeleri… sem’î delillerle sabit olmuş olan gerçeklerdendir.” demişlerdir.[32]
Akıl ve müşahede (gözlem) yoluyla bilinme imkânı olmayan ve ancak sem’î delillerle, Allah Teâlâ’nın ve Rasûlullah Aleyhisselâm’ın haber vermesi ve bildirmesiyle -sadece onların bildirdiği kadarıyla- bilinebilen gaybî hakikatlerden olan kabir azâbına, Kur’an âyetlerinden bazıları açıkça delâlet etmekte, bazıları ise işaret etmektedir.
Kur’an-ı Kerim de öncelikle iyilerle kötülere, hayatlarında ve ölümlerinde yapılacak muamelenin bir olmayacağını bildirerek Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Yoksa o kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini iman edip sâlih ameller işleyenler gibi yapacağız, hayat ve ölümlerini bir tutacağız mı sandılar? Ne fena hüküm veriyorlar. Hâlbuki Allah, gökleri ve yeri adaletle yarattı (zulüm olsun diye değil). Hem de herkese kazandığının karşılığı verilmek için (yarattı). Onlara asla haksızlık edilmez.”[33]
Bu âyetler, adı geçen iki fırkanın ölümde ve berzahta eşit olmayacaklarına delâlet eder. Allah herkese amelinin karşılığını vereceğine göre ve bu iki fırka ölümde ve sonrasında eşit olmayınca günah işleyenlerin -ki şirk ve küfür de bir günahtır ve günahların en büyüğüdür- azapta, iman edip sâlih ameller işleyenlerin de nimet içinde olmaları gerekir. İşte bu, kabir azâbı ve nimetidir.[34]
İşte bu azap ve nimet, yukarıda izah edildiği gibi, ölüm anındaki müjde ve azapla ve kişiye makamının gösterilişi ile başlamaktadır. Çünkü meleklerin, ölümü anında kâfirleri azarlamaları ve onlara vurmaları[35] bir nevi azaptır. Aynı şekilde sâlih mü’minlere rıfk ile muamele etmeleri ve âhiretteki makamlarıyla müjdelemeleri de bir nimettir.
Allah Teâlâ, Fir’avn (m.ö. 14. asır) ve hanedanının fena hallerini beyân ederek şöyle buyuruyor: “Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah ve akşam ateşe arz edilecekler. Kıyamet koptuğu gün de: Fir’avn ve kavmini en şiddetli azâba sokun, denilecektir.”[36]
Bu âyet-i kerimede bildirilen sabah ve akşam ateşe arzedilişin kabir âleminde olacağını müfessirler beyan etmişler[37] ve Ebu’l-Hasen el-Eş’arî[38], Ebu’l-Mu’in en-Nesefî[39], İmam Gazzâlî[40], Taftazânî[41] ve Seyyid Şerif el-Cürcâni[42] başta olmak üzere pek çok âlim bu âyetin açıkça kabir azâbına delâlet ettiğini belirterek, eserlerinde delil olarak kullanmışlardır.
Âyet-i Kerimenin sonunda onların kıyamet günü bundan daha şiddetli azâba konulmalarının emredileceği haber veriliyor ki, bununla akşam-sabah arzedildikleri azâbın kıyamet günündeki azaptan önce ve başka bir azap olduğu anlaşılıyor. Bu da ölümlerinden sonra ve kıyametteki Cehennem azâbından önce olacağına göre, kabir azâbından başkası olamaz.[43] Çünkü ölüm ile haşir arasında kabir âleminden başka bir âlem yoktur. Kabir azâbı, Cehennem azâbına nisbetle daha ehven olacağı için, âyetin sonunda ifade edilen şiddetli azapla Cehennem’deki ebedi azâbın kastedildiği açıktır. Nitekim bu âyette bildirilen ateşe arz olunmanın kabirde olacağı hususunda Ehl-i Sünnet âlimleri ittifak etmişlerdir. Ve âyet açıkça delalet ettiği için, kabir azâbını inkâr edenin kâfir olacağını belirtmişlerdir.[44]
Buhârî’nin İbn Ömer’den rivâyet ettiği bir hadis-i şerifinde Rasûlullah Aleyhisselâm, kabirdekilere her gün sabah akşam Cennet veya Cehnennem’deki yerlerinin arzedileceğini, kendilerine yerlerinin arzedilmediği bir gün bile geçmeyeceğini haber vermiştir.[45] Bu hadis-i şerif, yukarıdaki âyeti te’yid ve tefsir ettiği gibi, nimet ehlinin ve sâlihlerin durumunu bildiren âyetleri de tefsir etmektedir. Çünkü her gün iki defa kişiye âhiretteki azâbının arzedilmesi en büyük azap, Cennet’teki makamının arzedilişinin vereceği sevinç ve neşe de büyük bir nimettir.
Allah Teâlâ’nın, Nuh kavminin durumunu beyân ederek buyurduğu: ” Onlar, su da boğuldular ve ateşe atıldılar.” (Nûh, 25) âyeti de kabir azâbının olacağına delildir. Çünkü âyette geçen “fe”, ta’kib içindir ve ateşe girişin, boğulmanın hemen akabinde olduğunu gösterir.[46] Bu da ancak dünyada olur. Çünkü boğulma fiili dünyada gerçekleşmiş ve ateşe sokulmaları da hemen boğulmalarını takip etmiştir. Bu âyet-i kerime, ölümlerinden hemen sonra bazı insanların kabir azâbına tutulacağına delâlet ediyor.[47]
Burada şöyle bir itiraz yapılabilir: “Bu âyetteki ‘fe’ boğulma ve ateşe girdirilmenin zaman itibariyle hemen arka arkaya olmalarını gerektirmez. Bilakis azâba, yani nâr’a girdirilişleri mahşerde olabilir. Bunun bir benzeri de Bakara Suresi’nde: “Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz ki siz, ölü idiniz. O, sizi diriltti.”(Bakara, 28) âyetidir. Orada da insanların diriltilmeleri için fe-i ta’kibiyye kullanılmıştır. Hâlbuki bütün insanlar bir anda diriltilmediler. Ruhlar âlemindeki yaratılışları ile cisimler âleminde hayat bulmaları arasında uzun müddet geçmesine rağmen, bu iki durumu ifade ederken, ‘fe’ kullanılmıştır. Yukarıdaki âyette de durum böyledir ve âyet kabir azâbına delil olmaz.”
Bu itirazı, şöyle cevaplandırabiliriz: Önce şunu belirtmeliyiz ki, “emvât” kelimesi, eti, kemiği, kanı, derisi, yani cismi bir varlığı olan ölüye tabir edilir. Binâenaleyh buradaki ‘emvât’dan kasıt, insanın rahimde teşekkül edip de henüz canlanmadan önceki halidir. Ve rahimdeki teşekkülün ardından hemen Cenâbı Hakk onu hayata kavuşturduğu için fe-i ta’kibiyye kulalnılmıştır. O halde, Bakara Sûresi’ndeki bu âyet misâl gösterilerek yapılan bu itiraz yersizdir ve bu âyet, itirazcı için değil, kabir azâbını tasdik eden bizler için delildir. Nasıl ki insanın, rahimde teşekkülü tamamlanır tamamlanmaz, hayata kavuşturulması fe-i ta’kibiyye ile ifade edilmiştir, aynı şekilde Nuh Kavmi’nden Hz. Nuh’a inanmayanlar da boğulur boğulmaz hemen ateşe atılmışlardır ve kabirlerinde azap çekmektedirler.[48]
Münafıklar hakkında inmiş olan Tevbe Sûresindeki: “Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine halkından bir takım münafıklar vardır ki, onlar nifak yapmaya alışmışlardır. Sen onları bilmezsin. Onları biz biliriz. Biz onları iki defa azaplandıracağız. Sonra da büyük bir azâba döndürüleceklerdir.”( Tevbe,101) âyeti de kabir azâbının olacağına delâlet etmektedir. Nitekim İmam A’zam Ebu Hanife: “Kabir azâbını bilemem diyen kişi helak olmuş Cehmiyye gibi olur. Böyle bir durumda, Allah’ın (celle celâluhu) kabir azâbını belirttiği ‘Kendilerine iki defa azap edeceğiz.’(Tevbe,101) ve “Zulmedenlere, şüphesiz, bundan başka da azap vardır.”(Tûr,47) meâlindeki âyetlerini inkâr etmiş olur. Ben âyete inanıyorum, ama tefsir ve teviline inanmıyorum, derse de kâfir olur. Zîrâ Kur’ân’da, tevili tenzilinin aynı olan âyetler vardır ki bunu kim inkâr ederse o kâfir olur.” [49] demektedir.
İmam Mâturîdî[50] İmam Ebu’l-Hasen el-Eş’arî [51] başta olmak üzere pek çok müellif de, bu âyet-i kerimenin kabir azâbına delâlet ettiğini belirterek eserlerinde kabir azâbının delilleri arasında zikretmişlerdir. Çünkü tefsircilerin açıklamalarına göre, âyetteki “…Sonra büyük bir azâba atılırlar.” cümlesi, daha önce geçen iki azâbın, Cehennem azâbından önce olduğuna delâlet eder.
Bu iki azâbın Cehennem azâbından önce ve iki azaptan birinin dünyada, birinin de kabirde olduğu hususunda ittifak eden âlimler[52], münafıkların dünyadaki azaplarının ne olduğu hususunda farklı tefsirler yapmışlardır. Müfessirlerden bazılarına göre, âyetteki birinci azaptan kasıt açlıktır.[53] Bazı âlimlere ve Hasanü’l-Basrî’den gelen bir rivâyete göre ise, münafıkların dünyadaki azapları, mallarından zekât alınmasıdır.[54]
Çünkü mü’minler verdikleri zekâtın mükâfatını âhirette alacaklardır ama münafıkların imanı olmadığı için âhirette alacakları bir karşılık yoktur ve dünyada çok sevdikleri mallarından istemeyerek zekât vermeleri bir azaptır. Ebu’l-Hasen el-Eş’arî ise, birinci azâbın kılıçla, ikinci azâbın da kabirde olacağını söylemiştir.[55]
Cenâb-ı Hakk diğer bir âyet-i kerimede: “Onlara (o kâfir ve münafıklara) o en büyük azaptan önce yakın azaptan tattıracağız…”(Secde,21) buyurmuştur. Abdullah b. Abbas, Ebu Hanife ve Mâturidî başta olmak üzere sahabe ve tabiinden pek çok âlim, bu âyet-i kerime ile kabir azâbını isbatta delil getirmişlerdir. Çünkü bu âyette Allah Teâla, kâfir ve münafıklar için “ednâ” ve “ekber” olmak üzere iki azap olduğunu haber vermiştir. “Ancak yüz çeviren ve (Allah’ı) inkâr eden (var ya), Allah onu en büyük azapla azaplandıracaktır.” (Gâşiye, 23-24) âyetinde de ifade edildiği gibi, “en büyük azap = ekber azap”, Cehennem azâbı olduğuna göre, “ednâ” olan azaptan kasıt Cehennem azâbından başkadır. Allah onlara ednâ olan azaptan bir kısmını belki küfür ve nifaklarından döner, iman ederler diye dünyada ölmeden önce, bir kısmını da ölümden sonraki berzah hayatlarında tattırır.[56]
“Muhakkak ki o zalimlere (kafirlere) bundan (âhiret azâbından) önce de bir azap vardır…”(Tûr, 47) âyetindeki azapla da kabir azâbı, yahut onların dünyada karşılaştıkları çeşitli musibet ve felâketler kastedilmiştir ki, ashabtan İbn Abbas, tabiin fakihlerinden İkrime ve daha başka sahabilerle, imam Mâturîdî[57] ve bir kısım âlimler, buradaki azapla kabir azâbının kastedildiğini beyân etmişlerdir.
