Ölüm Ve Ötesi -1-
23.04.2016 tarihinde Yazılarım kategorisine eklenmiş, Kişi Okumuş ve 0 Yorum Yapılmış.
Kendi bilgi ve iradesi dışında dünyaya gelen ve yine aynı şekilde dünyadan ayrılmak durumunda olan insanın ölüm ve hayat karşısındaki bu çaresizliği, onu hayatın kaynağı ve sonrası üzerine düşünmeye sevk etmiştir. İnsanın bu konuda ulaştığı kanaat onun hayatını şekillendirme hususunda önemli bir etken olmuştur. İslâm inancında ölümü de hayatı da Allah Teâlâ’nın yaratması ve takdir etmesi, bir hakikat olarak insanın âlemdeki yerinin, Allah’la irtibatının ve bir bütün olarak hayatının esasını teşkil etmektedir. Dolayısıyla insanın yaratılışı, tabiî ve ruhi imkânları, ahlâkî nitelikleri, âlemdeki konumu ve yeryüzündeki görevi, dönüşün Allah’a olduğu kabulüyle anlam kazanmaktadır. Buna göre insan, hem varlığa gelişi hem varlığını sürdürüşü hem de asıl Varlığa dönüşü bakımından daima ilâhi kudrete bağımlı bir varlıktır.[1]
Bilindiği üzere İslâm inancının altı temelinden biri de öldükten sonra dirilmeye ve âhirete inanmaktır. Buna göre insanlar vefat edip defnedilince önce kabirde sorguya çekilecek, dünya hayatındaki iman ve amellerine göre cevap verecek ve kıyâmetin kopmasına, yeniden dirilişe kadar, berzah âleminde kalacak, burada da yaptıklarına göre muamele göreceklerdir; berzah hayatı da ya cennetten bir köşede veya cehennemden bir çukurda geçecektir. Arkadan kıyâmet, haşir, muhâsebe, mizan, sırat cehennem, cennet…
Ana hatlarıyla ve çok kısa bir şekilde arzettiğimiz bu inanç manzûmesi içinde Müslümanların ölüm karşısındaki duygu ve düşünceleri, geride kalanların önce gidenler için yaptıkları ve yapmaları gereken şeyler, kabirdeki hayatın mâhiyeti, kabirdeki azab veya mükâfatın olup-olmadığı, kabir ziyâreti konuları bu yazı dizimizin ana mevzûlarını teşkil edecektir.
Tarihi süreç içerisinde ölüm ve ötesiyle ilgili pek çok eser yazılmıştır. İbn Kayyım el-Cevziyye’nin “Kitabu’r-Rûh[2]”, es-Suyûtî’nin “Şerhu’s-Sudûr bi Şerhi Hâli’l-Mevtâ ve’l-Kubûr”[3] adındaki eserleri bunlardan bazılarıdır. Günümüz İslâm âlimlerince de birçok eser okuyucunun hizmetine sunulmuştur. Bu değerli eserlerden birisi de Prof. Dr. Süleyman Toprak tarafından kaleme alınmış olan “Ölümden Sonraki Hayat (Kabir Hayatı)”[4] adındaki eserdir. Yazı dizimizi hazırlarken bu üç kıymetli eserden çok istifâde ettik. Allah Subhânehû bu üç eserin müellifinden de râzı olsun.
A- ÖLÜM KELİMESİNİN LÜGAT VE ISTILAH MÂNASI:
“Ölüm” (el-mevt) kelimesinin hakikî ve mecâzî olmak üzere iki çeşit lügat anlamı bulunmaktadır. Ölüm kelimesi, gerçek anlamda “hayatın zıddı” demektir.[5] Ölüm kelimesi, mecâzî olarak, mevcut gücün kaybolması, akıl kuvvetinin zevali, uyku, hüzün, fakirlik, dilencilik, zillet, yaşlılık, isyan gibi pek çok anlamda kullanılır.[6] Arap dilinde, sakin olan her şeye “öldü” ifadesi kullanılmaktadır. Mesela rüzgârın ölmesi, onun şiddetini kaybederek sakinleşmesidir. Ateşin alevi söndüğünde “Ateş öldü.” denilmektedir. Bu kelime, Kur’an-ı Kerim’in “Yeryüzünü ölümden sonra dirilten O’dur.” (Rûm, 19) âyetinde, yeryüzünde bulunan canlılardaki mevcut gücün kaybolması anlamında kullanılmıştır.
Ölüm, akıl kuvvetinin zevali (cehalet) anlamına da gelir.[7] “Ölü (kâfir) iken dirilttiğimiz (müslüman olmasını sağladığımız) ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık ihsan ettiğimiz kimsenin durumu…”(En’âm,122) âyetinde ölüm, bu manada kullanılmıştır. Ölüm kelimesi, Allah Teâlâ’nın “Sonra doğum sancısı onu bir hurma ağacının dibine yöneltti. Meryem ‘Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!’ dedi.”(Meryem, 23) âyetinde ise hissî kuvvetin zevâli anlamına gelmektedir.
Ayrıca Arapça’da uykuya da ölüm denilmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Allah, ölüm vakitleri geldiğinde insanları vefat ettirir, ölmeyenleri de uykularında (bilinç kaybına uğratır). Ölümüne hükmettiklerinin canlarını alır; diğer canları da belli bir süreye kadar bedenlerine salar.”(Zümer, 22) âyetinde bu tür bir kullanım bulunmaktadır. Uyku, hafif ölüm; ölüm ise ağır uyku şeklinde ifade edilmektedir.“Öldükten sonra bizi dirilten Allah Teâlâ’ya hamdolsun ve dönüş yalnız O’na aittir.”[8] hadisinde ölüm, uyku manasında kullanılmıştır. Çünkü uyku ile birlikte akıl ve hareket zâil olur. Bu ise gerçek ölüm olmayıp teşbih ve temsildir.[9]
Ölüm kavramının ıstılahî manâsına gelince; Ölüm, insan da dâhil bütün canlıların sınırlı olan hayat müddetlerinin sona ermesidir. Ruhun cesetten ayrılmasıyla ölüm olayı gerçekleşir. Ölümle birlikte dokulara canlılık veren ruh ayrıldığı için vücut âdeta bir et ve kemik yığını haline gelir. İlgili âyet ve hadislerde bildirildiği üzere ölümün mânası yok olup gitmek değil sadece bir hal değişmesinden ibarettir. Ruh cesetten ayrıldıktan sonra ceset üzerindeki tasarrufu sona ermektedir.
Buna göre ölüm yok olmak değil, belki dar dünyadan daha geniş bir âleme göç etmektir. Ölüm mümin için aynı zamanda sevdiklerine kavuşmaktır. İnanan bir insan için dünyadaki sıkıntılardan kurtulmanın ve sevdiklerine kavuşmanın yolu ölümden geçer. Halife Ömer b. Abdülazîz bir hutbesinde şöyle demektedir: “Şüphe yok ki siz ebedî olmak için yaratıldınız ve ölümle ancak bir dünyadan diğerine nakledilmiş oluyorsunuz.”[10]
“Ruhun bedenden ayrılması suretiyle kişinin maddî hayat kaynağını yitirmesi” şeklinde tanımlanan ölüm ve ölüm sonrası hakkındaki algılama, inanış ve uygulamalar kültürden kültüre, devirden devire değişmektedir.
Ölümü anlamak için, hayata yüklenen anlamı bilmek lazımdır. Hayatı anlamak için de mâna ve mazmunu ile insanı anlamak gerekir. Çünkü üzerinde konuştuğumuz ölüm, insanın ölümüdür. Ölüm fenomeni, kendi iradesi dışında insanın elindeki kuvvetin ve hayatın gitmesi olarak tanımlanırsa, eldeki kuvvet nedir, bunun bilinmesi gerekir. Yahut ölüm hayatın zıddı ise, hayat nedir? Bizzat tecrübe ettiğimiz şeyler, meselâ kalbimizin çalışması, damarlarımızda kanın dolaşması yani canlılık, insanî bir hayat için yeterli midir? Hayatın kaynağı nedir? İnsan varoluşunun temelini oluşturan bu ve benzeri sorular bütün dinî ve felsefî ekollerin üzerinde durduğu ve bir şekilde görüş ve kanaat serdettiği sorulardır. Şimdiye kadar insanlığın bu sorular muvacehesindeki gayretlerine bakarak ifade etmek gerekirse, ölümün ve hayatın nihaî anlamını, esrarını tümüyle idrak etmenin insan sınırlarını aştığı görülmektedir. Bu nedenle bütün gayretlere rağmen hayatın ve ölümün hakikati insan için bir muamma olma özelliğini korumaktadır. Zira insan ölümü tecrübe ettiğinde artık bu dünyada değildir. Öldükten sonra ise bu dünyadakilere haber verebilme imkânından yoksundur.
