Mekrûh Vakti Olmayan İbâdet: Zikir

27.10.2020 tarihinde Genel kategorisine eklenmiş, Kişi Okumuş ve 1 Yorum Yapılmış.

Kavramlar, bir düşüncenin, bir inancın ve herhangi bir konunun anlaşılması noktasında anahtar mâhiyetinde kelimelerdir. Bir meseleye ilişkin kavramların eksik veya yanlış anlaşılması, bizatihi o meselenin bütününün eksik veya yanlış anlaşılması sonucunu doğurur. Bir düşünceyi, bir inancı veya herhangi bir konuyu doğru anlamak istiyorsak, anlamak istediğimiz konuyu ilgilendiren kavramları doğru bilmek ve anlamak zorundayız.

Müslüman’ın çok şeyinin gasp edildiği gibi kavramları da tâğûtî güçler tarafından çalınıp İslâmî anlamından içi boşaltıldıktan sonra câhiliyyenin istediği şekilde tahrif edilip değişik ve çarpık muhteva ile Kur’an’dan uzaklaştırılan insanlara sunulmaktadır. Bu konuda örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Din kavramından şehidlik kavramına, adâlet ve zulüm anlayışından İslâm, Kur’an ve sünnet anlayışına kadar yüzlerce kavramın başına gelen budur.[1]

‘Zikir’ kavramı da, bundan yeterli payını almış garip, mahzun ve sahiplerinden şikâyetçi kavramlarımızdan. Tâbir-i câizse yanlış anlaşılmaya kurban edilen kavramlardandır; Zikir. Yanlışlara kurban giden, Kur’an ve sünnete göre anlaşılmayan bir önemli kavram. Ya da Kur’an ve sünnete göre anlaşılmaması için önüne engeller yığılan  mümtaz bir kelime, önemli bir ibadet: Zikir. Hem de yanlış anlayan, yanlış yerde kullananların yüzünden, dinde samimi olanlar tarafından ihmal edilen bir kulluk belgesi, bir iman ispatı: Zikir.

Zikir denilince hemen şu sorular gündeme gelmekte: Hangi sözler, hangi ritüeller, hangi hareketler zikir sayılmaktadır?; Zikrin özel bir şekli var mıdır?; Zikir, ‘gizli (hafî) mi- açık (cehrî) mı’, ‘toplu mu – tek başına  mı’ yapılmalı?; Rasûlullah  sallallâhu aleyhi ve sellem ve O’nun sahabelerinin hayatında, kol kola verilmiş bir şekilde, yatarak- kalkarak, bağırıp çağırarak, kendinden geçerek, vücuduna bir şeyler saplayarak, cezbe dedikleri trans haline gelerek  bir zikir yapma şekli var mıdır?; Zikir, bir köşeye çekilip sadece zikir/tesbih sözlerini her gün belli bir miktarda tekrar etmek midir? Zikir bir üstadın/şeyhin/vekilin gözetiminde mi yapılmalı? Zikir ibadeti görevini illa bu sıfatları taşıyanlardan mı almalı?

Ümmü’l Mü’minîn Âişe radıyallâhu anhâ’nın şâhitliği üzere: “Rasûlullah  sallallâhu aleyhi ve sellem zamanlarının hepsinde Allah’ı zikrederdi.”[2] Bu sebeple yazımızın adını “Mekrûh Vakti Olmayan İbâdet: Zikir” olarak belirledik. Zikir kavramını sadece kendini tasavvuf yoluna nispet eden sûfilere ait bir kavram olarak görenlerin varlığı mâlumdur. Bu yanlışlığı düzeltmek ve zikir kavramını lâyıkıyla anlatabilmek için Kur’an ve Sünnet-i Seniyye’yi temel ölçü alarak ‘Zikir’ ana konulu bu yazımızı hazırlamaya gayret ettik. Gayret bizden, Tevfik yüce Allah’tandır.