“Her kim de benim zikrimden (Kur’anımdan) yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır ve onu kıyâmet günü kör olarak hasrederiz.”(Tâhâ,124) âyeti de kabir azâbının olacağına delildir. Çünkü âyet-i kerimede Allah’ın zikrinden yüz çevirenlere kıyamet günündeki azaptan önce dar bir geçimin olacağı haber veriliyor. Dünyada kâfirler genellikle bolluk, refah içinde olduklarına ve dünya kâfirin cenneti olduğuna göre, bu dar geçimden kasıt kabir azâbı olsa gerekir. Nitekim Rasûlullah Aleyhisselâm, bu âyet-i kerimenin kabir azâbı hakkında indiğini belirterek buradaki “dar geçim” den kasdın kabir azâbı olduğunu söylemiştir.[58]
Diğer bir hadislerinde ise Peygamberimiz Aleyhisselâm, buradaki dar geçimle kâfirin kabrinin kendisini sıkmasının kastedildiğini belirtmişlerdir ki[59], bu da kabir azâbının bir çeşididir. İbn Abbas, İbn Mes’ud, Suddî ve Hasanu’l-Basri ile pek çok âlim, bu âyetteki “dar geçimi” kabir azâbı ile tefsir etmişlerdir. Mücâhid ise “kabir sıkması” diye tefsir etmiştir.[60] Abdullah b. Mes’ud, kabirdeki sorgulamayı anlattığı uzunca bir sözünün sonunda, kâfirin, kabir suâline cevap veremeyince, kabrinin daraltılıp kendisine azap edileceğini söylemiş ve delil olarak da Tâhâ Suresi’ndeki bu âyet-i kerimeyi okumuştur.[61] Demek ki bu âyet, ister kabir sıkması şeklinde olsun, isterse başka şekilde, mutlak olarak kâfirlerin kabirde azap göreceklerine delâlet etmektedir.
Rasulullah Aleyhisselâm’dan rivâyet edilen hadis-i şeriflerde İbrahim Sûresi’ndeki: “Allah, iman edenlere, dünya hayatında da, âhirette de o sabit sözde daima sebat ihsan eder. Allah zalimleri şaşırtır. Allah ne dilerse onu yapar.”(İbrâhim, 27) âyetinin kabir azâbı hakkında indiği belirtilmiştir.[62] Şüphesiz bu da kabir azâbının varlığına delâlet eder.
Hz. Ali’den rivâyet edildiğine göre Hz. Ali: “Tekâsür Suresi ininceye kadar kabir azâbından şüphe ederdik.”[63] diğer bir rivâyete göre de: “insanlar şüphe ederdi.” demiştir. Allah Teâlâ Tekâsür Suresi’nde: “Soy sopunuzla öğünmek, sizi (Allah’a ibadet etmekten) öyle meşgul etti ki; kabirlere varıncaya kadar ziyaret ettiniz (ölülerinizi sayıp, onların çokluğu ile öğündünüz). Hayır, (bu hareketiniz uygun değildir) ileride (ölürken size ne yapılacağını) bileceksiniz. Yine sakının ileride (kabirde size ne yapılacağını) bileceksiniz…” buyuruyor. Âyet-i kerimedeki sıraya göre ikinci bilme kabirde olacaktır ki, bu oradaki azâbı tatmakla dünyada inanmadıkları şeylerin (ölümden sonraki hayatın) gerçek olduğunu öğretecektir kendilerine.
Tabii mü’minler de orada azaptan kurtulmakla imanlarının faydasını idrak edecek ve nimetleneceklerdir. Meryem Suresi’ndeki Yahya Aleyhisselâm’ın üç yerde selâmette olduğunu bildiren âyet-i kerimede: “Ona selâmet olsun: Hem doğduğu gün (şeytandan), hem öleceği gün (kabir azâbından), hem de diri olarak kaldırılacağı gün (ateşten)…” (Meryem,15 ) buyrulmaktadır. Buradaki ikinci kurtuluş kabir azâbından Allah’ın onu korumasıdır.
Kabir azâbının varlığına delil olarak bir de, Allah’ın, tasdik yoluyla kâfirlerden hikâye ettiği şu âyet-i kerimeyi zikredebiliriz: ” (Cehennemde olan kâfirler) şöyle diyecekler: Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defada dirilttin. Şimdi günahlarımızı anladık; fakat var mı (dönüp dünyaya) çıkmağa bir yol? “(Mü’min, 11) Bu âyetteki iki defa öldürme ve iki defa diriltmekten kasıt şudur: Kabre konulmadan önce yani dünya hayatının sonunda öldürme, sonra kabirde diriltme; Münker ve Nekir’in sorgulamalarından ve dünyanın sonu geldikten sonra tekrar öldürme ve sonra da haşir için diriltme. Müfessirlerin çoğunun görüşü budur.[64] Âyet-i kerimede ifade edilen iki diriltmeden birisi mutlaka kabirde olacaktır ki bu kabirde hayatı, yani dirilmeyi kabul edenler, azâbı da kabul etmişlerdir.
Kabir azâbının olacağına dair âyetlerden delilleri sıraladık. Hadisten delillere gelince, bu hususta, teker teker âhad olsa bile, manâca mütevâtir derecede hadisler vârid olmuştur. Bu derece meşhur olmuş yaygın haberler, istidlali ilmi gerektirir ki, kabir azâbının olacağına dair selefin de icmâı vardır.[65] Yani onlar muhtelif pek çok hadis-i şerifte bildirilen kabir azâbının olacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Çünkü Allah’ın, Rasûlüne açıkladığı hakikatleri, Rasûlullah Aleyhisselâm haber verince ondan şek ve şüphe edilmez, kesinlikle tasdiki gerekir.
Önce şunu belirtmeliyiz ki Allah Teâlâ, diğer insanlardan gizli tuttuğu, bazı hakikatleri Rasûlüne açmıştır. Rasûlullah Aleyhisselâm ise, bunlardan bir kısmını insanlara açıklamış, bir kısmını ise sadece haber vermiştir. Çünkü diğer insanlar onun gibi değillerdi. Her hakikati apaçık görmeğe ve duymağa tahammül edemezlerdi. Korkup feveran ederler ve yapacakları işleri ihmal ederlerdi. Nitekim Peygamber Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyururlar: “Eğer ölülerinizi defnetmemeniz endişesi olmasaydı, kabir azâbından (bir kısmını) sizlere işittirmesi için muhakkak Allah’a dua ederdim.”[66] Hadisin diğer rivâyetinde “…bana işittirdiğini”[67] kaydı vardır ki, Rasûlullah Aleyhisselâm bunu Neccâroğullarına ait bir hurma bahçesine girdiğinde orada bulunan, câhiliyede ölmüş birinin kabrinden bir ses (azap sesi) duymuş ve o zaman söylemiştir. [68]
Ebu’l-Hasan el-Eş’arî [69] ve Beyhakî bu hadis-i şerifi kabir azâbına delil olarak zikretmişler ve Beyhakî hadisin isnadının sahih olduğunu söylemiştir.[70]
Peygamber Efendimiz’in, ashabına ve ümmetine kabir azâbından Allah’a sığınmalarını emredişi de kabir azâbının varlığına delâlet eder. Rasûlullah Aleyhisselâm, müteaddit defâlar ashabına: “Kabir azâbından Allah’a sığınınız.” diye emretmiş[71] ve bizzat kendisi de kabir azâbından Allah’a sığınmıştır. Hatta bir defasında Benî Neccâr bahçelerinden birinde bulunan müşrik kabirlerinden azap sesini duyup, yanındakilere kabir azâbından Allah’a sığınmalarını emredince, onlardan biri: “Ya Rasûlallah, onlar kabirlerinde azap mı olunuyorlar?” diye sorunca şöyle cevap vermiştir: “Evet, onlar kabirlerinde öyle bir azapla azap olunuyorlar ki, (onların azap seslerini) hayvanlar işitir.”[72]
Bütün bunlar, kabir azâbının var olduğuna delildirler. Çünkü eğer kabirde azap olmasaydı, Rasûlullah Aleyhisselâm, ondan Allah’a sığınmayı emretmez ve kendisi de sığınmazdı. Çünkü olmayan bir şeyden Allah’a sığınmak abes olur ve hâşâ Allah ile dalga geçmek olurdu. Allah’ın Peygamberi ise böyle bir şeyle meşgul olmaz. O, ancak Allah’ın dilediği gibi konuşur ve Allah’ın emrettiği gibi hareket eder. Bu nedenle kabirde azap olmasa O’nun Rasûlü ondan Allah’a sığınmazdı.
Hâlbuki o, kıldırdığı cenaze namazında: “…Allah’ım, onu kabir azâbından koru…” diye dua etmiş[73] ve ümmetine şöyle emretmiştir: “Sizden biriniz namazı bitirdiği zaman şu dört şeyden Allah’a sığınsın: Cehennem azâbından, kabir azâbından, ölü ve dirilerin şerrinden ve Mesih Deccâl’in şerrinden.”[74] Peygamber Efendimiz bir defasında hanımı Ümmü Habibe bt. Ebî Süfyân’ın: “Allahım, beni de kocam Mühammed (S), babam Ebu Süfyan ve kardeşim Muaviye ile birlikte öldür…” diye dua ettiğini görüyor ve yaptığı duayı tasvib etmeyerek ona şöyle dua etmesinin daha iyi olacağını öğretiyor: “…Eğer Allah’a sana afiyet vermesi için duâ etsen ve Allah’dan seni Cehennem azâbından ve kabir azâbından korumasını istesen daha efdal ve daha hayırlı olurdu.” diyor.[75] Burada da yine kabir azâbından sığınma emredilmiştir.
Hz. Aişe validemize bir gün bir yahudi kadın gelir ve ona kabir azâbını zikrederek: “Allah seni kabir azâbından korusun.” der.[76] Hz. Aişe’nin kafasında bu hususta bir istifham belirir ve Rasûlullah (sav) gelince ona kabir azâbını sorar. O da: “Evet kabir azâbı vardır.” der. Hz. Âişe, bu olaydan sonra Rasûlullah Alehisselâm’ın namaz kılıp da sonunda kabir azâbından Allah’a sığınmadığını hiç görmedim, der.[77] Yani her namazın sonunda mutlaka kabir azâbından Allah’a sığınırdı.