Biraz düşünüldüğünde hayatın ya da ölümün sır oluşunun büyük bir imkân ve lütuf olduğu da anlaşılabilir. Zira hayata ve ölüme kesin bir açıklama getirildiğinde, hemen o an hayat cazibesini yitirir. Hedeflerindeki belirsizlik onu ölümden üstün kılar; bir nebze sarahat bile onu mezarlar kadar bayağılaştırabilirdi. Hayatın ve ölümün anlamını açıklayan bir müspet bilim yeryüzünü bir günde çöle çevirebilirdi.[11]
İslâm inancında hayatı derinleştiren ölümü araştırmaya, anlamaya, hatırlamaya büyük kıymet atfedilmiştir. Ölümün araştırılması ve hatırlanması insanın kendi varoluşuna gösterdiği ihtimamın da göstergesi kabul edilmiştir. İslâm öğretisinde ölümü idrak ve ölüm şuurunu diri tutmak mümin hayatının ve şahsiyetinin vazgeçilmez unsurudur. Bu şuur kişiyi itikadı, ameli, ibadeti, hayatı, ölümü, dünyası ve uhrâsıyla (tüm varlığıyla) ihlâsla ve sadece Allah’a boyun eğmeyi ve sadece O’nun rızasını gözetmeyi ihsas eder. Takvâ üzere olan bu bilinç hali, aynı zamanda şahsiyeti parçalayan, insanın sorumluluğunu gölgeleyen, bir takım endişe ve korkuları bertaraf ederek onu gerçek mânada hürriyete ve emniyete kavuşturur. Böylece Müslüman, hayatının gayesi olarak gördüğü ubudiyet ve tevhid mertebesine yükselir. Kur’an’ı Kerim’de kulluğun Allah’a has kılınması yani tevhid ile ölümün kaçınılmazlığının ard arda zikredilmesi de bu hakikate işaret ediyor olsa gerektir: “Ey kullarım şüphesiz ki, benim arzım geniştir; o halde sadece bana kulluk edin. Her canlı ölümü tadıcıdır. Sonra Bize döndürüleceksiniz.”(Ankebût, 56-57)
Şu halde sahih bir idrâke ulaştığında mümin için ölüm; korku, zelillik ve zayıflık değil emniyet, izzet ve kuvvettir. Böylece ölüm vesilesiyle insan, kendisini Allah’tan başka kulluğa meylettiren, takatini kesen, bir takım meşguliyet ve yükleri üzerinden atma imkânına kavuşur. Allah korkusunu esas kabul eden İslâm, bunun dışında korku, zillet, zayıflık ve miskinliği reddeder. Çoğu zaman sırf dünyevî endişelerimiz ve bağımlılıklarımız, şehevî arzularımız bildiğimiz ve inandığımız hakikatleri gölgeleyerek, Allah’la olan ahdimizi unutturma potansiyeli taşımaktadır. Bu nedenle Kur’an, geçici dünya hayatının metâı olan malların ve evlatların Allah’ı unutturmaması gerektiği hususunda insanı tekrar tekrar uyarır. “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.”(Münâfikûn, 9)
Ölümün insan hayatındaki anlam ve önemini kavramak için hiç şüphesiz, onun tabiatını iyi anlamak gerekir. Zira ölüme dair sahih bir idrâk ve ölüm sonrasına dair yakîn bir iman ve Allah’a teslimiyet, Müslümanların her bakımdan üstün ve istikamet üzere bir şahsiyet ve hayat tesis etmelerini mümkün kıldığı gibi onların tarihte dünya üzerindeki etkinliklerinin de kaynağı olmuştur. Genel bir kaidedir ki, insanlar ve toplumların en güçlü yönleri aynı zamanda onların zaaflarının da kaynağıdır. Rasûlullah (s.a.v), müminlerin çokluğuna rağmen yabancı kavimler karşısında tamamen etkisiz kalacakları bir zamandan bahsetmektedir. Bunun sebebini de müminlerin kalbindeki “dünya sevgisi ve ölüm korkusuna” bağlamaktadır.[12]
Kur’an’ı Kerim’de ölümün insan varlığını şekillendiren çeşitli vasıflarına temas edilmiştir ki, şimdi biz bu hususların başlıcalarını ele almak istiyoruz:
Bunlardan ilki, ölümün insanın kendi iradesini aşan mutlak bir iradenin hâkimiyetinde olmasıdır. İnsanın dünyaya gelişi de dünyadan ayrılışı da iradesi dışında tahakkuk etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de hayat ve ölümün bu veçhesi sıkça vurgulanmakta, hayatı ve ölümü yaratmanın Allah’a mahsus olduğu ifade edilmektedir. Dolayısıyla insana hayat verenin de hayatı sonlandıracak olanın da Allah olduğunun tefriki, kulun Allah Teâlâ ile irtibatının, mükellefiyetinin, iman ve ahlâk hayatının esasını teşkil etmektedir.
Ölümün temel vasıflarından biri de ölümde kesinlik ve belirsizliğin iç içe olmasıdır. Ölümün vukuu kesin, fakat zamanı, mekânı ve şekli belirsizdir. Bu nedenle insanın hakikatte ne ölümden kurtulma ümidi ne de onu göz ardı edebilme şansı vardır. Buna rağmen insanlar çoğu zaman bu hakikati, görmezden gelerek veya unutarak hayatlarına devam etmektedirler. Oysa ölüm hiç ummadığı bir zamanda âniden insanın başına gelebilir. Zaten çoğu zaman da öyle olmaktadır. İşte ölümün bu belirsiz kesinliği, insanın bu dünyadaki varlığının tümünü tehdit etmektedir. Böylece ölüm hayatın son anında gerçekleşecek bir olaydan, tüm hayatı kuşatan bir şuur haline dönüşür. Kur’an-ı Kerim’de ölümün bu kesinliği ve belirsizliği vâzıh ifadelerle açıklanmıştır. Buna göre ölüm mutlak ve kaçınılmazdır.[13]Yani öleceğimiz kesin fakat ne zaman ve nerede öleceğimiz tamamen belirsizdir.[14]
Diğer yandan ölümde külliyet ile ferdiyet iç içedir. Ölüm, insanların bütününü kapsaması bakımından küllî, dolayısıyla mutlak ve eşitlikçi kabul edilmiştir. Zira ölüm, âlim-cahil, zengin-fakir, genç-yaşlı, mümin-kâfir gibi ayrım tanımaz. Herkes ölüm karşısında eşittir. Ölüm ister mümin ister kâfir olsun, tüm insanların başa geleceği konusunda hemfikir oldukları bir hakikattir. Kur’an’ı Kerim’de de ifade edildiği üzere, hiçbir beşer baki değildir, ne bir insana ne de bir cinne ebediyet yazılmamıştır. “Her nefis ölümü tadacak ve ecirleriniz kıyamet günü tamamlanacaktır. O vakit kim, ateşten uzaklaştırılır da cennete konursa işte o muradına ermiştir.”(Âl-i İmran,185)
Kur’an’ın insanın ölü, başka bir deyişle yok/hiç iken Allah tarafından yaratılmasına, ölümün ve hayatın yaratılmasının imtihan vesilesi olduğuna dair vurgusu, İslâm öğretisinde çok önemli yer tutar. Hiç şüphesiz denebilir ki, insanın ölü/yok iken kendisine bir imtihan olarak ölümlü bir hayat verildiğinin idrâki, insanî ve İslâmî bir hayatın ayırıcı vasfıdır. Bu nedenle mümin niyazını, kurbanını, hayatını, ölümünü hiçbir ortağı bulunmayan âlemlerin Rabbine adar. “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim.”(En’âm,162-163)
Öyle anlaşılıyor ki, insan her durumda kendisi olarak, imkânlarına doğru giden varlıktır. İnsan ölüm ile imkânlarının sonuna (tamlığına) ulaşır. Zira ‘bir şeyin tamamlanması’ anlamına gelen “vefâ” fiilinden türeyen “vefat” kelimesi, Kur’an’da birçok âyette ölüm anlamında kullanılmıştır. Her an kendi ölümüne hazırlıklı olarak, ölüm şuuruyla yaşamak insanı rastgele tercihlerin arasında kaybolmaktan kurtaracak ve böylece varoluşunun bütünlüğü içinde işlediği amelleriyle ona şahsiyet kazandıracaktır. Ameller niyetlere göreyse ve biz öte dünyaya amellerimizden başka bir şey götüremeyeceksek, öbür dünyada şahsiyetimizle bulunacağız demektir. Aynı zamanda imanımızdan kopmadığımız sürece “biz” dediğimiz hiçbir şey ziyan olmayacaktır.[15]
İmâm Matürîdî, Kur’an’da ölüm ve hayatın farklı anlamlarda kullanıldığına işaret ettikten sonra iki tür ölüm ve hayattan bahsetmiştir. Bunlardan birincisi insanın ölünceye kadar kendi bedeninin varlılığını sürdürmesi anlamına gelen tabiî hayattır. Bunun zıttı ise nefsin canlılığını kaybetmesi mânasında tabiî ölümdür. İkincisi ise arizî hayattır ki, bu mecâzî anlamda insanın din ile kazandığı hayattır. İlmin hayatla, cehaletin de ölümle ifade edilmesinde olduğu gibi, mecâzî olarak ilmin insana hayat verdiği, cehaletin ise mânen ölüme yol açtığı anlatılmak istenmiştir.[16]
Hz. Ali de şu sözüyle aynı gerçeğe temas etmiştir: “Bu âlemden göçüp rahat bulan değildir ölü/ Gerçek ölü canlılar arasında gezen fakat hayattan haberi olmayandır.”[17]
Öyle anlaşılıyor ki, İslâm nazarında, Allah’ı tanımak ve O’na iman etmekten mahrum olduğu gibi idrâkını bu alana kapatanların, kalpleri çalışsa, gözleri görse, kulakları işitse bile, onların kalpleri ölü, gözleri kör ve kulakları sağırdır. Zira kalbin atması, gözün görmesi vs. bedenî ve maddi düzeyde bir hayat, hayvan hayatı için kâfi olsa bile, insanın diri olarak vasıflandırılması bakımından asla kâfî değildir. Kur’an’daki şu âyet bu durumu bütün açıklığıyla ortaya koyar: “Celâlim hakkı için insanlardan ve cinlerden çoğunu cehennem için yarattık; onların öyle kalpleri vardır ki onlarla duymazlar (anlamazlar), öyle gözleri vardır ki onlarla görmezler ve öyle kulakları vardır ki, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvan sürüleri gibi, hatta daha da şaşkındırlar! İşte bunlar hep o gafillerdir.”(A’raf,49)
Bütün bu âyet ve yorumların bize gösterdiği üzere İslâm nazarında varlıkların mahiyetine göre ölüm ve hayat mertebeleri vardır ve bir varlığın ölüm ve hayatı ancak kendi mertebesindeki bir hayatın varlığı ya da yokluğuna göre ölçülmesi gerekmektedir. Bu nedenle insanın hayvanî düzeydeki yaşamı Kur’an’da ölüm olarak adlandırılırken, Allah yolunda katledilenler diri olarak adlandırılmaktadır. “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rabbleri katında rızıklanmaktadırlar.Allah’ın lütfundan verdiği nimetle sevinçlidirler. Arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere de hiç bir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.” (Âl-i İmran,169-170) Kur’an, şehitlere ölü denilmesini yasaklamıştır. Burada ölümün nefyinden murad, onların nimetler içinde olduğunu tenbih etmek ve onlardan hüzün ve endişenin giderildiğini ifade etmek içindir. Zira bu ferah ile sürûr hayatıdır ki bu ancak kişinin matlubuna kavuşmasıyla hâsıl olur.