   A) ZİKRİN SÖZLÜK VE ISTILAH ANLAMI:

Zikir, sözlükte “anmak, hatırlamak, şân, şeref, öğüt, ses, namaz, duâ, övgü” anlamlarına gelir. Unutmanın zıddı olan zikir ayrıca “telaffuz etmek, bir şeyi ezberlemek, unutulan bir şeyi dil ve kalp ile hatırlamak, zorunlu olsun veya olmasın bir işte bulunan düzen, insanın bildiği bir şeye sahip olması ve onu koruması” anlamlarına gelir.[3]

Râgıb el-İsfehânî, biri dille, diğeri kalp ile olmak üzere zikrin iki çeşidinin olduğunu söyler. Kalp ile zikir bir şeyi hatırlamak ve akla getirmek; dil ile zikir ise onu telaffuz etmektir. Râgıb el-İsfehânî, aynı zamanda iki türlü hatırlamaktan bahseder. Bunlardan birincisi unutulan bir şeyi hatırlamak, ikincisi ise diliyle andığı şeyi hiç unutmamaktır.[4]

Zikir kelimesi İslâmî terminolojide şu anlamlarda kullanılır: “Kur’ân-ı Kerîm, Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, hadis okumak, ilim tahsil etmek, nâfile ibadet yapmak, bir şeyin kalbe ve dile getirilmesi; sınırlandırılmış çeşitli ibareleri usûlüne göre tekrar etmek suretiyle Allah’ı yüceltmek; kulun rûhen ve bedenen tekrar ederek Tevhîd akîdesini her an içinde yaşaması; Allah’ın varlığını ve birliğini her türlü noksanlıktan, beşerî sıfatlardan münezzeh bulunduğunu kalpten dile aktarmak, kalp ile dili birleştirmek, Allah’ın yüce varlığını, sıfatlarını, güzel isimlerini anmak ve tekrarlamak suretiyle yapılan ibadetler” demektir.[5]

 

İmam Kuşeyrî:  “Allah’a giden yolda kuvvetli bir esas, hatta bu yolda temel şarttır. Devamlı zikir müstesnâ, Allah’a başka hiç bir şekilde ulaşılmaz. Zikir iki çeşittir: Dilin zikri, kalbin zikri. Kalbin daimî zikir mertebesine, kul lisan zikri ile vasıl olur. Tesirli olan kalp zikridir. Kul, hem dille hem kalple zikir halinde olursa sülûk halindeki vasfı itibariyle kemâle ulaşmış olur. Allah’ı kalp ile zikretmek müridlerin kılıcıdır. Onlar düşmanlarına karşı bu kılıç ile savaşırlar, kendilerine gelen âfet ve musîbetleri bununla defederler. Belâ ve musibet yaklaştığı zaman, kul kalbi ile Allah’a sığınırsa hoşlanmadığı şeyleri derhal kendinden savmış olur, kendisine yönelen âfet yolunu değiştirir. Hakikî mânasıyla Allah’ı zikreden zâkir, O’nun zikri yanında her şeyi unutur, Allah onu her şeyden korur. Kul için Allah her şeye bedel olur. Kul bütün vakitlerde zikretmekle memurdur. Zikrin yapılmadığı bir zaman yoktur. Namaz bütün ibâdetlerin en şereflisi iken bazı vakitlerde kılınması câiz değildir. Hâlbuki kalp ile zikre her hâlükârda devam edilir.”[6] 

   a) Zikir Kavramının Kur’an-ı Kerimdeki Kullanımı: Zikir, Kur’ân’da sözlük ve terim anlamlarıyla sıkça kullanılan kelimelerden olup “zkr” kökünden gelen ve çeşitli kalıpları bulunan kelimeler yaklaşık olarak 292 âyette geçmektedir.[7] Sadece “zikr” kelimesi ise, 76 yerde zikredilir. Sadece emir halinde 37 yerde geçer.  Bu kavramın Kur’an’daki anlamlarını şöyle sıralayabiliriz[8]:

 

1- Tevhid (Allah’ın bir tek oluşu): Meselâ, “Onlar (kâfirler) Rahman’ın zikrini inkâr ederler.” (Enbiyâ,36) âyetinde geçen zikir bu anlamdadır. “Rahman’ın zikrini inkâr”; Allah’ın bir tek oluşunu kabul etmemek, inkâr etmektir.