Aynı mahiyette bir başka olayı Hz. Âişe şöyle anlatıyor: Medine Yahudilerinden iki ihtiyar kadın yanıma geldiler ve: “Muhakkak ki kabir ehli, kabirlerinde azap olunurlar.” dediler. Ben onları yalanladım. Yahudilerin yalancılığından dolayı onları tasdik etmek, bana hoş gelmedi. Onlar çıkınca yanıma Rasûlullah geldi, dedim ki: ‘Yâ Rasûlallah, Medine Yahudilerinden iki ihtiyar kadın, kabirdekiler kabirlerinde azap olunurlar, dediler.” Bunun üzerine Rasûlullah (sav) : “Doğru söylemişler, onlar öyle bir azapla azaplanır ki, bütün hayvanlar duyar.’ buyurmuşlardır.[78] Hz. Âişe’nin Yahudi kadınlardan duyduğu bu söze inanmayışı, hakkında nass olmayan bir şeyi ilk defa yahudiden duyduğu ve bu gibi hususlara Peygamber Aleyhisselâm’dan duymadıkça inanmak mecburiyetinde olmadığındandır. Rasûlullah (sav), önce Yahudilerin kabir azâbı çektiklerini biliyordu. Daha sonra Müslümanların da kabirde sorguya çekilecekleri kendisine vahyolununca, Müslümanların da kabirde azap çekecekleri sabitleşmiş oldu.[79] Ondan sonra kendisi her namazın sonunda kabir azâbından Allah’a sığındı ve ümmetine de bunu emretti.
Rasûlullah Aleyhisselâm’ın işittiği ve hayvanların da işiteceğini söylediği azap sesi, kabirde azap görmekte olan kişinin feryadıdır. Nitekim bir hadisinde Peygamber Efendimiz (sav), kabir suâlini anlattıktan sonra, kâfir ve münafıklar cevap veremeyince onlara yapılan azâbı şöyle anlatır: “Sonra demirden bir tokmakla ensesine öyle bir vurulur ve kâfir yahut münafık öyle bir bağırır ki, insan ve cinden başka ona yakın olan her şey, onun feryadını işitir.”[80] Diğer bir hadiste, bu vuruşun etkisiyle kabirdekinin toprak olacağı ve tekrar ruhu kendisine iade edilerek azâba devam edileceği bildirilmiştir.[81] İnsan ve cinlerin bu azâbı duymamalarının sebebi, onların mükellef olmalarıdır. Onlar, görmeden Allah ve Rasûlünün haber vermesiyle inanacaklardır. Yoksa görseler ve duysalardı, dünyaya imtihan için gelişin gayesi gerçekleşmemiş olurdu.
Kâfir ve münafıkların kabirlerinde azap gördüklerine, Ebu Eyyub el-Ensâri’den rivâyet edilen şu haber de delildir. Ebu Eyyub şöyle anlatıyor: Bir gün güneş battıktan sonra Rasulullah (sav) dışarı çıktı ve bir ses işitti. Bunun üzerine: “Yahudiler kendi kabirleri içinde azap olunuyorlar.” buyurdu.[82] Enes b. Mâlik de şöyle anlatıyor: “Bir gün Rasûlullah (sav) ile Baki mezarlığında yürürlerken Rasûlullah (sav), Bilâl’e: “Ey Bilâl benim duyduğumu duymuyor musun?” diye sordu. Bilâl: “Ey Allah’ın Rasûlü, duymuyorum Vallahi.” deyince Rasulullah (sav): “Duymuyor musun, şu kabirlerin sahipleri (yani kabrin içindekiler) azap olunuyorlar.” demiştir ki, kastettiği kabirler, câhiliyede ölmüş kişilerin kabirleriydi.[83]
Bütün bu hadis-i şerifler, mü’min olmayanların kabir azâbı çektiklerine apaçık delildir. Rasûlullah Aleyhisselâm’ın müşriklere şu şekilde bedduâ etmesi de kabir azâbının varlığına ve müşriklerin kabirde azap gördüklerine delildir. Hz. Ali’den rivâyet olunduğuna göre: Rasulullah (sav), Hendek Savaşı günü müşrikler hakkında şöyle dedi: “Bizi meşgul edip de ikindi namazını kılmaktan, güneş batıncaya dek alıkoydukları için Allah, onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun.”[84] Şâyet kabirde hayat ve azap olmasaydı Peygamber Efendimiz (sav) bu şekilde beddua etmezdi. Onun müşriklere bedduâsı, zaten mevcut olan azaplarının artırılması içindir.
Peygamber Efendimiz’in, Ehl-i Kalib’in (Bedir harbinde öldürülüp de bir çukura doldurulan müşriklerin) halini bilip onlara: “Rabbinizin size va’dettiğini (azâbı) hak (gerçek) olarak buldunuz mu?”[85] diye hitap etmesi de kabirde müşriklerin azap çektiklerine delildir. Çünkü eğer onlar, kabre girer girmez azap görmeğe başlamamış olsalardı, Peygamber Efendimiz (sav) onlara bu şekilde hitap etmezdi.
Yine Rasûlullah Aleyhisselâm, kabrin ya Cennet bahçelerinden bir bahçe yahut da Cehennem çukurlarından bir çukur olduğunu haber vermiş[86] ve: “Dünya kâfirin cenneti, kabir azap yeri ve Cehennem de en son varacağı yerdir.”[87] buyurmuştur.
Böylece, kâfirlerin kabirlerinde azap gördükleri kesinlikle sabit olmuş oluyor. Acaba mü’minlerden de kabrinde azap görecek olanlar var mı?
Bu konudaki hadislerden günahlarından ötürü tevbe etmeden ölenlerin berzah hayatında günahlarına göre türlü çeşit azap gördükleri anlaşılmaktadır. Peygamber Efendimiz (sav), bir gece rüyasında kabirlerinde azap gören günahkârlardan pek çoğunu görmüş ve ashabına anlatmıştır.[88] Aynı şekilde İsrâ ve Mi’râç gecesinde de kendisine berzahta azap çekenlerden bazıları gösterilmiştir.[89] Hz. Peygamber (sav) in rüyası, rüyâ-i sâdıka ve vahiy olduğuna göre, günahkâr müminlere de kabir azâbı vardır. Allah Teâlâ’nın affettikleri müstesna tabii.
Şu hadis-i şerif de âsi mü’minlere kabir azâbı olduğuna ve azaplarını kabirlerinde çektiklerine delildir: “İbn Abbas’tan, şöyle anlatır: Nebi Aleyhisselâm, iki kabre rastladı ve şöyle buyurdu: “Bunların ikisi de azap görüyorlar. Bunlar büyük günahtan ötürü azap görmüyorlar (Yani yaptıkları günah insanlar indinde büyük günah sayılmaz, ama Allah indinde büyüktür.) Sonra şöyle buyurdu: “Evet, onlardan biri koğuculuk yapıyordu (insanlar arasında söz taşıyordu). Diğeri ise küçük abdestinden korunmuyordu.” Abdullah b. Abbas dedi ki; sonra Peygamber Aleyhisselâm bir yaş dal alıp ikiye böldü ve bunları kabirlerin üzerine dikti. Sonra şöyle dedi: “Ümit edilir ki, bunlar kurumadıkça onların azapları hafifletilir.[90]
Adam öldürme, zina ve hırsızlık gibi büyük günahlar yanında pek küçük kalan bu iki günahtan ötürü kabirde azap olduğuna göre, daha büyük günahlar için de elbette azap vardır kabirde. Ve günahın çeşidine, büyüklüğüne göre azap da değişik olacaktır.
Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir haberde de Rasûlullah Aleyhisselâm’ın, bir kabre uğradığı ve: “Bana iki tane yaş dal getirin.” dediği, getirilen bu dalların birini kabrin baş tarafına diğerini de ayak tarafına diktiği bildirilmektedir. Kendisine: “Ey Allah’ın Rasûlu, bu ona (ölüye) fayda verir mi?” diye sorulunca Peygamberimiz (sav): “Yaş olarak kaldıkları müddetçe ondan kabir azâbından bir kısmının hafifletilmesi umulur.” buyurmuşlardır.[91]
Bütün bu hadis-i şerifler ve -konuyu fazla uzatmamak için burada zikretmediğimiz- daha pek çok hadis-i serif, kabirde kâfire ve âsi, günahkâr mü’minlere azap olacağına delâlet etmektedir. Ve Rasûlullah Aleyhisselâm, kabir azâbından duyduğu ve gördüklerini haber vermektedir ki, hadislerin hepsi “kabir azâbının varlığını bildirmek” hususunda tevâtür derecesine ulaşmaktadırlar. Haber verilen husus da aslında mümkün olan işlerdendir. Böyle konularda mütevâtir haber kesin delildir ve haber verilenlerin doğruluğunu ve mutlaka meydana geleceğini ifade eder.
Yukarıda sıraladığımız âyet ve hadisler kabir azâbının mutlak olarak varlığına delâlet etmektedir. Bu sebeple kabir azâbının varlığına inanmak zaruridir ve bunu inkâr etmek küfre götürür. Ama kabir azâbının varlığını tasdik ettikten sonra, bunun yalnız ruhi veya hem ruhi hem de bedenî olacağı hususu gibi -hakkında kesin delil olmayan- keyfiyeti hususunda ileri sürülen görüşlerdeki farklılık insanı küfre götürmez. Çünkü bunlardan her hangi birine nasslarda açık delâlet yoktur, sadece işaretler vardır.[92]
Bu gibi -nasslarda açıklık bulunmayan- hususlarda izlenecek en doğru yol, üzerinde akıl yürütmemek ve işi Allah’a havale etmektir. O, nasıl dilerse öyle yapar, çünkü O’nun gücü her şeye yeter demektir. Ancak insanoğlu, kendine verilen eksik ve ölçülü, sadece kulluk vazifelerini idrak edip yapması için verilmiş olan aklıyla her şeyin üstesinden gelmek ister. Onun için bu konuda da akıl yürütülmüştür. Hatta o büyük (!) akıllarına dayanarak kabir hayatını imkânsız gören ve tümüyle inkâr edenler de çıkmıştır.
KABİR AZABIYLA İLGİLİ ŞÜPHELER VE CEVAPLARI
Bu bölümde de güya Kur’an’a dayanarak[93] Kabir azabını inkâr edenlerin itirazlarına Ehl-i Sünnet âlimlerimizin verdikleri bizce muknî cevapları sizlere iletmiş olacağız.
ŞÜPHE: “Kabirden kalkışın anlatıldığı Yâsin sûresinin 52. âyet-i kerimesinde “Bizi uykumuzdan kim kaldırdı.” buyrulmuştur. Bu ayet-i kerime gösterir ki, kabir hayatı ve azabı uyku gibi bir şeydir. İnsan uykusunda kâbus gördüğünde nasıl sıkıntı çekiyorsa onlar da kabirde uyurlarken bir azap kâbusu görürler ve onun sıkıntısını çekerler. Yoksa kabirde gerçek bir azap yoktur.”