Hayatın en önemli gerçeği olan ölüm Allah’ın takdiridir; peygamberler dâhil Allah hiç kimseye dünyada ebedi bir hayat vermemiştir. İnsan ölümü savamayacağı gibi öleceği yerin de, zamanın da tayini ve bilgisi Allah’a mahsustur. Yaşanan hayatın hesabı görülmek üzere, zorunlu olarak dönüş Allah’adır. Kur’an-ı Kerim’de ölümün dehşeti karşısında insanın çaresizliğine ve acizliğine şiddetle vurgu yapılır: “(Haydi görelim sizi) Can boğaza geldiği zaman ki o zaman siz (ölmekte olana) bakar durursunuz. Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz. Eğer cezalandırılmayacak iseniz, onu geri çevirsenize; şayet iddianızda doğru iseniz.” (Mutaffifîn,87)
Ölümün kaçınılmazlığını layıkıyla idrak etmek; bize ölümden korkmak ya da kaçmanın kurtuluş için emin bir yol ya da çare olmadığını da öğretir. Buna göre biz hayatı tasarruf edemeyeceğimiz gibi ölümü de ne iptal edebilir ne de erteleyebiliriz. Öyle ise, bize verilmiş iki imkândan bahsedilebilir; hayatı ya sarf ya da israf etmek. Her ne kadar, ölümün hakikatiyle yüz yüze gelmek, hayatı israf etmekten ve gafletten uyanmamıza vesile teşkil edebilecekse de hayatı sarf etmek, ölümden ziyade Allah’tan ve O’nun azabından korkmakla mümkün olur. Bu mânada Allah korkusu her halükarda ölüm korkusunun üzerindedir. Bu nedenle insan gerektiğinde Allah yolunda ölümü göze alır. Hayatını vakfettiği şeyin hayat bulduğu şey olduğuna kani olan insan ancak o şey uğruna ölümü göze alır. Böylece mümin gerektiğinde Allah yolunda canını dahi feda etmekle hem sadakatini göstermiş olur hem de asıl olan ebedi hayatı kazanır. Ancak dünyada bize hayat sahası açmayan imanın âhirette hayat bahşetmesi beklenmemelidir.
Bu nedenle müminler gerektiğinde ölümden korkmak bir yana hayat bulmak ve şehâdete ermek üzere ölümü arzularlar. Ölümü savma imkânından mahrum bulunan insana, Allah’ın azabından kurtulma ve O’nun rahmetine kavuşma yani ölümü ebedi saadete tahvil etme imkânı ve yolu gösterilmiştir: Bunun için gerekli olan, Allah’ı ve hesabı hatırlayarak, haşyet içinde gafletten uyanmak, secdeye kapanmak ve kulluk etmektir. Böylece ebedi azaptan emin kılınacak bir hayata bağlanmaktır; gerçek emniyetin imanda olduğunu bilmektir. Kim göğsünü küfre açarsa Allah’ın gazabı ve azabı onların üzerinedir. Kâfirlerin kalbindeki ölüm korkusu Allah korkusundan daha çoktur.
Mümindeki ölüm korkusu, dünya hayatın ve onun metaının sona ermesinden ziyade, yeterince ahiret azığı biriktirmemişken, olmadan ölme ihtimalinden neşet eden bir korkudur. Buna ilaveten içerdiği bilinmezliğin yanında, tabiatı gereği ölümün her insana verdiği ürperti ve tedirginlik inkâr edilmez. Zira bazı âyetlerde de ölümün musibet olarak nitelenmesinin mânası bu olsa gerektir.[18]
Ancak Mümin için ölüm, sırf korkunç bir şey olarak algılanmaz; zira onun nazarında ölümün bir anlamı da ebedi hayata geçiş ve Allah’a kavuşmadır. Meselâ ölüm yaklaşık yirmi ayette “likâ” yani “Allah’a kavuşma” kavramıyla ifade edilmiştir. İşte ölümün bu güzel yönünü şair şöyle ifadelendirmiştir[19]:
Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?
Her insana belli bir ömür takdir edilmiştir. Bu sürenin sona ermesine ecel denir. Allah Teâlâ, “Her milletin bir eceli vardır. Onların ecelleri geldi mi, onlar, ne bir an geri kalabilir, ne de öne geçebilir.”(A’raf, 34) âyeti ile hükmü verilen bu sürenin değişmeyeceğini bildirmiştir. Rasûlullah Aleyhissalâtü vesselâm, ashabı ile beraber olduğu bir sırada yere birtakım çizgiler çizdi. Sonra da bunlara işaret ederek: “Bunlar insanın istek ve arzuları, şu da onun ecelidir. İnsan hayal içinde yaşayıp giderken bir de bakar ki, en yakın ölüm çizgisi karşısına gelivermiş.”[20] buyurarak insanın kaderi ile mutlak olarak karşılaşacağını ifade etmiştir.
Bununla birlikte Rasûlullah Aleyhissalâtü vesselâm ashabına “Dünyada tıpkı bir garip hatta bir yolcu gibi davran!”[21] hitabı ile hayatın nasıl anlamlandırılması gerektiğini belirtmiştir. Rasûlullah Aleyhissalâtü vesselâmın bu sözünü iştiten ashâb: “Akşamı ettiğinde, sabahı bekleme! Sabaha çıktığında, akşamı bekleme! Sağlıklı günlerde, hastalanabileceğin vakit için, hayatın boyunca da öleceğin zaman için tedbir al!”[22] prensibini hayatlarında tatbik etmeye çalışmıştır. Rasûl-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselâm, “Vasiyet etmeye değer bir şeyi bulunan müslümanın, vasiyeti yanında yazılı olmadan iki gece geçirmesi doğru değildir.”[23] şeklinde ashabını uyarmış, bu sayede ölüm düşüncesinin her an hatırda tutulmasını murâd etmiştir. İbn Ömer ise “Rasûlullah’ın bu sözünü duyduğumdan beri, yanımda vasiyetim olmadan bir gece bile geçirmedim.”[24] beyânı ile Aleyhissalâtü vesselâmın sözlerinin kendi içlerinde oluşturduğu etkiyi ifade etmiştir. Rasûlullah Aleyhissalâtü vesselâm, ne zaman geleceği belli olmayan ölüm karşısında müslümanların devamlı hazırlıklı olmalarını isterdi. Rasûl-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselâmın ashabına yöneltmiş olduğu “Hangi mümin daha akıllıdır ” sorusuna yine kendisinin “Ölümü sıkça hatırlayıp, ölümden sonrası için en iyi hazırlık yapan kimsedir.”[25] şeklinde cevaplandırması ölüme her an hazırlıklı olmanın ehemmiyetini göstermektedir. Allah Rasulü Aleyhissalâtü vesselâmın “Ölümü ve öldükten sonra ceset ile kemiklerin çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını isteyen, dünya hayatının süsünü terk eder.”[26] sözünde de yine benzer hassasiyet görülmektedir.[27]
Allah Rasulü Aleyhissalâtü vesselâm, ölümü hatırlama adına sık sık mezarlığa giderek “Selâm size, ey Mü’minler diyârı! Başınıza geleceği söylenen şeylerle nihâyet karşılaştınız. Şimdilik ileri bir tarihe bırakıldınız. İnşallah yakında biz de aranıza katılacağız.”[28] niyâzında bulunurdu. Böylece insanın hayat ve ölümü bir arada yaşaması hususunda örnek bir tavır izhar ederdi. Yine ashabına hitaben “Zevkleri bıçak gibi kesen -ölümü- çok hatırlayın!”[29] şeklinde uyarıda bulunan Rasûlullah Aleyhissalâtü vesselâm, ölüm düşüncesinin, yaşama sevinci ile ölüm kaygısı arasında denge vazifesi göreceği vurgusunda bulunmuştur.