 

2- Vahiy: Meselâ, “(Semud halkı), zikir aramızdan ona mı (Sâlih’e mi) verildi? Hayır, O, yalancı küstahın biridir (dediler)” (Kamer, 25) âyetinde geçen zikir bu anlamdadır.

 

3- Kur’an: Meselâ, “Bu, O’na (Muhammed’e) indirdiğimiz mübarek bir zikirdir….” (Enbiyâ, 50),  “Zikri, biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr, 9), “Ey kendisine zikir indirilen! Sen delisin.” (Hicr, 6)  âyetlerinde geçen zikir, bu anlamdadır. Zikir kavramı, Kur’an’da birçok yerde bu anlamda kullanılmıştır.

 

4- Tevrat, İncil ve Diğer Kutsal Kitaplar: Meselâ, “Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz.” (Nahl, 43) âyetinde geçen zikir kavramı, Allah’ın Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ’ya indirdiği Tevrat ve İncil’dir.

 

5- Duâ Etmek: Meselâ; “Ey müminler! Bir toplulukla karşılaşırsanız sebat edin ve Allah’ı çok zikredin ta ki kurtuluşa eresiniz (başarı elde edersiniz)” (Enfâl, 45), “Rabbini gönülden ve korkarak, içinden hafif bir sesle sabah akşam an (duâ et), gâfillerden olma” (A’râf, 205) âyetlerinde geçen zikir bu anlamdadır.

 

6- Öğüt, Nasihat. Meselâ,  “O (Kur’an), ancak âlemler icin bir zikirdir” (Tekvir, 27) âyetinde gecen zikir kelimesi bu anlamdadır. Zikir kavramı, Kur’an’da bu anlamda da çok kullanılmıştır.

 

7- Şeref: Meselâ,  “(Ey peygamberim!) O (doğru yol İslâm) senin ve kavmin icin bir zikirdir…” (Zuhruf, 44), “Yemin olsun ki size bir kitap indirdik ki onda zikriniz vardır…” (Enbiyâ, 10) âyetlerinde geçen zikir kelimesi bu anlamdadır.

 

8- İman ve İtaat, Sevap ve Nimet, Mağfiret ve Rahmet: Meselâ, “Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim…” (Bakara, 152) âyeti, “bana iman edip itaat edin ki ben de size sevap ve nimet vereyim”

demektir.

 

9- Allah’tan Korkmak, Allah’ın Sevap, Azap ve Mağfiretini Hatırlamak, Yaptığına Pişman Olmak: Meselâ, “(Muhsinler) o kimselerdir ki çirkin bir fiil işledikleri zaman hemen Allah’ı(n azabını) hatırlarlar, korkup pişman olurlar …” (Âl-i İmrân, 135) âyetinde geçen zikir bu anlamdadır.

 

10- Söz Etmek, Bahsetmek, Anlatmak: Meselâ, “(Yûsuf), iki kişiden, kurtulacağını sandığı kimseye, ‘efendine benden söz et (uzkurnî)’…” (Yusuf, 42) âyetinde gecen zikir bu anlamdadır.

 

11- Haber: Meselâ, “(Ey Peygamberim!) Sana Zulkarneyn’den soruyorlar. De ki: ‘Size onun haberini (zikrini) okuyacağım / bildireceğim.” (Kehf, 83) âyetindeki zikir bu anlamdadır.

 

12- Korumak (hıfz): Meselâ, “(Ey Yahudiler!) Bir zaman da sizin sözünüzü (ahdinizi) almıştık, üzerinize dağı kaldırmıştık. (Öyle ise) size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içinde olanı muhafaza edin (vezkurû) ta ki (azabımızdan) korunasınız” (Bakara, 63) âyetinde geçen zikir bu anlamdadır.