CEVAP: “Sûr’a (ikinci defa) üflenince, bir de bakarsın, (ruhları bedenlerine iâde edilerek) kabirlerden çıkmış, Rablerine doğru akın akın gitmektedirler.(Yeniden dirilişi inkâr edenler pişmanlık içerisinde) bize yazıklar olsun! Bizi kabirlerimizden kim kaldırdı (çıkardı)? derler. (Onlara cevap olarak:) Bu, Rahmân’ın vadettiği ve doğru sözlü elçilerin haber verdikleri şeydir (yeniden diriliştir) derler. O (kabirlerden diriliş), yalnızca bir tek sayha’dan (Sûr’a üflemekten) başkası değildir. Bir de bakarsın, (hesap ve cezâ için) hepsi birden toplanıp huzurumuza çıkarılmışlardır. İşte bugün hiç kimseye zulmedilmez ve (dünyada) yapmış olduğunuz şeylerden başkasıyla karşılık görmeyeceksiniz.”(Yâsin Sûresi: 51-54)
Allah Subhânehu ve Teâlâ, yeniden diriliş, hesaba duruş ve kabirlerden kalkış için Sûr’a üflenmesini emrettiği zaman, âhiret gününü, yeniden dirilişi ve hesabı inkâr edenler, yalanladıkları şeyi gördüklerinde şöyle derler: “…bize yazıklar olsun! Bizi kabirlerimizden (Min merkadinâ) kim kaldırdı (çıkardı)?” (Yâsin Sûresi: 52) Merkad” kelimesinin aslı; Arapçada yatak, döşek anlamına gelir. Lisânu’l-Arab adlı kitapta şöyle gelmiştir: “Merkad, muddaca’ (yatak, döşek) demektir.”[94] İbn-i Âşûr şöyle demiştir:”Merkad; uyuma ve dinlenme yeridir. Rekâd’in hakikati ise, uykudur. Rekâd, uyuyan kimsenin hâline benzediği için, ölüm ve kabirde uyumaya rekad denmiştir.”[95]
Âhiret gününü ve yeniden dirilişi inkâr edenlerin, kabirlerini “merkad” olarak ifâde etmeleri, “kabirlerinde azap görmediler” anlamına gelmez. Aksine böyle ifâde etmeleri, kıyâmet günü ile mahşerin dehşetini gördükleri için akılları başlarından gitmiş olması ve korkuya kapılmaları sebebiyledir. Öyle ki gördükleri kabir azabı, kıyâmet gününün dehşeti ve sonrasındaki azabın büyüklüğü karşısında onlar için bir yatak ve döşek gibi olmuştur.
İbn-i Kesîr bu konuda şöyle demiştir: “Bu, onların kabirlerinde gördükleri azabın olmadığı anlamına gelmez. Çünkü kabir azabı, onlar için kabir hayatından sonraki merhaleye göre döşekte uyumak gibidir.”[96]
İmam Şevkânî bu konuda şöyle demiştir: “(Âhiret gününü ve yeniden dirilişi inkâr edenler) Kıyâmet gününün dehşetini gözleri ile görmeleri ve korkuya kapılmaları sebebiyle akılları başlarından gittiği için kendilerini uykudaymış gibi zannederler.” [97]
İbni Abbas, İmam Katade, Ubeyy b. Ka’b ve Ebu Salih gibi bir kısım âlimler bu ayet-i kerimeyi şöyle izah etmişlerdir: Sûra iki defa üfürülecektir. Birinci defa sûra üfürüldüğünde kabirdekilerin azabı kaldırılır ve ikinci üfürüşe kadar bir uykuya dalarlar. İki üfürüş arasında kırk yıllık bir süre vardır. Bu sürenin kırk yıl olduğu, Müslim ve Buhâri’nin Ebu Hureyre’den rivayet ettikleri hadis-i şerifle sabittir. İşte ilk sûr’a üfürülme ile ikinci defa üfürülme arasındaki bu kırk sene içinde kabir azabı kaldırılır ve ölüler uykuya dalmış gibi bir hâlde bulunurlar. “Bizi uykumuzdan kim kaldırdı?” şeklindeki sözlerini bundan ötürü söylerler. Demek, ismini zikrettiğimiz bu âlimlere göre, onların, “Bizi uykumuzdan kim kaldırdı şeklindeki sözleri kabir azabının uyku gibi olduğuna delil değildir. Bilakis iki sûr arasındaki 40 senelik zaman diliminde uykuya benzer bir hayatın olduğuna delildir. Kabir ehli iki sûr arasında azap kaldırılıp 40 sene uyuduktan sonra bu sözleri söylerler.
Bununla birlikte, İmam Taberi ve İbni Kesir gibi âlimlere göre, bu iki sûr arasında dahi kabir azabı kaldırılmamaktadır. Bu âlimlere göre, kabir ehlinin, “Uykumuzdan bizi kim kaldırdı?” şeklindeki sözleri kabir azabının cehennem azabına göre uyku gibi hafif görüleceğindendir. Onlar ahiret azabını gördüklerinde kabirlerinde çektikleri azabı uyku gibi hafif görürler de bu sözü söylerler.
Bu bölümü Fahruddin Razi’nin tespitiyle noktalayalım: “Onların, “Bizi uykumuzdan kim kaldırdı?” sözünün manası “Allah bizi vaat edilen o dirilişle mi diriltti yoksa biz uyuyorduk da uyandırıldık mı?” şeklindedir. Bu tıpkı şuna benzer: Bir insana gücünün yetmeyeceği bir düşmanının gelmesi vaat edilse, sonra da bu insan korkunç bir adamın kendisine doğru yürüdüğünü görse ödünün kopması ve kendi kendine, “Bu o mu yoksa değil mi?” demesi gibidir. Ayetin manasının böyle olduğuna onların “uyuduğumuz yerden” ifadesi delalet eder. Çünkü onlar kabirlerini uyku yeri sanmışlardır. Bu, onların uyuyup da uyandırıldık mı yoksa ölüler olduktan sonra mı diriltildik hususunda şüphe ettiklerini gösterir. Fakat zannı galipleri bu işin yeniden bir dirilme olduğu yönündedir. Çünkü onlar bu iki ihtimali bir arada düşünmüşler, bunun kendilerine vaat edilen o diriliş olduğunu sandıklarına bir işaret olmak üzere, “Bizi kim kaldırdı?” demişler. Uykudan uyanmış oldukları ihtimaline bir işaret olmak üzere de “uyuduğumuz yerden” demişlerdir.”[98]
ŞÜPHE: 3.000 yıl önce ölen kişi kıyamete kadar kabir azabı ya da lütfuyla karşılaşacak. Ya kıyamet anında ölen kişi ne olacak, o kabir azabını falan görmeyecek mi? Hz. Âdem zamanında ölen ile Hz. Muhammed zamanında ölen aynı azaba mı çekilecek? Daha sonra ölen daha avantajlı mı oluyor?
CEVAP: Kabir azabı, Peygamberimiz’in bildirdiğine göre, günahkâr müminler ile kâfir olarak ölenler içindir. İster mümin ister kâfir olsun, başına ne gelirse günahlarının affına sebep olacaktır. Bela, musibet, hastalık, sıkıntı gibi şeyler insanların günahlarının hafiflemesine sebep olmaktadır.
Bir mümin bu dünyada günahkâr olarak yaşar, fakat başına gelen musibetler onun günahlarının azalmasına sebep olacaktır. Kabir de çektiği azaplar da yine günahlarına kefaret olup onları siler.
Aynen bunun gibi, Allah adili mutlak olduğu için kâfir kullarının başına gelen musibetler de cehennemdeki azaplarının azalmasına sebep saymaktadır. Aynı günahı işleyen ve kâfir olan iki kişiden biri musibete uğrasa diğeri uğramasa, musibete uğrayanın azabı diğerine göre hafifleyecektir.
Kâfir cehennemde sonsuza dek kalacağı için cennete giremeyecek, ama ister bu dünyada isterse kabirde çektiği sıkıntı ve azaplardan dolayı, cehennemdeki azabının şiddeti hafifleyecektir.
Bu sebeple kabirde çok kalıp çok azap çeken, az kalıp az azap çekene göre daha kötü olmayacaktır. Belki de ahirette bu durumunu öğrenince çok memnun olacaktır.
İnsanların hayatı ve geçirdiği zaman birimleri aynı değildir. Mesela, birkaç dakikalık rüyada günler, aylar ve yıllar geçmiş gibi geliyor. Bazen de yeni yatıp kalkmış gibi bir gecenin nasıl geçtiğini fark edemiyoruz. Bunun gibi kabre erken giren bir insan, ahirette yeni kalkmış gibi olabilir. Bir diğeri ise birkaç sene kabir de kalır, ama binler sene kalmış gibi azap çekebilir. İşte kabre erken veya geç gitmek kişiye, günahına ve durumuna göre değişebilir. Allah orada da uyku ve rüyada olduğu gibi bir durum yaratabilir.
Azabın şiddeti değişik olabilir. Bir volt ile milyon voltun derecesi bir olmadığı gibi, mum ateşiyle güneş ateşi de bir değildir. Kabirde de herkesin durumuna göre ayrı ve çeşitli azaplar olabilir. Kabire geç giden birisi çok kısa zamanda şiddetli azap ile erken giden birisi kadar ceza çekebilir.[99]
Hz. Âdem zamanında ölen ile Hz. Muhammed zamanında ölen aynı azaba mı çekilecek? diyenlere, her şeyden önce “Allah’ın adaleti” meselesinin basit ölçülerle ele alınamayacağını belirtelim. Bu dünyada 50, 60, bilemediniz 100 senelik bir ömür süresince küfür içinde yaşayanların, bunun karşılığında sonsuz bir azaba çarptırılması hangi maddî/beşerî adalet ölçüsüyle izah edilebilir? Cehennem hayatının kâfirler için de ebedî olmadığını söyleyenlerin bu mülahazayla hareket ettiğini biliyoruz. Ancak burada hesabın yanlış yapıldığını görmek durumundayız.
Kabir azabının, kabirde kalış süresiyle bağlantılı düşünülmesi bu bakımdan ayrıca izaha muhtaçtır. Mesele böyle ele alındığında, daha önce ölenin azabının biraz daha hafif, sonra ölenin daha ağır tutulup, aradaki zaman farkının azabın şiddetiyle dengelenmesi şeklinde cevaplar verildiğini biliyoruz.
Keza kişinin kabirde gördüğü azabın şiddetine bağlı olarak cehennemdeki azabının şiddetinin değişiklik göstereceği söylenmiştir. Yani kabirdeki azabı şiddetli olan, kabirde daha kısa süre azap görene oranla cehennemde biraz daha hafif azaba çarptırılacaktır. Ancak bunların aklî izahlar olup kesinlik arz etmediğini unutmamak gerekir.[100]
ŞÜPHE: İnsan kabirde nasıl sorguya çekilir? Melekler nasıl insanları karşısına oturtup hesaba çeker, soru sorup cevap alır? O, bu daracık yerde ve üzeri tamamen toprakla örtülü olduğu halde bu nasıl olabilir? Peki demir sopalarla nasıl dövülebilir, hâlbuki biz onun kabrini açıp da baksak onun üzerinde en ufak bir darp ve işkence izi göremeyiz?”