Sonuç itibariyle ölümün kaçınılmaz olduğunu bilmek, bunu hatırda tutmak, ölüme hazırlıklı olmak ve rıza göstermek müminin hasletlerindendir. Kur’an-ı Kerim’de Allah ile buluşma sevincini hissetmeyen, yalnız dünya hayatına gönül bağlayıp orada huzur arayan gafiller yerilmiştir.[30] Bir hadise göre de mümin öleceğini hissettiği anda Allah’a kavuşmayı her şeye tercih eden bir duyguya sahip olduğu ifade edilmiştir.[31] Şu da bir gerçektir ki, ulvî/meleki yönünü güçlendiren insan Allah’a kavuşmayı arzulayabilir, suflî/hayvanî yönü ağır basan, dünyaya meyleden Allah’a kavuşmaktan hoşlanmayacaktır.[32]
- B) ÖLÜM ÖNCESİ VE SONRASI MÜSLÜMAN KARDEŞİMİZE GÖREVLERİMİZ:
Yüce dinimiz, ölen bir din kardeşimizin hastalığından itibaren mezara konuncaya kadar ona karşı bize bir takım görevler vermiştir. Bu görevlerimizi hatırlatan bir hadisi şerifte Peygamberimiz şöyle buyurmuştur “Müslüman’ın Müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmı almak, hastayı ziyaret etmek, cenazeyi takip etmek, davete icabet etmek ve aksırana Allah merhamet etsin demektir.”[33]
Bu hadiste geçen görevlerimizden ‘Hastayı Ziyaret Etmek’ mevzusunu açıklayalım: Peygamberimiz buyuruyor: “Allah Teâlâ kıyamet gününde şöyle buyuracak: Ey Âdemoğlu, hastalandım da beni ziyaret etmedin, Kul: (Aman ya Rabbi) Ben seni nasıl ziyaret edebilirdim ki, sen âlemlerin Rabbisin, diyecek. Allah Teâlâ: Filân kulum hastalandı da sen onu ziyaret etmedin. Onu ziyaret etseydin beni onun yanında bulurdun, buyurur. Ey Âdemoğlu, acıktım da beni doyurmadın, buyuracak. Âdemoğlu, diyecek ki: (Aman Allah’ım) Ben seni nasıl doyurabilirdim ki, sen âlemlerin Rabbisin. Allah Teâlâ: Bilesin ki, kulum senden yiyecek istedi de vermedin. Eğer ona yiyecek vereydin onu benim yanımda bulurdun, buyuracak. —Ey kulum, senden su istedim de vermedin. (Aman ya Rabbim) Sana nasıl verebilirdim ki, sen âlemlerin Rabbisin. Allah Teâlâ buyuracak ki: Filân kulum senden su istedi de vermedin: Bilesin ki, eğer ona verseydin onu yanımda bulurdun.”[34]
Peygamberimiz hastaları ziyaret eder, onların hatırını sorar ve şifa bulmaları için dua ederdi. Hatta bu konuda ayırım yapmaz Müslüman olmayanları da ziyaret ederdi. Enes (r.a.) şöyle demiştir: “Bir Yahudi çocuğu Peygamberimizin hizmetinde bulunuyordu. Günün birinde hastalandı. Peygamberimiz onu ziyaret edip başucunda oturdu. Çocuğa: Müslüman ol, dedi. Çocuk babasına baktı. Babası: Ebûl-Kâsım’a itaat et, dedi. Çocuk da Müslüman oldu. Bundan memnun kalan Peygamberimiz: Bu genci cehennemden kurtaran Allah’a hamdolsun, diyerek çocuğun yanından ayrıldı.”[35]
Peygamberimiz buyuruyor: “Bir Müslüman, hasta bir Müslüman kardeşini ziyaret ettiğinde ziyaretinden dönünceye kadar geçen vakti, cennet hurfesi toplamakla geçirir” buyurdu. Sordular: Ey Allah’ın Rasûlü, cennet hurfesi nedir? Peygamberimiz: Zamanı geldiğinde ağaçtan toplanan hurmadır, buyurdu.[36]
Hasta ziyaret edildiğinde Allah’tan şifa, sıhhat ve âfiyet dilemek, sabır ve tahammül tavsiye etmek, iyi gördüğünü, iyileşeceğini ve hastalığının günahına keffaret olacağını söylemek, hasta ısrar etmedikçe yanında çok kalmamak ziyaretin adâbındandır.[37]
Bu arada ölümü yaklaşan hastanın görevlerinden de bir iki cümleyle bahsedelim: Hastanın Allah’ın hükmüne rıza göstermesi, kaderine sabretmesi, Rabbi hakkında güzel zan beslemesi gerekir. Böylesi onun için daha hayırlıdır. Rasûlullah (s.a.v.) söyle buyurmuştur: “Mü’minin işine hayret doğrusu! Onun bütün halleri hayırdır ve bu mü’minden başka hiçbir kimseye nasib olmaz. Ona bir iyilik isabet edecek olursa şükreder ve bu onun için hayır olur. Eğer bir zorluk ve sıkıntı isabet ederse sabreder, bu da onun için hayırlı olur.”[38] Yine Peygamber (s.a.v.) söyle buyurmaktadır: “Sizden herhangi bir kimse yüce Allah hakkında güzel zan beslemeksizin sakın ölmesin.”[39]
Hastanın korku ile ümit arasında olması gerekir. Günahları dolayısıyla Allah’ın azabından korkmalı, Rabbinin rahmetini ümit etmelidir. Çünkü Enes’in rivayet ettiği hadiste söyle denilmektedir: “Peygamber (s.a.v.) ölümü yaklaşmış bir delikanlının yanına girdi. Ona: Kendini nasıl buluyorsun diye sordu. Delikanlı: Allah’a yemin ederim. Ey Allah’ın Rasûlü ben Allah’tan (rahmetini) ümid ederim ve gerçekten de günahlarımdan korkarım. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) söyle buyurdu: Böyle bir yerde bu iki husus bir kulun kalbinde bir arada bulunacak olursa, şüphesiz Allah o kimseye ümit ettiğini verir ve korktuğundan
yana onu güvenlik altına alır.”[40]
Hastanın hastalığı ne kadar ağır olursa olsun ölümü temenni etmesi caiz değildir. Çünkü Ummul-Fadl (r.anha) rivayet ettiği hadiste şöyle demektedir: “Rasûlullah (s.a.v) yanlarına geldi. O sırada Rasûlullah (s.a.v.)’ın amcası hasta idi. Abbas ölümü temenni etti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) ona söyle dedi: “Amcacığım ölümü sakın temenni etme. Çünkü eğer sen iyilik yapan birisi isen ve hayatta kalırsan, mevcud iyiliğine iyilikler katarsın. Bu senin için daha hayırlı olur. Şâyet kötülük yapan birisi isen ecelinin geri bırakılarak islediğin kötülüklerden dolayı (Allah’ın) rıza ve hoşnutluğunu aramaya çalışmak yine senin için daha hayırlıdır. Bu sebeble ölümü temenni etme.”[41]
Hastada ölüm belirtileri görüldüğünde, eğer zorluk yoksa hasta kıbleye karşı sağ yanı üzere çevirilir. Ayakları kıbleye doğru ve başı biraz yükseltilerek arkası üstüne de yatırılabilir. Söyleyeni anlayabilecek durumda olan hastaya başucunda bulunanlardan birisi aralıklarla kelime-i tevhidi telkin eder, yani “Lâ İlâhe İllallah Muhammedü’r-Rasûlullah” der. Sadece kendisi söyler, hastaya “sen de söyle” demez. Asıl telkin budur. Çünkü Peygamberimiz: “Ölülerinize Lâilâhe İllallah sözünü telkin ediniz” buyurmuştur.[42] İmam Nevevî ve İbn Hibban hadis-i şerifte ki, “Ölülerinize” demek, “ölmek üzere olan hastalarınıza” demektir demişlerdir. İslâm âlimleri bu hadisi şerife dayanarak ölmek üzere olan hastaya bu telkinin yapılmasında ittifak halindedirler.[43] Bu telkin ile onun son sözünün Kelime-i Tevhid olmasını ve Peygamberimizin müjdesine ermesini sağlamaktır. Çünkü Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Son sözü “Lâ İlâhe İllallah” olan kimse cennete girer.”[44]
Ölüm olayı vuku bulunca gözleri kapanır, çenesi bağlanır, üzerine boylu boyunca bir örtü çekilir ve bundan sonra yapılacak işlere başlanır. Ümmü Seleme (r.a.) şöyle demiştir: Peygamberimiz vefat eden Ebû Seleme (r.a.) nin yanına girdi. Ebû Seleme’nin gözleri açık kalmıştı. Peygamberimiz gözlerini kapadı, sonra: “Şüphesiz ruh alındığı zaman göz onun arkasından baka kalır” buyurdu. Ailesinden bazıları çığlık attılar. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Kendinize ancak hayır dua edin. Çünkü melekler söylediklerinize âmin derler” buyurdu, sonra da şu duayı yaptı: “Allahım, Ebû Seleme’yi affet, derecesini hidâyete erenlere yükselt, arkasında kalanlarını sen koru. Bizi de onu da bağışla. Ey Âlemlerin Rabbi, bu ölünün kabrini genişlet ve kendisine orada bir ışık yarat.”[45]
Ölüm haberini duyanlar hemen Allah’a sığınırlar, yani “İnnâ Lillâhi ve İnnâ İleyhi Râciûn —Biz Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz” derler. Nitekim Allah Teâlâ bunu bize şöyle öğretiyor: “O sabredenler kendilerine bir belâ geldiği zaman “Biz Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz” derler.”(Bakara, 156) Peygamberimiz de şöyle buyuruyor: “Bir musibet ve felâketle karşılaşan ve ‘Biz Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz. Allah’ım musibetim içinde bana ecir ver, kaybettiğimden daha hayırlısını ihsan buyur’ diyen hiçbir kul yoktur ki, Allah ona musibeti karşılığında ecir vermesin ve kaybettiğinin yerine daha iyisini lütfetmiş olmasın.”[46]
Bir kişi ölünce onun ölümünü, defin işlerine katkısı (techizi) sevaba iştirak etmeleri için akraba, arkadaş ve yakınlarına duyurmak mustehabtır. İmam Tirmizî; “Bir kimsenin akraba ve kardeşlerine bir şahsın ölümünü bildirmesinde bir beis yoktur,” demiştir. Beyhakî; “Bir kimsenin, camilerin kapılarında bir adamın öldüğünü bağırmasını hoş görmem; eğer mesciddeki gruplara durup öldüğünü bildirirse bunda bir beis yoktur.” demiştir.[47]
Rasulullah (s.a.v.), Habeş kralı Necaşi’nin öldüğü gün Medine’de ashabına onun ölümünü duyurmuştur. [48] Yine Mûte Savaşında sırasıyla orduya kumanda eden Zeyd b. Harise, Ca’fer b. Ebî Tâlib ve Abdullah b. Revâha’nın şehid edildiklerini de daha şehâdet haberleri gelmeden önce ashabına duyurmuştur. [49]
Ölen kişinin duyurulması (ölüm i’lamı), “sırf ölümü duyurmak için yapılırsa bir beis yoktur. Bilakis insanların cenazede bulunmaya koşmaları, cenazenin techiz ve tekfinde ölünün sahibine yardım etmeleri, tâziyeyi vaktinde yapmaları ve ölenin halk ile olan muamelesinin kesilip, Hakka kavuştuğunu duyurmak gibi faydalarına nazaran ölümü ilan etmek, matlub olan bir hareket olur. Ama bundan başka gayeler için, cahiliyye adeti üzere ağlayıp (“falanca öldü, onun ölmesi ile araplar helak oldu”), kaza ve kadere razı olmayıp kızmaları gibi yasak ve haram olan fiilleri yapmak gayesiyle ölümü ilan etmek yasaktır ve haramdır.” [50]
Namaz vakitlerini ilan etmek için tesis edilmiş olan minarelerin bu iş için kullanılması, bazı müezzinlerin bu iş için para alıp parayla sala vermeleri sebebiyle, bid’at ve çirkin görülmüş[51] ise de böyle bid’atlere meyletmeksizin sırf ölümü duyurmak maksadıyla minareden salât-u selam okumakta bir mahzur olmasa gerekir.[52]
Yakınlarını ve sevdiklerini kaybeden insanlar elbette üzülür ve ağlarlar. Bu tabiidir. Dinimiz bunu yasaklamamıştır. Esasen bu insanın elinde de değildir. Dinimizin yasakladığı aşırılıktır; bağırıp çağırmak, saçı ve başı yolmaktır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.): “Her kim ölüleri için avucunu, yanaklarını, yüzünü döver, yakalarını yırtar ve cahiliyet âdeti üzere feryâdü figan eylerse bizden değildir, bizim âdetimizin dışındadır.” [53] buyurmuştur. Enes (ra.) anlatıyor: Peygamberimiz oğlu İbrahim’in yanına girdi. İbrahim ruhunu teslim ediyordu. Peygamberimizin gözleri yaşardı. Abdurrahman b. Avf: Ey Allah’ın Rasûlü, sen de mi ağlıyorsun?, deyince o alemlere rahmet olan Peygamberimiz: Ey İbn Avf, bu gördüğün şefkat belirtisidir, dedi ve devamla: “Göz yaşarır, kalb üzülür. Biz ancak Rabbimizin razı olacağı sözleri söyleriz. Ey İbrahim, biz senin aramızdan ayrılmanla kederliyiz” buyurdu.[54]
Üsâme b. Zeyd anlatıyor: “Peygamberimize kızının ölüm halinde bulunan oğlunu getirdiler. Peygamberimizin gözleri yaşardı. Bunun üzerine Sa’d b. Ubâde: Ey Allah’ın Rasûlü bu nedir? dedi. Peygamberimiz: “Bu rahmettir. Allah onu sevdiği kullarının kalbine koymuştur. Allah ancak yumuşak kalbli kullarına merhamet eder”[55] buyurdu ve üzülmenin, ağlamanın tabii olduğunu söyledi.