 

13- Beyân, Açıklama: Meselâ, “Sâd. Beyân sahibi (zi’zzikri) Kur’an’a yemin ederim.”(Sâd, 1) âyetindeki zikir bu anlamdadır. Bu ayetteki zikir, şeref anlamına da gelebilir.

 

14- Beş Vakit Namaz: Meselâ, “Ey mü’minler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı zikirden alıkoymasın…” (Tahrim, 9), “…Güvene erdiğiniz zaman bilmediklerinizi (Peygamberin)

size öğrettiği gibi namazı kılın (fezkurullâhe)” (Bakara, 239) âyetlerindeki Allah’ı zikirden maksat, beş vakit namaz ve diğer ibâdetlerdir.

 

15- Cuma Namazı: “Ey müminler! Cuma günü ezan okunarak namaza çağrıldığınız zaman hemen Allah’ın zikrine koşun” (Cuma, 9) âyetindeki Allah’ı zikirden maksat cuma namazıdır.

 

16- İkindi Namazı: “(Süleyman) ben dedi, mal sevgisini Rabbimi zikirden ötürü tercih ettim. Nihayet atlar perdenin arkasına gizlendi” (Sâd, 32) âyetinde geçen Allah’ı zikirden maksat ikindi namazıdır.

 

17- Ayıplamak, Eleştirmek: “(Ey Peygamberim!) Kâfirler, seni gördükleri zaman; sizin ilâhınızı eleştiren / diline dolayan bu mu? diyerek seni alaya alırlar…” (Enbiyâ, 36) âyetindeki zikir kelimesi bu anlamdadır.

 

18- Allah’ı Övmek: Meselâ, “Onlar (azgınlar), yapmadıkları şeyi söylerler. Ancak iman edenler ve sâlih amel işleyenler, Allah’ı çok zikredenler ve zulme uğradıktan sonra yardımlaşanlar böyle değildir…” (Şuarâ, 226-227) ve “Namazı bitirdiğiniz zaman; ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerinde (uzanarak) Allah’ı zikredin….” (Nisâ,103) âyetlerindeki zikir bu anlamdadır. Bu anlamda Allah’ı zikir; Allah’ın varlığını, birliğini, yüceliğini, gücünü; yaratan ve nimet veren olduğunu, ortağı, eşi ve benzeri bulunmadığını ifade eden tekbir, tehlil, tesbih, tahmid ve takdis cümlelerini dil ile söylemektir.

 

19- İkaz, Uyarı, Hatırlatma: Meselâ “…Yahut Kur’an onlara bir hatırlatma (zikir) yapsın” (Tâhâ, 113),

“Rablerinden gelen yeni bir zikri (uyarıyı/ikazı) eğlenerek dinlerler” (Enbiyâ, 2) âyetlerinde geçen zikir, bu anlamdadır.

 

20- İnsanın Unuttuğu Bir Görevini, Bir İşini, Bir Bilgiyi, Bir Anıyı, Bir Olayı Hatırlaması: Meselâ, “(Genç, Mûsâ’ya) gördün mü dedi, kayaya sığındığımız zaman balığı (orada) unuttum. Onu hatırla(yıp al)mamı (zikir) bana ancak Şeytan unutturdu…” (Kehf, 63) âyetindeki zikir kelimesi, bu anlamdadır.

 

21- Nimet Vereni Bilmek, Tanımak ve O’na Şükretmek: Meselâ, “Ey Müminler! Allah’ın size verdiği nimeti hatırlayın/anın /şükredin (uzkurû)….” (Mâide, 11) âyetinde zikir kavramı, bu anlamdadır. Nimeti anmak, onu vereni düşünüp sözlü ve fiilî olarak şükretmektir.