CEVAP: Buna şöylece cevap verebiliriz: Bu tür vesveseler insana Allah Teâlâ’nın kudretinden gafil olması ve Berzah Âlemi’ni Dünya âlemine kıyas etmesi sebebiyle gelir. Böyle bir kıyas hatalı bir kıyastır ki bu hatanın kaynağında âhirete ilgili hususları yeterince bilmeme ve ölümün mahiyetini doğru bir şekilde anlayamama vardır.
Ölüm külliyen bir yok oluş değildir, bilakis bir hayattan bir başka hayata geçiştir; tıpkı bir çocuğun anne karnından dünya hayatına geçişi gibi. Çocuk anne karnında iken gayet rahat ve ferah içerisinde yaşar, yer-içer, ama onun yeme-içmesi doğduktan sonra yiyip-içmesiyle aynı değildir, teneffüs de etmektedir ancak farklı bir yolla bunu yapmaktadır. Biz insanı dünya hayatından tekrar daha önce yaşadığı anne karnına, o daracık mekâna geri çevirmek, o hayat şartlarında yaşatmak istesek ve ağız yoluyla yeme içmesini kessek, onun göbek bağı vasıtasıyla beslenmesini istesek muhakkak boğulup ölecektir. Bu kıyas apaçık ortada iken berzah (kabir) âlemi dünya âlemine nasıl kıyas edilebilir?
Yine önümüzde küçültülmüş bir örnek durmaktadır ki o da uykudur. Cenab-ı Hakk uykuyu şu ayet-i kerimesinde vefat ve ölüm olarak isimlendirmiştir: “Allah, o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkor, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.”(Zümer, 42)
Cenab-ı Hakk insanların ecelleri gelip de ömürleri sona erdiği zaman onların ruhlarını almak suretiyle vefat ettirdiğini haber vermektedir. İşte bu, hakiki, kâmil manadaki ölümdür. Bir de gerçekte ölmemiş olan insanlara da uykularında vefat halini yaşatır ki, buna da küçük ölüm denir. Çünkü insan uykuda iken adeta ölü gibidir. Uyuyan kişi uyanıncaya kadar görememektedir, işitememektedir, etrafında olup bitenleri hissedememektedir; bu yönüyle uyku ölüme benzemektedir.
İşte Cenab-ı Hakk bu küçük ölümü, tekrar diriltilmeye (ba’s ve neşr) bir delil kılmıştır. İnsan uyuduktan sonra nasıl tekrar uyanıyor ve bilinci yerine geliyorsa aynı şekilde ölür, Allah ölümünden sonra hesaba çekilmek ve yaptıklarının karşılığını görmek üzere onu tekrar diriltir. Bu sebeple Hazreti Peygamber uykudan uyandıkları vakit şöyle derlerdi: “Ölümden sonra bize tekrar hayat bahşeden Allah’a hamd-ü senalar olsun, dönüş ancak onadır.”[101]
Cenab-ı Hakk’ın “Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar” kavl-i şerifinin manası ölenlerin ruhlarını katında alıkoyar bedenlerine geri dönmelerine müsaade etmez demektir. “Diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir” kavl-i şerifi ise uyku suretiyle ölüm halini tadanların ruhlarını uyandıklarında bedenlerine geri gönderir şeklinde anlaşılmalıdır. Bunda ibret ve mev’iza (nasihat) vardır.
Kabirde azab veya mükafat görme meselesini zihnimizde daha somut hale getirmek ve daha iyi anlaşılmasını sağlamak maksadıyla şöyle bir misal verelim: İki kişinin aynı odada uyumakta olduğunu düşünelim. Birincisi rüyasında şunu görüyor: Sıkıntı içerisindedir, fakirlerin yaşadığı bir semtte oturmaktadır, hayatı boyunca fakirliğinden yoksulluğundan dolayı rahat yüzü görmemiştir. Aradan seneler geçer ve Allah kendisine bolca nimetler verir, rızkını öyle genişletir ki hayal edilemeyecek bir noktaya ulaşır. Yüz binler ve milyonlarla ifade edilebilecek çok büyük bir mal varlığına sahip olur.
Kendisine çok büyük bir köşk yaptırır. Köşkün yemyeşil, geniş, bakımlı, ağaçlarla, çiçeklerle, meyvelerle dolu bahçeleri vardır, kendi hizmetinde çalışan, kendisine harikulade lezzetli yemekler, canının çekebileceği her şeyi sunan hizmetçiler vardır, sadece hükümdarların sofralarında bulunan yemekler sunulmaktadır, harika döşekler, minderler, şahane koltuklar, akıllara durgunluk verecek meclisler, köşkün bahçelerinde nehirler gibi akan su pınarları… Fakirliği ve onun türlü sıkıntılarını tattıktan sonra azgın, şımarık, büyük zenginler gibi çok lüks bir hayat yaşar, çok güzel kadınlarla evlenir, oğulları ve kızları olur, hayatında çok büyük bir değişiklik olmuştur, adeta cahim’den sonra naim’i tatmıştır. Bütün bunları rüyasında, yatağında yatıyorken yaşamaktadır.
Aynı odada bu arkadaşıyla yan yana yatmakta olan ikinci kişiye gelince; o da uykuya dalıp gittiğinde rüyasında şunu görmektedir: Çok sertçe vurulan bir kapının arkasındadır, korkarak çıkıp kapıyı açtığında, karşısında emniyet güçlerinden ve polislerden oluşan bir grup buluyor. Tepeden tırnağa silahlandırılmış olan bu kişiler kapı açılır açılmaz içeri dalıp evin her tarafını kuşatıyorlar, bir kötülük yapacakları gözlerinden okunuyor zaten ve onu görür görmez hemen ellerini ve ayaklarını kelepçe ve zincirle bağlıyorlar, gözlerini de kapatıp beraberlerinde onu polis merkezine götürüyorlar. O ise haykırıyor; “ben ne yaptım? Suçum ne? Beni neden hapse atıyorsunuz?” Onlar alay ederek gülüyorlar ve diyorlar ki: “İşlediğin o çirkin cürmü bilmiyor musun? Sen katilsin, sen bir canisin, mücrimsin, filan kimsenin kanını akıttın, katlettin, sonra da suçunu gizleyebilmek için onun cesedini demir yoluna trenin önüne attın, ancak sen onu öldürürken birçok insan bunu gördü ve şahitlik ettiler ki katil senden başkası değil, sensin…”
Bu durum karşısında haykırmaya ve suçsuz olduğuna, bu hadiseden habersiz olduğuna, adam öldürmekle suçlandığı günde evinden dışarıya hiç çıkmadığına dair çok ağır yeminler etmeye başlıyor.
O gece hapse atılıyor, hem de daracık bir hücreye konuyor. Sabahleyin hapisten alınıp mahkemeye çıkarılıyor. Mahkeme huzurunda adam öldürdüğü suçlaması mahkeme heyetine arz ediliyor -tabi o inkâr etmektedir-. Suçlamalar karşısında diyor ki: “Allah’a yemin ederim ki benim bu mesele hakkında bilgim yok, bu bana yöneltilen bir suçlamadan öte bir şey değil, ben suçsuzum, ben bu işten uzağım.” Uzun süren yargılama süreci neticesinde –ki her seferinde hapisten alınıp mahkemeye getiriliyor ve mahkeme sonrası tekrar zindana; o daracık hücreye atılıyor- üç hâkimce de suçun sabit olduğuna hükmedildi. Zira duruşmalara katılan çok sayıda şahit, mahkeme reisinin ve üç hâkimin huzurunda açıkça dediler ki: “Evet cinayeti işleyen kişi, katil, bu adamdan başkası değildir.”
Hâkimlerin müzakereleri neticesinde hüküm kesinleşir; işlediği katl cürmü sebebiyle asılarak idam edilecektir. İdam cezasının infaz edileceği gün de belirlenir. O gün gelince hücreden çıkarılır idam edileceği yere getirilir, yağlı urgan boynuna geçirilir, kalabalık bir insan topluluğu önünde suçu ve cezası bir kez daha yüzüne okunur, artık hükmün uygulanmasına mani bir durum kalmamıştır sadece ipin çekilip de idam sehpasından aşağıya düşüvermesi kalmıştır.
Tam bu korkunç sona varacağı sırada uykusundan uyanıverir. O anda kendisi gördüklerinin korkusundan tir tir titremekte ve şunu demektedir: Elhamdülillah, ya rabbi sana şükürler olsun ki bu bir rüyaydı, gerçek bir şey değildi.
İşte bunlar her iki şahsında rüyalarında gördükleri olaylardır. Onların yüzlerinden örtüyü açsak da biz birinci şahsın fakirlikten sonra kavuştuğu zenginlik sebebiyle duyduğu neşe ve mutluluğu göremeyiz. Aynı şekilde ikinci şahsın o korkunç sona doğru gidiyor olmaktan dolayı duyduğu endişe, korku ve sıkıntıyı da göremeyiz.