Ölünün yüzünün açılarak öpülmesinde bir sakınca yoktur. Hz. Âişe (r.a.) diyor ki: Peygamberimiz, Osman İbn Maz’ûn (r.a.) un cenazesinin üzerine kapanarak onu öptü ve ağladı. Hatta gözyaşları mübarek yanakları üzerine aktı.[56] Hz. Ebû Bekir de Peygamberimizin mübarek nâşını öpmüştür. Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Peygamberimiz irtihal ettiği zaman Ebû Bekir (r.a.) Sünüh Mahallesindeki evinde idi. Ata binip mescide geldi. Atından inip mescide girdiğinde kimseye bir şey söylemeden doğruca benim odama girdi. Hemen Peygamberimize yaklaştı. Peygamberimizin mübarek yüzü bir bürde-i yemanî ile örtülü idi. Yüzünden örtüyü kaldırdı, sonra üzerine kapandı ve iki gözü arasını saygı ile öptü ve ağlamaya başladı. Daha sonra da; “Ey Allah’ın Peygamberi, babam anam sana feda olsun. Allah Teâlâ sana bu ölüm şiddetinden başka ikinci bir keder vermeyecektir. Muhakkak olan bu ölüm geçidini ise atlatmış bulunuyorsun” diye yas tuttu.[57]
Müslümanların ölen din kardeşlerine karşı yerine getirmeleri gereken dinî vecîbelerin başında cenaze namazı kılınması ve bunun için gerekli hazırlıkların yapılması gelmektedir. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), mü’min kardeşinin cenazesine katılmayı, ona karşı olan vazifelerinden biri olarak teşrî etmiş, birçok hadislerinde bunu tekrar etmiştir. Bu dinî vazifenin yerine getirilmesi büyük sevabı mucibtir. Ancak sevab, cenazeye katılma nisbetinde artmaktadır. En büyük sevab, namaz ve def’ine varıncaya kadar, cenaze ile ilgili hizmetlerin hepsine katılana verilecektir. Şu halde en azından İslam inancı üzere yaşamış Müslüman kardeşlerimizin cenazesine, defnedilinceye kadar iştirak etmek, yardımcı olmak dîn-i mübîn-i İslâm’ın vazettiği güzel âdâbtan biridir.[58]
Bütün mezheblerin ittifak ettikleri bir nokta Müslümanların, ölüleri üzerine “cenaze namazı” kılmalarının farz-ı kifâye olduğudur.[59] Bu hükmün mesnedlerinden birini nakledelim: Ebû Hureyre rivâyet ediyor: Hz. Peygamber (sav) borçlu bir müslümanın cenazesi getirilince, “borcu için bir şey bıraktı mı?” diye sorar, eğer yeteri kadar bıraktığı söylenirse namazını bizzat kıldırır, yoksa Müslümanlara “kardeşinizin namazını kılın” buyururdu.[60]
Allah’a ibâdet ve ölüye dua niyetiyle kılınan bu namazın farzı kifâye olduğunda ittifâk edilmekle beraber bazı noktalarda ictihad ve anlayış farkları vardır. Bu da bir namaz olduğu için tahâret, kıbleye yönelmek, avret yerlerini örtmek gibi şartlar cenaze namazında da aranır. Bu namazın farkı vakit şartında ortaya çıkar. Hanefî ve şafiîlere göre “namaz kılmak memnû ve mekrûh olan vakitler” de dâhil olmak üzere cenaze ne zaman hazır olursa namazı kılınır. Bazı müctehidler güneş doğarken, zeval vakti ve batarken kılmak mekrûhtur demişlerdir.
Cenaze namazının kılınışını Hanefi mezhebine göre kısaca izah edelim[61]: Cenaze namazı niyet ve 4 tekbir ile kılınır. Niyet etmeksizin veya tekbirlerden birini getirmeksizin kılınacak namaz sahih olmaz. Niyet aslında kalben yapılır, dil ile de söylenilmesi sünnettir. Niyette, ölünün erkek veya kadın veya sabî (çocuk) olduğu belirtilir. İmam olan zat, “Allah rızası için, hâzır olan cenaze namazını kılmaya ve cenaze için dua etmeye” diye niyet ederek namaza başlar. İmamete niyet lâzım gelmez. Cemaat da aynı şekilde niyet eder, ayrıca, “uydum imama” derler. Yalnızca “uydum imama” denilmesi de yeterlidir. Cenaze namazının rükünleri, kıyâm ile tekbirdir. Kur`an okumak (kırâet), rükû` ve secdeler yoktur. Namaz şu şekilde kılınır: İftitah tekbiri alınarak eller bağlanır. Ve Sübhâneke okunur. Sübhâneke de, ‘Ve teâlâ ceddük’ kelimesinden sonra, ‘Ve celle senâük’ ilâvesi yapılır. Sonra eller kaldırılmaksızın, baş göz işâreti yapılmaksızın, ikinci bir tekbir alınarak Allahümme salli ve bârikler okunur. Sonra üçüncü bir tekbir alınır ve hem ölü için, hem de bütün Müslümanlar için duâ edilir. Burada muayyen bir dua yoktur. “Allahümmeğfirlî ve lil-meyyiti ve li-sâiri`l-mü`minîne ve`l-mü`minât…” veya: “Rabbenâ âtinâ fi`d-dünyâ haseneten ve fi`l-âhireti haseneten ve kınâ azâben-nâr birahmetike yâ erhamer-râhimîn” duaları yapılabilir. Yahut daha başka herhangi bir dua da olabilir. Bilmeyenler, dua niyetine Fâtiha sûresini bile okuyabilirler. Bu duâlardan sonra imam dördüncü tekbiri alır, sonra önce sağ tarafa, sonra da sol tarafa sesli olarak, cemaat ise gizlice selâm vererek namaza son vermiş olurlar.
Cenazede cemaat şartı olmamakla birlikte, cemaat sayısı ne kadar çok olursa, sevap da çoğalır. Hz. Âişe, Rasûlullah (s.a.v.)’ın şöyle dediğini nakletmiştir: “Bir cenazenin namazını yüz Müslüman kılarak hepsi ona şefaat dilerse, kendilerine o kimse hakkında şefaate izin verilir.” [62] İbn Abbas (r.a.) da, Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Bir Müslüman öldüğü zaman, cenazesini, Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmayan kırk kişi tutup kılarsa, Allah Teâlâ kendilerine o kimse hakkında şefaate izin verir. ” [63]
Cenaze namazı kılındıktan sonra onu kabre kadar taşımak vazifesi vardır. Cenaze namazından sonra naaşın defnini önemli bir sebep olmadıkça geciktirmek doğru değildir. Zira Rasûlullah “Cenaze defninde acele ediniz. Eğer bu ölü iyi bir kişi ise, bu bir iyiliktir. Onu (bir an evvel kabırdeki) hayır ve sevabına ulaştırmış olursunuz. Eğer bu cenaze iyi bir kişi değilse, bu da bir ferdir. Bir an evvel omuzlarınızdan atmış olursunuz. “ [64]buyurmuştur.