Peki, akıllı olan bir insan Allah’ın kudretini ve kabri sahibine göre; dilerse cennet, dilerse cehennem yapabilmesini nasıl imkânsız görür? Nasıl idrak edemez ki? Uyku, kabirde insanın başına gelecekler için en basit bir örnektir.[102]
ŞÜPHE: Kabir azabıyla ilgili hadisler ya uydurmadır ya da uydurmaya yakın zayıf rivayetlerdir. Mesela, Hz. Peygamber’in, “Cenaze insanların omzunda taşınırken o kişi eğer salihlerden ise, ‘Beni çabuk götürün, beni çabuk götürün’ der. Eğer salih bir kimse değilse, ‘Eyvah! Bunlar beni nereye götürüyor!’ der ve o esnada feryadını –insanlar hariç- bütün varlıklar duyar. Eğer o feryadı insanlar duysaydı hepsi düşüp bayılırdı” (Buhârî, “Cenâiz” 53, 91) şeklindeki hadisle ilgili olarak, “İşin enteresan tarafı mademki
bu sesi cenazeyi taşıyanlar ya da etrafta bulunan insanlar bile duyamıyorlar, o takdirde ölü kişinin, ‘Eyvah bunlar beni nereye götürüyor?!’ demesinin ne anlamı var”[103]
CEVAP: Bu şüpheyi ortaya atan Mehmet Okuyan, kabir azabıyla ilgili hadislerin tümünü en iyimser ifadeyle sıhhatsiz saymaktadır.[104] Oysa bu hadislerin hemen tamamı Kütüb-i Sitte’de yer almaktadır. Bizce kabirde azap ve mükâfatla ilgili onca hadisi bir çırpıda yok saymak gerçekten çok büyük bir cesaretin ifadesidir. Belli ki Okuyan’a göre onca hadisin, onca ravinin ve yine onca müfessir ve mütekellimin bu konuda söylediklerinin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Oysaki bu konuda müstakil çalışma yapan Kasım Oğan’ın tespiti şöyledir: “Kabir azabının olacağından bahseden on yedi rivayet tespit edebildik. Bunlardan on dört tanesinin ‘sahih’; bir tanesinin ‘hasen sahih’; iki tanesinin ‘hasen garip’; olduğu anlaşılmaktadır. Kabirde azap şekillerinden bahseden üç rivayet tespit edebildik. Bu üç rivayetin de ‘sahih’ olduğu anlaşılmaktadır. Kabir azabını artıran amellerden bahseden iki rivayet tespit edebildik. Bu iki rivayetin de ‘sahih’ olduğu anlaşılmaktadır. Kabir azabını kaldıran ya da hafifleten amellerden bahseden altı rivayet tespit edebildik. Bunlardan dört tanesinin ‘sahih’; bir tanesinin ‘hasen sahih’; bir tanesinin de ‘hasen li gayrihi’ olduğu anlaşılmaktadır. Kabrin nimet olasıyla ilgili beş rivayet tespit edebildik. Bunlardan dört tanesinin ‘sahih’; diğerinin ise ‘zayıf’ olduğu anlaşılmaktadır.” [105]
Âlimlerimize göre, hadîs kitaplarında, kabir azabına dair, manevî tevatür derecesine ulaşan pekçok hadîs mevcuttur. Bu konuda Taftâzânî şöyle demektedir: “Sonuç olarak bu ve bunun gibi ahiret halleri konusundaki hadisler, her ne kadar tek tek her biri âhâd rivayetler olsa da, topluca ele alındığında ma’nen mütevatir derecesine varmıştır.”[106]
Süleyman Toprak’ın tespiti de şöyledir: “Bütün bu hadis-i şerifler ve -konuyu fazla uzatmamak için burada zikretmediğimiz- daha pek çok hadis-i şerif, kabirde kâfire ve âsi, günahkâr mü’minlere azap olacağına delalet etmektedir. Ve Rasûlullah (sav), kabir azabından duyduğu ve gördüklerini haber vermektedir ki, hadislerin hepsi ‘kabir azabının varlığını bildirmek’ hususunda tevatür derecesine ulaşmaktadırlar. Haber verilen husus da aslında mümkün olan işlerdendir. Böyle konularda mütevatir haber kesin delildir ve haber verilenlerin doğruluğunu ve mutlaka meydana geleceğini ifade eder.’[107]
Bu mesele bir tarafa, Okuyan kimi hadisleri yanlış yorumlamaktadır. Mesela, Hz. Peygamber’in, “Cenaze insanların omuzunda taşınırken o kişi eğer salihlerden ise, ‘Beni çabuk götürün, beni çabuk götürün’ der. Eğer salih bir kimse değilse, ‘Eyvah! Bunlar beni nereye götürüyor!’ der ve o esnada feryadını –insanlar hariç- bütün varlıklar duyar. Eğer o feryadı insanlar duysaydı hepsi düşüp bayılırdı” (Buhârî, Cenâiz, 53) şeklindeki hadisle ilgili olarak, “İşin enteresan tarafı mademki bu sesi cenazeyi taşıyanlar ya da etrafta bulunan insanlar bile duyamıyorlar, o takdirde ölü kişinin, ‘Eyvah bunlar beni nereye götürüyor?!’ demesinin ne anlamı var” şeklinde bir eleştiride bulunmaktadır.
Ancak bu eleştirinin basit ve hatta yersiz olduğu açıktır. Çünkü söz konusu hadis, ölü kimsenin sesinin veya feryadının yaşayan insanlar tarafından duyulup duyulmaması meselesiyle ilgili değildir. Dahası bu hadis, ölen kimsenin iyi ve kötü amellerine göre karşılaşacağı akıbet hakkında bir fikir vermeye yöneliktir.
Eğer ölü kişinin söylediği sözü yaşayan insanların duymaması anlamsız ve dolayısıyla bahis konusu hadis de manasız ise, o takdirde, “Onlardan birine ölüm gelip çattığı zaman, ‘Rabbim! Beni dünyaya geri gönder[in] de, geride bıraktığım dünyada güzel işler yapayım’ der.” (Mü’minûn, 99) mealindeki ayet de -hâşâ- anlamsızdır. Çünkü bugüne değin, ölen herhangi bir kâfirin böyle bir söz söylediğini duyup işiten kimse
olmamıştır.
Okuyan, Enes b. Mâlik’ten gelen bir hadiste, “Kâfir ve münafığın başına kabirde demir çubukla vurulur”[108] şeklinde özetlenebilecek bir ifadeye yer verilmesini de şöyle eleştirmektedir: Melekler, demir çubukları nereden buluyorlar? Demiri insanlar bulduğuna ve bu buluş da ilk insanlara göre sonraki dönemlerde gerçekleştirildiğine göre acaba demirin bulunmadığı dönemlerde meleklerin ellerine neler aldığı da merak konusudur.[109]
Bu alaycı ve aynı zamanda komik eleştiriye, misilleme tarzında bir eleştiriyle şöyle cevap verilebilir: Melekler o demir çubukları, Hacc 21. ayette sözü edilen“demir topuz” deposundan veya Dehr 4. ayette bahsi geçen “zincir ve demir bukağı” fabrikasından(!) tedarik ediyorlar.[110]
Yazı dizimizin ‘Kabir Azabı’ ile ilgili bölümünü Mehmet Emin Akın hocanın şu derinlikli tespitleriyle bitirelim: “Kabir hayatında insanların ruhlarıyla ilgili hiç bir bilginin olmadığını söylemek ne kadar yanlışsa, ruhların ölümden sonra hiçbir imtihandan geçmediklerini ve sorguya tutulmadıklarını söylemek de yanlıştır. Aklen buna bir engel zaten yok. Bu dönemi uykuya benzetmek mecâzîdir. Yoksa ruhun hayatta kaldığı bir zamanı, boş anlamsız ve sınavsız bir zaman kabul etmek doğru değildir. Bu anlayış’ın, cehennem ve cennetle ilgili haberlerin ve ruhun kıyametten sonra nasıl bir durumda olacağına dair şüphe ileri süreceğini kesinlikle bilmeliyiz. Bu açık ve kesin delâletlere rağmen, Kur’an kavramlarını çarpıtmak Arap Dili’ne ve ilme saygısızlıktır.
TV ekranlarında “kabir azabı” hakkında Allah’ın Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabını yalanlayarak çıkan efendiler; İslamî ilimleri, âlimlerimizi ve de selefin tamamını tahkirden ve terzilden de öte, Hadis imamlarına çok büyük bir haksızlık ve kadirbilmezlik ediyorlar. Keşke bunu bilselerdi de hevalarına bu kadar mağlup olmasalardı. Yenilikçi, Modern ve Naturalist Kur’an yorumculuğunun eleştiri kabul etmeyen “kibr”i, İslamî ilimlerin haysiyetini hiçe saymıştır. Haysiyetine bu kadar saldırdıkları ilim ve bu ilmin “menhec”i, “kaideleri” ve “usûl”ü; bize Kur’an’ı ve Sünnet’i sağlam bir şekilde getirmiştir.
Kur’an’ı bize getiren, asla bu sapkın te’viller ve Batınî tahrifler olmamıştır. Batınîlik; tarihî intikamını almak için Rasul’ün (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnetini ve sahabeyi Kur’an’dan ayırarak ve onları Kur’an’a düşman göstererek İslam’ın bütün i’tikadî ve fıkhî binasını yıkmak istiyor. “Sahabe’nin yalanlanması projesi”; “kabir azabı” “şefaat” “kader” ve benzeri konuları bize rivayet eden hadisleri inkâr edip bunu Kur’an’a aykırı göstererek; sahabeyi Kur’an’a karşı saygısızlık eden bir topluluk olarak gösterilmesinin ve de tekfirinin yolunu hazırlıyorlar. Bu proje temelde iki, zümreye hizmet etmektedir: Şia ve Yahudiler.
Rafızîler bazı sahabileri istisna ederek diğerlerini ve özellikle de üç Halife’nin kâfir ve mürted olduklarına inanmaktadırlar. Dolayısıyla sahabeden gelen birçok hadisi, Kur’an’a aykırı görme ve Kur’an vahyi dışında bir din inşa etme olarak göstermek, Rafızîlerin umumunun ve Şia’nın müşterek akidesidir. Böyle olunca, hadisleri Kur’an’a arzetme meselesi; Şia’nın da arkasında bulunduğu; yayılmasını istedikleri en tehlikeli projelerden birisi olarak karşımızdadır. Kur’an ile Sünnet’in bize ulaştırılmasında sayılmayacak kadar mübarek hizmetleri ve muazzam emekleri geçen; Allah’ın Rasul’ünün (sallallahu aleyhi ve sellem) sevgili kardeşleri ve dostları olan sahabeyi, tekfir edenler Kur’an’a arz iddialarını sahabeyi İslamî kimliklerinde soyutlamak içindir.
Hadislerin Kur’an’a arzedilmesi, aynı zaman da Sünneti de inkâr eden Kadiyanîlerin ve Yahudilerin Rasulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı yürüttükleri savaşın en tehlikeli özelliğidir. Yahudilerin, Rafızîlerin ve Kuraniyyun’un “isnad” ilmine olan düşmanlıkları bugünkü şartlarda daha çok Şiîleştirme propaganlarının temelini teşkil etmekte ve onların amacına hizmet etmektedir.
Hülasa-i kelam, Sahabe’nin İslam’daki yerlerini boşaltmak ve onları İslam tarihi, Kur’an’ın korunması ve yeryüzünde yayılmasındaki emeklerini ve Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ilmini ve hikmetini yaymalarındaki asil ve emsalsiz gayretlerinin berhava edilmesi ancak böyle mümkündür.”[111]
DİPNOTLAR
[1] İbn Manzûr, Lisanu’l -Arab, c.5, s.68, Dâru’n-Neşr, Beyrut Trs.
[2] İbn Manzûr, , a.g.e., II, 118
[3] İbn Manzûr, a.g.e., III, 8
[4] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat Kabir Hayatı, s.37, Esra Yay., 7. Baskı, Ankara, 1997
[5] Kasım Oğan, Kabir Hayatıyla İlgili Rivayetlerin Tespit Tahriç ve Değerlendirilmesi, s.12, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2010
[6] Hamdi Gündoğar, İslâm İtikadında Sünnet, s. 195–196, Çıra Yay., İstanbul 2006.
[7] Beyhakî, İsbâtu Azabi’l-Kabr, s.22, elyazma, İst. Beyazıt Umum Küt. Nr. 18807
[8] Müslim, Kitâbu’l-cennet, 51; Ebû Dâvûd, Sünnet, 27.
[9] Beylıaki, a.g.e, s. 21
[10] Hz. Peygamber’in süvarisi olarak tanınan cengâver sahâbî. Medineli olup Benî Selime kabilesindendir. Gâbe Gazvesi’ndeki gayret ve başarısından dolayı Resûlullah onun hakkında, “Süvarilerimizin en hayırlısı Ebû Katâde’dir” demiştir. Ashabın ileri gelenlerinden olan Ebû Katâde 54 (674) yılında Medine’de vefat etti. Hayatı hak. bilgi için bak: Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 10, s.175
[11] Suyûtî, Şerhu’s-Sudûr, s. 58, elyazma, Konya Yusufağa Küt.Nr. 7253
[12] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat Kabir Hayatı, s.267
[13] Tirmizi, Cenâiz, 10
[14] Ebu Davud, Cenâiz, 73
[15] Tîrmizî, Sünen, Zühd, 3; İbn Mâce, Sünen. Zühd, 32.
[16] Tirmizî, Zühd, 5.
Hadiste bahsedilen “kabirdeki başarı”dan maksat; kabir sualinin başarılı geçmesidir. Zira Rasûlullah (sav), cenaze namazlarında ölü için dua ederken, onun kabir azabı ve imtihanından koruması için Yüce Mevlaya “…Allahım onu kabir fitnesinden (imtihanından) ve cehennem azabından koru”( Müslim, Cenâiz, 26; İbn Mâce, Cenâiz, 23) şeklinde niyazda bulunurdu.
[17] Buhari, Cenâiz, 66, 85; Müslim, Kitâbu’l-cennet, 17; Nesâî, Cenâiz, 109–110
[18] Kurtubi, et-Tezkira Fî Ahvâli’l-Mevtâ ve Umûri’l-Âhira, s. 132, (tah. Abdulmecîd Tâmmete el-Halebî), Dâru’l-Ma’rife, 6. Baskı, Beyrut 2003
[19] İbnul Kayyım El-Cevziyye, Kitâbu’r-Ruh, s.91-93. (ter. Saban Haklı), İz yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul, 2003.
[20] İbn Ebi’l İzz El-Hanefî, El-Akidetü’t-Tahaviyye ve Şerhi, s. 430, Çev. M. Beşir Eryarsoy, 2. Baskı,
Guraba Yay., İstanbul, 2008.
[21] Süleyman Toprak, a.g.e, s.363.
[22] Şehid, kelime olarak kesin bir haberi veren, bildiğini söyleyen, hazır olan, bulunan, bir hadiseye şahid olan, şahidlik eden manalarına gelir. Dinî anlamda, Allah rızası için, O’nun yolunda canını fedâ eden Müslümana verilen isimdir.
Ona bu ismin verilmesinin sebebi, cennetlik olduğuna şahidlik edilmiş olması veya onun yüce Allah’ın huzurunda yaşıyor bulunması yahut ölümü sırasında meleklerin hazır bulunması yahut ta ruhunun doğrudan doğruya Daru’s-Selâm’da (Cennet’te) bulunması veya Allah tarafından çeşitli mükâfatlarla mükâfatlandırılmış olmasıdır. ”
Yüce Rabbimiz bu konuda şöyle buyurmuştur :”Allah yolunda öldürülenleri, ölüler sanma. Hayır, (onlar) diridirler. Rabb’leri katında rızıklanmaktadırlar. Allah’ın keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinçli olarak, arkalarında henüz (şehid olup) kendilerine yetişemeyenlere de korku olmadığı, onların da üzüntüye uğramayacakları müjdesiyle sevinmektedirler. Allah’ın nimeti, keremiyle ve Allah’ın mü’minlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesiyle sevinirler”(Âl-i İmran, 169-171)
[23] Nesâî, Cenâiz, 112.
[24] Müslim, İmâre, 50
[25] Söz söyleyenin ifade ettiği mânâya, zahirde açıklık kazandıran şey; ancak bir tek mânâya ihtimali olan söz, te’vîle ihtimali olmayan şey. “Kur’an’ın nass’ı” veya “sünnetin nass’ı” sözleri ile, bu kaynaklardaki açık (zahir) sözler ile ifade olunan hükümler anlaşılır. İmam Şâfiî, er-Risâle’sinde, kitabın nass’ı, hükmün nass’ı gibi ifadeleri çokça kullanır ve bununla Kur’an’ın vazettiği hükümleri kasteder. Sünnetin nass’ı sözleriyle de bazı yerlerde hadis metnini ifade eder. Kelime, yukarıdaki mânâlar içinde gelişerek, ayrıca şu üç mânâyı da ifade edebilmektedir: a) Yazılı olan veya olmayan bir kanunî hükmün metni; b) Mukaddes bir metnin zâhiri; c) Böyle bir metnin asıl mânâsı. Geniş bilgi için bak: Şâmil İslâm Ansiklopedisi, ‘Nass’ Maddesi, c.5, s.56-57, Şâmil Yayınları, İstanbul,1992
[26]Ömer Ergül, Allah Ve Rasulu Arasını Ayıranlar Ve Kabir Azâbı Meselesi, Nebevi Hayat Dergisi, Sayı:30, Mayıs, 2015
[27] Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi, ‘Kabir’ Maddesi, c.24,s.37-38, İstanbul, 2001
[28] Mehmet Okuyan, Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Kabir Azabı Var mı?, s.444, Sidre Yay., Samsun, 2007
Mehmet Okuyan, kabir azabı konusunda müstakil kitap yazacak kadar konuyla ilgilenen bir akademisyen. Hafız olması ve Kur’an-ı Azimüşşan hakkındaki bilgisi, dünürü ve yoldaşı olan Mustafa İslamoğlu’na göre insanları daha bir etkilemekte. Ama hadisler konusundaki bilgisizliği âşikâr. Meselâ bir TV proğramında (28.12.2012’de Habertürk-Öteki Gündem) hoca şöyle diyor: “Peygamberimizin adına, onun ağzından sunulan rivayetlerin kabul edilebilirliği noktasında çok önemli bir ölçümüz olması lazım. Bizi dinleyenler; ‘bunlar hadisleri inkâr ediyor’ diyorlar. Asla ve kat’a! Bu suçlamayı şiddetle reddediyorum!.. Bu rivayetlerin Hz. Peygamber’e âidiyetinde sorun var. Rivayetlerin bize nakledilişinde çok karanlık dönemler yaşanmıştır. Ölçü, Kur’an’a uygunluk ölçüsüdür. Zaten Peygamberimizin bu konuda bir de uyarısı var. Diyor ki bir hadisinde; ‘Size benden bir şey geldiği zaman onu Allah’ın Kitabına arzedin. O söz Allah’ın Kitabına uygunsa onu ben demişimdir, aykırı ise onu ben dememişimdir”. Şimdi “ölçü” diye verilen bu “sözde hadis”e dikkat ediniz! Hiçbir muteber kitapta yer almayan uydurma bir rivâyet, akademisyenimiz tarafından “ölçü” edinilmiş durumda. Sadece Kurtubî’nin meşhur tefsiri “el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân”ın Mukaddime kısmındaki “Kitab’ın Sünnet’le Tebyîni” bâbına baksa, müellifin Ebû Dâvud şârihi Hattâbî (ö. 388)’den yaptığı şu alıntıyı görecekti: “Bu bir bâtıl hadistir (uydurmadır), aslı (senedi) yoktur!”. Hadis hakkında ilk devir ulemâsının sözlerini araştırma zahmetine katlansaydı, İbn Mehdî, İmam Şâfiî, İbn Maîn, İbn Abdilberr gibi zevâtın bu rivayeti Hâricîlerin ve Zındıkların uydurduğunu söylediklerini görecekti. Ama heyhat!( Bu eleştiri Yrd.Doç.Dr.Ahmet Tahir Dayhan’a aittir. Geniş bilgi için bak: http://deuif.blogspot.com.tr/p/mehmet-okuyan.html
[29] http://www.mustafaislamoglu.com/HD533_olum-ve-otesi.html
Sorulan sorular ve verilen cevaplara bakıldığında İslamoğlu’nun ‘kabir azabını’ inkâr etmediğini, fakat inkâr etmemenin yanında ‘kesin olarak kabul de etmediğini‘ ve “yoruma dayalı bir mevzu olduğunu” söyleyerek, kabir azabına ‘inansa da olur, inanmasa da olur’ tavrıyla yaklaştığını görmekteyiz. Fakat bu cevap 2009 tarihli. İslamoğlu her hususta yaptığı gel-gitlere uygun olarak yakın tarihli bir televizyon proğramında kendisinden emin ve yer yer müstehzi bir edayla,”Kabir azabı yok, ahiret azabı var, Kur’an da kabir azabıyla alakalı tek bir ayet yok sadece ona yorumlanan bazı ayetler var. Kabir azabından bahseden hadis rivayetleri çelişkili onun için kabir azabı vardır demek çok zor.” demiştir. İslamoğlu’nun her hususta yaptığı gel-gitlere şu örneği verebiliriz: Zamanında “Ben tekfirciliği tekfir ettim. Müslüman tekfirci mantıktan ve söylemden uzak durmalıdır.” diyen İslamoğlu, 5 Ekim 2015’de şöyle bir tweet paylaştı: “Bana reddiye yazanlar uydurulmuş din müntesibidir. Bense indirilmiş ve tamamlanmış dinin müntesibiyim. Onların dini onlara, benim dinim bana” (İslamoğlu’nun bu tweet’ini aynı gün içinde sildiğini de belirtelim.)
[30] lzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmi Kelâm, c. 2, s. 199, İst. 1339-1341
[31] Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkif, c.3, s.242, Matbaayı Amire, 1311 h.
[32] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat Kabir Hayatı, s.316, Esra Yayınları, Konya, 1994
[33] Câsiye, 21-22.
[34] Abdurrahman Habenneke El-Meydânî, El-Akâidu’l-islâmiyye ve Üsüsühâ, s.643, Şam, 1979
[35] bkz. En’am, 93; Enfâl, 50
[36] Mü’min, 46
[37] Fahreddin Razî, Tefsirü’l-Kebir, c. 19, s. 309-311, Akçağ Yayınları, Ankara,1995
[38] Ebu’l-Hasen el-Eş’ari, El-İbâne ‘An Usûli’d-Diyâne, s. 65-66, Medine, 1975
[39] Ebu’l-Müîn En-Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, v. 283 b
[40] Gazzali, El-İktisâd Fi’l- İ’tikâd (Terc. Kemâl Işık), İtikadda Orta Yol, s. 160, Ank.1971
[41] Taftazânî, Şerhü’l-Makâsıd, c. 2, s. 162.
[42] Cürcânî, Şerhü’1-Mevâkıf, c. 3, s. 242.
[43] Îmamü’l-Haremeyn el-Cüveynî,El-İrşad ilâ Kavâidil-Edille Fi Usûli’l-İ’tikad, s. 375, Mısır. 1950
[44] Sadru’l-İslam Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, (Terc. Şerafeddin Gölcük), s.235, Kayıhan Yayınları, İst. 1980
[45] Buhâri, Sahih, Cenâiz, 89
[46] Ebu’l-Müîn En-Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, v. 283 b
[47] Fahreddin Razî, Tefsirü’l-Kebir, c. 19, s. 309-311
[48] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat Kabir Hayatı, s.320
[49] El- Fıkh-ül Ebsat, s. 55, 3. Paragraf, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, Çeviren: Mustafa Öz, İstanbul, 1981
[50] Ebu Mansur el-Maturîdî, Akaîd Risalesi, (Terc. Yusuf Ziya Yörükan), s. 27, İst. 1953
[51] Ebul-Hasen El-Eşârî, El-İbâne ‘An Usûli’d-Diyâne, s.66
[52] İbn Kesîr, Tefsiru Kur’ani’l-Azim, c.3, s.447, Beyrut, 1969 ve Beyrut, 1977; İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, c.8, s.375-376, Buruc Yayınları, İstanbul; Taberi, Taberi Tefsiri, c.4, s.350-353, Hisar Yayınevi, İzmir
[53] Taberî, a.g.e., c. 4, s.353
[54] Taberî. a.g.e, c. 4, s. 353
[55] Eş’arî, a.g.e, s. 66.