Cenazenin sesli zikirle, Kur’an okuyarak veya nümayişle mezarlığa götürülmesi dinî açıdan hoş karşılanmamış, sükûnet İçinde, kalben zikir, dua ve tefekkürle takip edilmesi tavsiye edilmiştir. Cenazeyi kabre götürenlerin ölümü, âhireti ve Allah’ı düşünmeleri, sükûneti muhafaza etmeleri, dünyevî meseleleri konuşmamaları, gülmemeleri bu vazifenin adabı cümlesindendir.[65]
Mezarlığa varıldığında cenaze kabre indirilinceye kadar ayakta durmak, sonrasında ise oturmak sünnettir. Kabir 100-150 cm. derinliğinde, kıble ile dik açı oluşturacak şekilde kazılır. Kabrin tabanı boyunca ve kıble tarafında naaşın sığdırılabileceği büyüklükte bir kısmın oyulması (lahit), toprağın doğrudan doğruya cenazenin üzerine atılmasını önleyeceğinden daha güzel bulunmuş, toprağın çok sert veya yumuşak olması sebebiyle buna imkân bulunamazsa cenazenin kabrin tabanında uzunlamasına konmasının ve toprağın göçmesini önleyecek tedbirlerin alınmasının da yeterli olacağı belirtilmiştir. Cenazeyi kabre, kadın ve gayri müslimler hariç ölenin mahrem ve yakınlarının indirmesi sünnettir. Buna imkân bulunamazsa bu görevi yabancı şahıslar da yapabilir. Cenazenin kabre, “Bismillâh Ve Alâ Milleti Rasûlillâh-Allah’ın adıyla ve Rasûlullah’ın dini üzere” anlamına gelen duasıyla konması, yüzü kıble tarafına çevrilerek sağ yanı üzere yatırılması gerekir.
Kabre yerleştirilen cenazenin kefen bağları çözülür; üzerine tahta, kerpiç, kuru ot, kamış vb. örtülerek atılacak toprağın doğrudan cenazeyle teması önlenir. Cenaze ile birlikte kabre başka bir eşyanın konması, hatta kabrin veya cenazenin özel durumundan kaynaklanan mâkul bir sebep bulunmadığı sürece cenazenin tabutla gömülmesi mekruh görülmüştür. Tabutla gömme, gerek ölenin toprakla temasına, zamanla çürüyüp toprağa karışmasına engel olması, gerekse israf ve gösterişe, daha geniş yer işgaline yol açması sebebiyle hoş karşılanmamıştır. Ölünün mumyalanarak gömülmesi de aynı mahiyettedir.
Büyük olsun küçük olsun, ölen kimsenin öldüğü yere değil mezarlığa gömülmesi gerekir, öldüğü yere gömülmenin sadece peygamberlere mahsus olduğu belirtildiği gibi[66] mezarlığın ziyaretçiler için ibret vesilesi olacağı, ölüler için de hayır ve rahmetle anılmaya sebep teşkil edeceği ifade edilmiştir. Cenazenin gece gömülmesi de mümkün olmakla birlikte gündüz defnedilmesi teşvik edilmiştir. Definde aslolan bir kabre bir kişinin gömülmesidir. Ancak ihtiyaç duyulduğunda, aralarına toprak konarak birden fazla kimse de bir kabre gömülebilir. Önceden ölü gömülmüş kabre kemikleri çürümüşse tekrar defin yapılabilir. Henüz çürümemiş kemikler varsa onlar da yeni cenaze ile birlikte ve araları toprakla ayrılarak gömülür. Bu kemiklerin başka yere götürülmesi doğru olmaz. Defnedilen cenazenin daha sonra alınıp başka yere nakli de ancak bazı mezheplerce ve belli şartlarda caiz görülmüştür.
Cenaze kabre konulduktan sonra orada bulunanlardan her birinin, topraktan geldiğini, tekrar toprağa döneceğini ve ikinci defa yine topraktan çıkarılarak haşrolunacağını hatırlayarak kabre toprak atması, definden sonra ölü için dua edip Kur’an okuması müstehaptır.[67]
Kabri belirlemek için baş ve ayak kısmına ağaç. taş vb. dikilmesi, bunun üzerine ölünün isminin yazılması, kabir ve çevre düzenlemesi yapılması hoş görülebilir. Ancak bu konuda da itidal ve sadeliği korumak, israf ve gösterişe kaçmamak, malzeme ve mekânı ölçülü kullanmak esastır. Kabir üzerine bina, türbe, kubbe vb. yapmanın, isim dışında âyet ve hadis dâhil yazı yazmanın fakihler tarafından hoş kar-şılanmayıp mekruh veya haram olarak görülmesi, hem bu gerekçelerle, hem de ölülere saygı gösterirken tevhid inancının ihlâl edilmemesi ilkesiyle izah edilebilir.[68]
Bir Müslüman kabrinde gömüldükten sonra orada, bir deve boğazlanıp paylaşılacak kadar bir zaman bekleyip Kur’ân okumak güzel görülmüştür. Çok kez “Mülk, Vakıa, İhlâs ve Muavvizeteyn sûreleri, sonra Fatiha ile Bakara sûresinin başı okunur. Ölünün bağışlanması için Yüce Allah’a dua edilir.
Cenaze toprağa gömülür gömülmez din kardeşlerinin hemen oradan dağılmaları uygun değildir. Cenazenin ruhu, onların bulunuşu ile alışkanlık kazanır, yöneltilecek sorulara hazırlanmış olur ve Yüce Allah’ın mağfiretini gözetlemiş bulunur.
Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir cenaze gömüldükten sonra hemen geri dönmezdi. Bir müddet mezarı başında durur ve cemaata karşı şöyle buyururdu:”Kardeşiniz için Yüce Allah’dan mağfiret isteyiniz ve kendisine sükûnet ihsan buyurmasını dileyiniz. O, şimdi sual görecektir.”[69] Peygamber Efendimiz’in cenazelerin ardından dua ve istiğfarda bulunduğu bilinmektedir. Fakat rivayetlerde bir telkin uygulamasından söz edilmemekte, bu konuda merfû olarak sadece Ebû Ümâme el-Bâhilî’den bir rivayet nakledilmektedir. Buna göre Ebû Ümâme, öldüğü zaman kendisine Resûl-i Ekrem’in ölülere yapılmasını emrettiği gibi davranılmasını vasiyet etmiş ve onun şöyle buyurduğunu söylemiştir: “Kardeşlerinizden biri ölüp de kabrini düzlediğiniz zaman içinizden biri onun mezarının başında durup şöyle desin: ‘Ey falan (kadının) oğlu filân!’ O muhakkak duyar, fakat cevap veremez. Sonra yine, ‘Ey falan (kadının) oğlu filân!’ desin. Ölü, ‘Bizi irşat ettin, Allah’ın rahmeti üzerine olun’ der, fakat siz duyamazsınız. Sonra şöyle desin …”[70] Hadisin bundan sonraki kısmında telkinin nasıl yapılacağına dair ayrıntılarla Münker ve Nekir’in kendisine telkin yapılan ölüye dair ifadeleri yer almaktadır.[71]
Sonuçta definden sonra telkin vermek meşrudur. Ama yapılması kesinlikle emredilmiş bir iş değildir. Peygamber Efendimiz ‘in telkin verdiğine dâir bir habere rastlanamamıştır. Ancak ashaptan ve tabiinden yukarıdaki rivayetler gelmiştir. Bu hususta müctehitler, üç ayrı fikirdedirler: Mekruh, mubah ve müstehap[72]. Ümmet-i Muhammed’in çoğu, eskiden beri bu hareketi güzel görüp yapa geldiklerinden, hatta kendisine telkin verilmesini vasiyet edenlerin bile bulunmasından ötürü güzel bir hareket olduğunu söylemek en iyisidir.
Ama bu hususta elimizde kesin bir nass bulunmadığı için ne yapılması emredilir, ne de yapana yasaklanır. Herkes ölüsüne telkin verip vermemekte serbest bırakılır, dileyen verir, dileyen de vermez.[73]
Ölüye karşı görevlerimiz bahsinde son olarak tâziye’den bahsedelim: Sözlükte “birine sabır telkin etmek” anlamındaki tâziye terim olarak yakını vefat eden kimseleri sabır ve metanet göstermeye teşvik etmeyi, baş sağlığı dilemeyi, onları teselli edip acılarını paylaşmayı ifade eder. Yakınını kaybeden ailenin ferdlerini tâziye etmek müstehâbdır. Abdullah b. Mes‘ûd’un rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber, “Başına bir musibet gelene tâziye ziyaretinde bulunan kimseye musibete uğrayanın sevabı kadar sevap verilir” buyurmuştur .[74]
Bazı hadislerde Hz. Peygamber’den tâziye örnekleri yer almaktadır. Meselâ oğlu vefat etmek üzere olduğu için büyük acı çeken kızı Zeyneb’i, “Veren de alan da Allah’tır; O’nun katında her şeyin belli bir vakti vardır” şeklinde teselli etmiştir.[75]
İslâm âlimleri, bu tür rivâyetlere dayanarak tâziyenin hem erkekler hem kadınlar için sünnet veya müstehap olduğunu kaydetmiştir. Kadının, kocası dışındaki bir yakınının ölümü halinde üç günden fazla yas tutmasının câiz görülmediğini ifade eden hadisi delil gösterip tâziye süresinin üç gün olduğu söylenmişse de bazı âlimler tâziyeyi bir süreyle sınırlamayı isabetsiz bulmuşlardır. [76]
Baş sağlığı için birçok kişinin gelebileceği dikkate alınarak tâziye yerinde fazla kalınmaması tavsiye edilir. Ca‘fer b. Ebû Tâlib şehid olduğunda Rasûlullah etrafındakilere Ca‘fer’in ailesinin üzüntüleri sebebiyle yemek hazırlayacak durumda bulunmadığını söylemiş ve onlara yemek yapmalarını öğütlemiştir. [77]İslâm âlimleri bu rivayetten hareketle cenaze evine yemek götürmenin sünnet olduğunu belirtmiştir. Uygulamada da ölü evinde tâziye süresince yemek pişirilmez; cenaze yakınlarına ve tâziye için gelenlere ikram edilmek üzere komşular cenaze evine yemek getirir.