[56] Süleyman Toprak, a.g.e., s.323
[57] Beyhakî, İsbâtu Azabi’l-Kabr, s. v. 31 a- 32 a., elyazma, İst. Beyazıt Umum Küt. Nr. 18807.
[58] Beyhakî , a.g.e, v. 31 a- 32 a.
[59] Seyyid Sâbık, el-Akâidül-İslâmiyye, s. 239, Dâru’l-Kütübil- Arab, Beyrut, T.siz
[60] Buhârî, Çenâiz, 85; Müslim, Cennet, 17
[61] Beyhakî. a.g.e. v. 21 b
[62] İbn Mâce, Zühd, 32; Nesaî. Cenâiz, 100
[63] Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, c.2, s.727, Fatih Yayınevi; Abdulfettah El- Kâdi, Esbab-ı Nüzul,s.476, Fecr Yayınevi.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, c.12, s.367-371, Risale Yayınları, İstanbul; İmam Kurtubi, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, c.15, s.237-240
[65] Ebu’l-Mu’in en-Nesefî, a.g.e, s. 283
[66] Müslim, Cennet,17
[67] Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 3, s. 104-111
[68] Nesai, Ccnâiz, 114
[69] Eş’arî, el-İbâne, s. 65
[70] Beyhakî, a.g.e. v. 35 b
[71] Müslim, Cennet, 17
[72] Ahmed bin Hanbel, Müsned,, c. 4, s. 362
[73] Müslim, Cenâiz, 26
[74] Müslim, Mesâcid, 2; İbn Mace, İkame, 26
[75] Müslim, Kader, 7
[76] Diğer bir rivayete göre Hz. Âişe’den bir şey ister ve o da verince böyle duâ eder. bkz. Nesaî, Cenâiz, 115
[77] Buhâri, Cenâiz, 84
[78] Nesâî, Cenâiz, 115
[79] Suyütî, Şerhü Süneni’n-Nesâi, c. 4, s. 105
[80] Buhâri, Cenâiz, 66
[81] Ebu Davud, Sünnet, 27
[82] Müslim, Cennet, 17
[83] Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 3, s. 259.Beyhakî, Enes’den rivâyet edilen bu hadisin senedinin sahih olduğunu söylemiştir.
[84] Müslim, Mesâcid: İbni Mâce, Salât, 6
[85] Buhâri, Ccnâiz, 85
[86] Tirmizî, Kıyamet, 14
[87] Suyütî, Şerhus Südûr, v. 6
[88] Buhari, Ta’bir, 48
[89] Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 3, s. 224.
[90] Buhâri, Cenâiz, 88
Burada Peygamber Efendimiz’in, kabirler üzerine yaş dal dikmesinin hikmeti, her yaş ve diri olan şey Allah’ı tesbih edeceğinden, onların tesbihleri hürmetine Allah Teâlâ’nın o kabirdekilerden azabı hafifletmesidir. Bu ruhi anlayış, nebatat ve cemâdâtın tesbihlerini müşahede etmesi sebebiyle Hz. Peygamber’ e mahsustur ve onun özelliklerindendir. Daha sonra bu adet, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın tesisi olarak devam etmiştir. Bazı yerlerde ise çiçek dikmeye dönüşmüştür. Çiçekler de Allah’ı tesbih ederler, ama azabı hafifletmek Allah’ın bileceği bir iştir. İsterse hafifletir, isterse etmez.
[91] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 441
[92] el-Butî. a.g.e., s. 332- 333
[93] Asrımızın bir kısım insanını anlamak ne kadar da zor! Bilhassa kendini ‘İndirilmiş dinin mensubu’ zannedenleri. Bu kişilerin delil olarak gösterdiği Kur’an ayetlerini 14 asır boyunca hiç kimse görmemiş, okumamış, ya da okumuş da onların anladığı manaları anlayamamış; ama bunlar bir çırpıda bütün gizli manalara ulaşmışlar. Demek bunlar öyle zeki insanlar ki, İmam Maturidileri, Eşarileri, İmam Gazalileri, İmam Rabbanileri ve saymakla bitiremeyeceğimiz bütün allameleri geride bırakmışlar. Hatta bunlar Kur’an’ı Sahabelerden bile daha iyi anlıyorlar. Öyle ya, -hâşâ- İbni Abbaslar, İbni Mesudlar, Abdullah İbni Ömerler ve diğer Sahabeler de kim oluyor, Sahabeler hiç bunların zekâsına yetişebilir mi? Yine başta 4 mezhep imamı olarak diğer müçtehidler ve âlimler de bunların gerisinde, bu inkârcılar onlardan çok daha zeki. Hatta bütün âlimlerin zekâsını toplasak, bunların zekâsına yetişemez.(!)
[94] Lisânu’l-Arab, c. 3, s. 183
[95] İbn-i Âşûr, Et-Tahriru ve’t-Tenvîr, c. 22, s. 245
[96] İbn-i Kesîr Tefsîri, c. 6, s. 581
[97] Fethu’l-Kadîr, c. 4, s. 531
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, c. 18, s.521, Akçağ Yayınları, Ankara
[99] http://www.sorularlaislamiyet.com/article/17120/kabir-azabi-mahser-gununun-hesabini-azaltir-mi.html
[100] Kabir Azabı, Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 10.02.2008
[101] Nevevî, El-Ezkâr, s.33, Ravza Yayınları, İstanbul, 2006
[102] Muhammed Ali Es-Sabûnî, Çağdaş Tefsir Telakkilerinin Reddettiği Kur’anî Bir Hakikat: Berzah Âlemi ve Kabir Azabı, İnkişaf Dergisi, sayı:82
[103] Mehmet Okuyan, Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Kabir Azabı Var mı?, s.285, Sidre Yay., Samsun, 2007
[104] Mehmet Okuyan, mezkûr kitabında kabir azabı hakkındaki rivayetlerin mânen mütevatir oldukları tespitine Hayri Kırbaşoğlu’nun Hadis Metodolojisi adlı eserinden uzun bir alıntı yaparak cevap vermiş, mütevatir kavramının içinin ne ile dolu olduğunun belli olmadığını, hadisleri kabul etmede tek kriterin Kur’an’a arz olduğunu, hadisleri esas alıp Kur’an’ı değil, Kur’an’ı esas alıp hadisleri değerlendirmek gerektiğini vurgulamıştır. Bu noktada İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin rivayetlere yaklaşım tarzını örnek veren müellif bu noktada referansının Ebû Hanife olduğunu belirtmiştir.(s. 260-267 ) İmam Ebû Hanîfe’nin, daha henüz hadislerin toplanmasının gerçekleşmediği, hadislerin ayıklanmasının tamamlanmadığı bir zamanda bir yöntem olarak seçtiği bu tavrı benimseyebilir, kendi zamanının şartları gereği yerinde ve olması gereken bir uygulama olduğuna kanaat getirebiliriz. Ancak şunu da iyi bilmeliyiz ki böyle bir yöntemi kullanan İmam Ebû Hanîfe’nin kabir hayatına dair düşünceleri gayet nettir. İmam El-Fıkhu’l-Ekber isimli eserinde kabir hayatının ruh ve beden ortaklığında olacağını, el-Vasiyye adlı eserinde de hakkında hadis olması hasebiyle Münker ve Nekir’in suallerinin hak ve vâki olduğunu söylemektedir. Kur’ân’dan kabir azabına dair getirdiği iki delilin de açık olduğunu, te’vîl ve tefsirinin de tenzîli gibi olduğu gerekçesiyle bir kimsenin “ben ayeti değil yapılan te’vili ve tefsirini kabul etmiyorum” şeklindeki yaklaşımının onu küfre sürükleyeceğini söylemektedir. Bakınız: Beyazîzade Ahmed Efendi, İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin İtikadî Görüşleri, çeviri: İlyas Çelebi, İFAV, İstanbul 2010, s.150-151.
[105] Kasım Oğan, Kabir Hayatıyla İlgili Rivayetlerin Tespit Tahriç ve Değerlendirilmesi, s.118, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2010
[106] Sa’düddîn et-Taftâzânî, Şerhu’l-Akaid, çev. Talha Hakan Alp, İstanbul, Rıhle Kitap, 2011, s. 227
Taftâzânî, bu ifadelerinin ardından, “Kabir azabını Mutezile ve Rafiziyyeden bazıları inkâr etmişlerdir” demektedir. Ancak, eserin mütercimi Talha Hakan Alp, Mutezile imamlarından Kadı Abdulcebbâr’ın konuyla ilgili farklı bir açıklamasına dikkat çekmektedir. Buna göre, kabir azabını Mutezile’den sadece Dırar bin Amr inkâr etmektedir. Kadı Abdulcebbâr, Mutezile’ye ilişkin bu yanlış bilginin İbnü’r-Râvendî’nin “Mutezile kabir azabını inkâr ediyor” şeklindeki ifadelerinin şöhret bulmuş olmasından kaynaklandığını belirtmektedir. (A.g.e., s. 227, dipnot: 1.)
[107] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat (Kabir Hayatı), s.335
[108] Buhârî, Cenâiz, 66; Nesâi, Cenâiz, 110
[109] Mehmet Okuyan, a.g.e., s. 275.
[110] Muzaffer Öztürk, Kur’an-ı Kerim’e Göre Kabir Azabı Yok mu? Kitabının Tenkidi, s.269-270, Çukurova Ünv. İlahiyat Fak. Dergisi, Yıl:2008
[111] http://www.mehmeteminakin.com/wp-content/uploads/2015/07/SON-KAB%C4%B0R-AZABI.pdf
Günümüzde özellikle “Kur’an’a dönüş”, “Kur’an İslâmı”, “Kur’anî Hayat”, “Kur’an’ın Aydınlığında” gibi birtakım popülist söylemlerle de ülke gündemimize taşınan modernist anlayışın İslâm ilim, kültür ve düşünce tarihinde açmış olduğu tahribatları ve tahrifleri örnekleriyle izah eden Mehmet Emin Akın hocamızın, Te’vilin Tahrife Dönüşmesi( Medarik Yayınları) eserini siz okuyucularımıza tavsiye ediyorum.

Yazar : imamoglumehmet
Yazar Hakkında : Ankara 1973 doğumluyum. Mamak İmam-Hatip Lisesinden 1991’de mezun oldum. 1996’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden İyi dereceyle mezun oldum. 1996’da Artvin’de öğretmenliğe başladım. Hâlen Ankara Keçiören Anadolu İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmenliği yapmaktayım.
Sitemizde En Çok Okunan İçerikler




Sitemizde En Çok Yorumlanan İçerikler




Videolar
'Mü'minûn Sûresinden Âhiret Sahneleri' Sohbeti
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (1)
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (2)
Âl-i İmrân Sûresi 190-195. âyetin tefsiri
Düğün Sohbeti
Suriye ve Mısır'daki Kardeşlerimiz İçin Dua
Ahir Zaman Müslümanına Notlar
Arşiv
Etiketler
Tavsiye Siteler
İmam Buhari Vakfı
İyiliğe Çağrı Yardım Derneği