Buraya kadar olan bölümde ana hatlarıyla ölen Müslüman kardeşimize karşı görevlerimizi zikrettik. Duâmız odur ki; “Allah’ım, bizim dirilerimizi, ölülerimizi, hâzır ve gâib olanlarımızı, erkeklerimizi, kadınlarımızı, küçük ve büyüklerimizi afv ü mağfiret buyur! Ya İlâhî bizden yaşattıklarını İslâm üzere yaşat, öldürdüklerini ise îman üzere öldür…”
DİPNOTLAR
[1] İlhan Kutluer, İlim ve Hikmetin Aydınlığında, s.26, İz Yayıncılık, İstanbul, 2001.
[2] İz Yayıncılık, İstanbul, 1998.
[3] Kahraman Yayınları, İstanbul, 2014
[4] Esra Yayınları, Konya, 1994
[5] İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, c.2, s.90, Beyrut, 1990
[6] Ragıb el-İsfehânî, el-Müfredat fi Garibi’l-Kur’an, (tah. Seyyid Keylânî), Beyrut, ts, s. 531
[7] Semih Acet, Hadislerde Ölüm Karşısında Müslüman Tavrı, s.2-3, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2009
[8] Buhârî, Daavât, 6
[9] İbn Manzur, a.g.e., c.2, s.92
[10] Süyûtî, Büşre’l-keîb bi-likâi’l-habîb, vr. 142a
[11] Muhammet Altaytaş, Varoluşsal Açıdan İslâm İnancında Ölüm, s.16, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul, 2009
[12] Ebu Dâvud, “Melâhim” 5.
[13] Âl-i İmrân, 185; Enbiyâ, 34, 35; Ankebût, 56
[14] Lokman, 34
[15] İsmet Özel, Kırk Hadis, s.16, Şule Yayınları, İstanbul, 2006
[16] Matürîdî, Te’vilatü Ehli’s-Sünne, s.218, thk. İbrâhim Avadeyn, Kahire,1971
[17] Hazreti Ali Divânı, derleyen: Şerif el-Murtaza, sadeleştiren: Şakir Diclehan, s.632, Ana Yayınevi, İstanbul, 1981
[18] Bakara,156; Mâide,106
[19] Necip Fazıl Kısakürek, Hasan Ali Kasr, Ölüm Şiirleri içinde, İstanbul: 1998, s. 93
[20] Buhârî, Rikak 4. Ayrıca bkz. Tirmizî, Kıyamet 22; İbn Mâce, Zühd 27.
[21] Tirmizî, Zühd 25; İbn Mâce, Zühd 3.
Rasûlullah Aleyhissalâtü vesselâmın vefat ettiği günde, Hz. Aişe’nin yanında altı ya da yedi dinar bulunuyordu. Allah Rasulü Aleyhissâtü vesselâm, onları fakirlere dağıtması husunda Hz. Aişe’yi görevlendirmişti. Hz. Aişe ise Hz. Peygamberin hastalığı ile oyalandığı için, onları henüz fakirlere dağıtamamıştı. Rasûl-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselâm, Hz. Aişe’ye, “Altı yedi dinarı ne yaptın? Fakirlere dağıttın mı?” diye sorunca, Hz. Aişe, hastalığın meşguliyetinden henüz dağıtmaya fırsat bulamadığı belirtti. Bunun üzerine Rasûlullah Aleyhissalâtü vesselâm, onları isteyip getirtti, avucuna aldı ve: “Allah’ın Peygamberi Muhammed, bunları fakirlere dağıtmadığı, yanında bulundurduğu halde Rabbine kavuşacağını sanır değildir.” buyurdu. Ardından da onların hepsini ensar fakirlerinden, beş ev halkına bölüştürdükten sonra: “İşte şimdi rahatladım.” buyurdu ve uyudu. (Ahmed b. Hanbel, 6, 104; İbn Sa’d, Tabakâtul-Kubrâ, 237-238.)
Bu olay üzerine, İmam Kastalânî der ki: “Peygamberler ulusu, Âlemlerin Rabbi’nin en sevdiği, geçmişteki ve gelecekteki kusurları bağışlanmış bulunan Peygamber Efendimiz böyle yaparsa, üzerlerinde Müslümanların kanları ve kendilerine haram olan mal hakları bulunduğu halde Allah Teâlâ’ya kavuşanların halleri nice olur, bir düşün.” (Kastalânî, Mevâhibü’l- Ledünniye, c.2, s.480-481)
[22] Buhârî, Rikak 3.
[23] Buhârî, Vesâyâ 1; Müslim, Vesâyâ 1, 4. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Vesâyâ 1
[24] Müslim, Vesâyâ 4
[25] İbn Mâce, Zühd 31
[26] Tirmizî, Kıyâmet 24
[27] Semih Acet, Hadislerde Ölüm Karşısında Müslüman Tavrı, s.50-51
[28] Müslim, Cenâiz 102. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Cenâiz 79
[29] Tirmizî, Zühd 4; Ayrıca bkz. Nesâî, Cenâiz 3; İbn Mâce, Zühd 31
[30] Yûnus, 7- 8
[31] Hz. Peygamber (sav), “Her kim Allah’a kavuşmaktan hoşlanmazsa Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz!” buyurduklarında, Hz. Aişe (ra): “Biz ölmekten hoşlanmayız” diye karşılık verince Hz. Peygamber (sav): Kastımız bu değil; lakin ölüm gelince mümin Allah’ın rızası ve ikramıyla müjdelendiğinde onun için ölümden daha sevimlisi yoktur. Böylece mümin Allah’a kavuşmayı Allah da ona kavuşmayı arzu eder. Kâfire ise ölüm gelip Allah’ın azabıyla müjdelendiğinde kendisi için ölümden daha nefret edilesi bir şey yoktur. Bu sebeple kâfir Allah’a kavuşmaktan hoşlanmaz, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.” (Buhârî, “Rikak”, 41; Müslim, “Zikr”, 14; Tirmîzî, “Cenaiz”, 67; Nesaî, “Cenaiz” 10
[32] Muhammet Altaytaş, Varoluşsal Açıdan İslâm İnancında Ölüm, s.16
[33] Buharî, “Cenaiz”, 2; Müslim, “Selam”, 3
[34] Müslim, “Birr”, 13
[35] Buhârî, “Maraz”, 11.
[36] Müslim, “Birr”, 13.
[37] Lütfi Şentürk, Örnek Vaazlar-2- , s.230, DİB Yayınları, Ankara, 2013
[38] Müslim, Beyhaki ve Ahmed rivayet etmistir.
[39] Müslim, Beyhaki ve Ahmed rivayet etmistir.
[40] Tirmizi – senedi hasendir- İbn Mace ve Abdullah b. Ahmed, Zevaidu’z-Zühd (s. 24-25)’de ve et-Tergib’de (IV,141) belirtildiği üzere İbn Ebi’d-Dünya tarafından rivayet edilmiştir.
[41] Ahmed(VI, 339), Ebu Ya’la (7776), el-Hakim (I, 339’da) Hadisi Buhari ve Müslim ile Beyhaki (III, 377) ve başkaları Enes’den Peygamber efendimize merfu bir rivayet olarak buna yakın ifadelerle rivayet etmiştir.
[42] Müslim, “Cenâiz”, 1; Ebû Dâvud, “Cenaiz”, 20; Tirmizî, “Cenaiz”, 7
[43] Şevkânî, Neylü’l-Evtar, IV, 23, 25
Öncelikle bilinmelidir ki, hangi ortamda olursa olsun, prensip olarak bir hadisin doğru anlaşılması ve yorumlanması için, Kur’an âyetleri ışığında bir yol ve yöntemin izlenmesi, ilgili hadisin diğer tariklerinin göz önünde bulundurulması ve selef âlimleri tarafından yapılan açıklamaların önemsenmesi gerekir.
“Kim Lâ ilâhe illallâh derse (veya son sözü olursa) cennete girer” hadisi, tâbiîn âlimlerinden İbn Şihâb ez-Zührî’ye sorulmuş, o da bu durumun henüz farzların, emir ve yasakların inip söz konusu olmadığı İslâm’ın ilk yılları için geçerli olduğunu söylemiştir. Ayrıca sâlih amel ve ibadet olmaksızın sırf iman ile yetinerek âhiret saâdetine erişilebileceği izlenimini veren bu hadis, ihlâs, yakîn gibi kayıtların yer aldığı diğer hadislerle birlikte düşünülmelidir. “Kim, ihlâs ile (manâsını kavrayarak veya kalbi mutmain, sıdk ve yakîn üzere) Lâ ilâhe illallâh derse cennete girer” hadisi onlardan biridir.
Kurtuluşa erenlerin kimler oldukları hususunda Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Azabıma dilediğimi uğratırım, rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Ne var ki rahmetimi Allah korkusu taşıyıp (dinî-ahlâkî konularda) titizlik gösterenlere, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım. Ki onlar, ellerindeki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları o Elçiye, o ümmî Peygamber’e uyarlar. Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten nıeneder. Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını kaldırır, üzerlerindeki zincirleri çözer. O Peygamber’e inanan, onu koruyup destekleyen, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura uyanlar, işte bunlardır kurtuluşa erenler”(A’râf, 156-157).
Bir de hadisten şu anlam çıkarılmıştır: Hayatının tamamını Allah için yaşayan ve O’nu birleyerek ömrünü geçiren birisinin cenneti elde edebilmesi için bu hâlet üzere vefat etmesi gerekmektedir. Hayatını bu şekilde geçirmesine rağmen son anlarında bu inançtan vazgeçerek veya o inanca aykırı bir davranışta bulunarak ölen birisi asla cennete giremeyecektir. Onun yeri cehennemdir.
[44] Ebû Dâvud, “Cenâiz”, 20
[45] Müslim, “Cenâiz”, 4; Ebû Dâvud, “Cenâiz”, 19; İbn Mâce, “Cenâiz”, 6
[46] Müslim, “Cenâiz”, 2
[47] Seyyid Sabık, Fıkhu’s Sunne, c. 1, s. 505, Pınar yayınları, İstanbul
[48] Buhari, Cenâiz, 4, c. II, s. 71; Muslim, Sahih, Cenâiz, 22
[49] Buhari, Sahih, Fedâilu Ashabi’n-Nebi, 25
[50] Mahmud Şeltut, el-Fetâvâ, S. 218, Kahire, 1975
[51]Hayrettin Karaman, İslâmın Işığında Günün Meseleleri, s. 76, Ensar Neşriyat
[52] Seyyid Sabık, Fıkhu’s Sunne, c. 1, s. 504
Bu duyuruyu sokaklarda dellal bağırtarak, cemaat camiden çıkarken duyurarak, belediye hoparlörü olan yerlerde hoparlörle anons ettirerek veya gazetelerde sade ve kısa ifadelerle yazarak yapmak da mümkündür
[53] Buhârî, “Cenâiz”, 39; Müslim, “İman”, 44
[54] Buhârî, “Cenâiz”, 44
[55] Buhârî, “Cenâiz”, 33; Müslim, “Cenâiz”, 6
[56] Tirmizî, “Cenâiz”,14; Ebû Dâvud, “Cenâiz”, 36; İbn Mâce, “Cenâiz”, 7
[57] Buhârî, “Cenâiz”, 3.
[58] İslâmî ölçülere göre kâfir oldukları bilinen kişilerin ( Beşerî sistemleri İslâm’a tercih etmiş kişiler, İslâmi değerlerle alay eden politikacı ve sanatçılar gibi) cenaze namazlarını kılmak, saygı amacıyla kabirlerini ziyaret etmek ve duâ da bulunmak haramdır. Zira Rabbimiz, kâfirlerin namazını kılmamamızı, kabirlerini ziyaret etmememizi emretmektedir. “Kâfirler/Münafıklardan ölen hiç kimsenin asla namazını kılma, kabrini ziyaret etme. Zira onlar Allah’ı ve Peygamberini inkâr ettiler, Hak yoldan çıkmışlar olarak öldüler.”( Tevbe, 84) Rabbimiz, kâfirlere duâ edilemeyeceğini de şöylece açıklamaktadır: “Cehennemlik oldukları kendilerine açıkça belli olduktan sonra akraba da olsalar Allah’a ortak koşanlar için ne peygamberin ve ne de mü’minlerin Allah’tan af dilemeleri onların yapacağı iş olamaz.”( Tevbe,113) Bu ilâhî emirlerden ötürü bâtıl din ve ideoloji mensuplarının yaptıkları gibi, medenilik gereği görerek veya protokol gereğidir diyerek onları taklitle kâfirlerin namazını kılmak, kabirlerini ziyaret etmek ve onlara duâ etmek haramdır.
[59] Yani bir beldede bir kısım Müslümanların bu namazı kılmalarıyla, diğerlerinin üzerinden yükümlülük kalkar. Cenaze namazı hiç kılınmazsa, o beldedeki bütün Müslümanlar sorumlu ve günahkâr olur.
[60] Buhârî, Müslim
İbn Kayyim borcu ödenemeyen ölünün namazını niçin bizzat Rasûlullâh’ın (sav) kıldırmadığını şöyle açıklıyor: “Rasûlullah’ın (sav) bir kimse üzerine namaz kılması, gereğini hâsıl eden, istediğini alan bir şefaat mahiyetindedir; halbuki borçlu borcuna karşı rehin vaziyetindedir.”( İbn Kayyim, Zâdu’l-meâd, Mısır, 1950, c. I, s. 141)
[61] Cenaze namazının kılınışıyla ilgili geniş izahat için bakınız: Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c.3, s.38-61, Risale Yayınları, İstanbul, 1990
[62] Müslim Cenâiz, 58
[63] Müslim, Cenâiz, 59
Cenaze namazı, kılanlar için sevab kazanma vesilesi olduğu gibi, cenaze namazı, kılınanlar için de bir duadır. Bağışlanma sebebidir, Cenaze namazını kılan müminler tarafından içten duygularla hayırla yâd edilmesi halinde ise kişinin Cennet’e yolcu edildiğinin bir müjdesidir. Bu gerçek Enes ibn-ü Malik’in rivayet ettiği hadiste şöylece dile getiriliyor: “(Günün birinde) Hz. Peygamber’in yanından bir cenaze ile geçtiler. Sahabiler onu -hayırlı bir cemiyet insanıydı- diyerek övdüler. Allah’ın Resulü (s.a.v.) üç defa ard arda ‘Gerekli oldu’ buyurdu. Sonra diğer bir cenaze ile daha geçtiler. Sahabiler onu da -fena, cemiyete zararlı bir kişi- olduğunu ifade ederek yerdiler. Allah’ın Rasulü (s.a.v.) aynı şekilde üç defa ‘Gerekli oldu’ buyurdu. Hz. Ömer sordu: Anam-babam sana feda olsun. Ya Rasûlallah! Haklarındaki görüşlerimizi açıkladığımızda her bir cenaze için ‘Gerekli oldu’ buyurdunuz. Ne ‘Gerekli oldu?’- Ya Ömer! ilkini hayırla andınız. (Toplumun sevgisini kazandığı için) ona Cennet gerekli oldu; Cennet’e girmeyi hak etti. İkincisinin fenalığında birleştiniz. (Toplumun nefretini kazandığı için) ona da Cehennem gerekli oldu. Allah’ın Rasulü (s.a.v.) daha sonra sözlerini sahâbiler topluluğuna yönelterek söyle buyurdu:- Ey müminler! Sizler yeryüzünde Allah’ın şahitleri (ve değer ölçüleri)siniz.”( Buhâri, Cenaiz)
[64] Buhârî, Cenâiz, 52
[65] İbn Kudâme, el-Muğnî, c.2, s. 353, Kahire, 1968
[66] İbn Abidîn, 1, 600
[67] Ölüye Kur’an okunup-okunmamasını ayrı bir başlık altında ayrıntılı işleyeceğiz biiznillâh.
[68] Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi, ‘Defin’ maddesi, c.9, s.66, İstanbul,1994
[69] Ebû Dâvûd, “Cenâiz”, 73
[70] Müslüman toplumların çoğunda ve özellikle Türkiye’de definden sonra telkin uygulaması ise şöyledir: Definden sonra iyi hal sahibi bir kimse ölünün baş ucunda yüzüne karşı ayakta durarak ona ismi ve annesinin ismiyle (isimleri bilmiyorsa “Ey Havvâ oğlu Abdullah!” diye) üç defa seslenir. Ardından, “Üzkür mâ künte aleyhi min şehâdeti en lâ ilâhe illallah …” (“Hayatta iken benimsediğin şu hususları hatırla …”) ifadesiyle başlayan bir ibareyi okur. Bu ibarede Allah’tan başka ilâh bulunmadığı, Muhammed’in O’nun elçisi olduğu, cennet ve cehennemin, yeniden dirilişin gerçekliği, kıyametin vuku bulacağı, Allah’ın kabirde yatanları yeniden dirilteceği; ölen kişinin dünyada iken rab olarak Allah’ı, din olarak İslâm’ı, peygamber olarak Muhammed’i, imam olarak Kur’an’ı, kıble olarak Kâbe’yi ve kardeş olarak müminleri seçtiği hatırlatılır. Ardından üç defa, “Yâ abdallah! Kul lâ ilâhe illallah” (‘Ey Allah’ın kulu, lâ ilâhe illallah’, de!) sözünden sonra yine üç defa, “Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed’dir. Ey rabbim! Sen onu tek başına bırakma, vârislerin en hayırlısı sensin” anlamındaki Arapça ibareyi tekrar eder. Geniş bilgi için bak: Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi, ‘Telkin’ maddesi, c.40, s.405
[71] Taberânî, El-Mûcemu’l-Kebîr, 249-250
[72] Başta Mütevellî, Gazzâlî, İbnü’s-Salâh, Râfiî, Nevevî ve İbn Hacer olmak üzere Şâfiî âlimlerinin büyük çoğunluğu, bu uygulamayı müstehap görmüştür.
[73] http://www.sorularlaislamiyet.com/qna/6523/oluye-annesine-nispet-ederek-telkin-verme-sebebi-olen-bir-insanin-cenazede-baba-isminin-okunmama-sebebi-nedir.html
[74] İbn Mâce, “Cenâiz”, 56; Tirmizî, “Cenâiz”, 71
[75] Buhârî, “Cenâiz”, 33; Müslim, “Cenâiz”, 11
[76] Müsned, VI, 37, 249, 286; Buhârî, “Cenâiz”, 31
[77] Tirmizî, “Cenâiz”, 21; İbn Mâce, “Cenâiz”, 59

Yazar : imamoglumehmet
Yazar Hakkında : Ankara 1973 doğumluyum. Mamak İmam-Hatip Lisesinden 1991’de mezun oldum. 1996’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden İyi dereceyle mezun oldum. 1996’da Artvin’de öğretmenliğe başladım. Hâlen Ankara Keçiören Anadolu İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmenliği yapmaktayım.
Sitemizde En Çok Okunan İçerikler




Sitemizde En Çok Yorumlanan İçerikler




Videolar
'Mü'minûn Sûresinden Âhiret Sahneleri' Sohbeti
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (1)
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (2)
Âl-i İmrân Sûresi 190-195. âyetin tefsiri
Düğün Sohbeti
Suriye ve Mısır'daki Kardeşlerimiz İçin Dua
Ahir Zaman Müslümanına Notlar
Arşiv
Etiketler
Tavsiye Siteler
İmam Buhari Vakfı
İyiliğe Çağrı Yardım Derneği