 

Görüldüğü üzere Kur’an’da zikir kavramı, geniş bir mânâ yüküne sahiptir. Zikir kökünden gelip duyuru / tebliğ (Müddessir, 31), anlama (Gâşiye, 23), hatırlama (En’âm, 68; Sâd, 49), öğüt (En’âm, 90), hatıra (Sâd, 43), ibret (Hûd,114;Kâf, 8; Zümer, 21) ve ihtar (Zuhruf, 45) anlamlarında zikra; öğüt, hatırlatma, ikaz (Tâhâ, 3; Hâkka, 48; Müzzemmil,19;  Muddessir, 54), ibret (Vâkıa,73) ve Kur’ an (Müddessir, 49) anlamlarında “tezkire kelimesi de kullanılmıştır. Öğüt veren Peygambere muzekkir (Gâşiye, 21), öğüt alana da muddekir (Kamer, 15, 17) denilmiştir.

 

Kur’an’da bu kadar farklı anlamlarda kullanılan, dolayısıyla çok boyutlu ve insan hayatının bütününü kuşatan zikir, aynı zamanda insanın farklı şekillerde icrâ edebileceği ibâdettir. Zikir, dille, kalple, düşünce ile ve bedenin diğer organları ile yerine getirilebilen bütüncül bir özelliktir. İnsanın sadece dil ile bazı kelimeleri tekrarlaması, filin sadece bir organını tutup onu o parça ile değerlendiren körün tutumuna benzer. Otuzdan fazla anlamından birini almak ve sadece dil ile bazı kelimeleri tekrar etmek zikir değil; zikirden sadece bir bölümdür. Bu parçacı anlayış, dinin tahrif edilmesi demek değilse, en azından gaflet ve cehâlet ürünüdür.
Zikir; sadece “Allah!” demek veya O’nu hatırlatan kelime veya cümleleri tekrarlamak değildir. Allah’ı, güzel isimlerini hatırlamak, anmak, O’na hamd ve şükürde bulunmak, O’nu tesbih etmek, tekbir ile ululamak, Kitâbullâh’ı okumak, duâ etmek; bütün bunlar zikrin yalnızca lisana ait olan bölümüdür. Allah’ın varlığına delâlet eden delilleri, O’nun sıfat ve isimlerini düşünmek, Allah’ın ahkâmını, emir ve yasaklarını, tekliflerini, vaadini ve vaîdini, O’na olan kulluk vazifelerini ve bunların hikmet ve delillerini düşünmek, enfüsî (öznel) ve âfâkî (nesnel) bütün yaratılmışları ve bunların yaratılış sırlarını düşünmek, varlığın her zerresinde mevcut ilâhî hikmetlerini görmek… Bu da kalbî ve fikrî zikirdir. Bedenin memur bulunduğu görevlerle meşgul ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan şeylerden uzak durması ise, fiilî ve bedenî bir zikirdir.

   b) Zikir Kavramının Hadis-i Şeriflerde Kullanımı: Kur’ân’da oldukça geniş bir anlam zenginliğine sahip olan zikir kavramı, hadis kaynaklarında da aynı zenginliğe sahiptir. Kur’an’da Allah’ı zikir teşvik edildiği, Allah’ı zikredenler övüldüğü, zikretmeyenler yerildiği gibi Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in hadislerinde de Allah’ı zikir teşvik edilmiş, Allah’ı zikredenler övülmüş, etmeyenler yerilmiştir.

 

Hadis külliyâtında, zikrin Kur’ân’daki anlamını destekleyen ve ölümden sonraki hayatla ilgili yararlarını vurgulayan pek çok rivâyet yer almaktadır. Zikir ile birlikte duâ, tesbîh, hamd kavramları ile ilgili bablar da bulunmakta aynı zamanda hadislerde daha çok dil ile zikir esnasında kullanılması gereken cümleler yer almaktadır. Bunun yanında hadis kaynaklarında pek çok örnek duâ metni de bulunmaktadır. Konuyla ilgili hadislerde zikir teşvik edilmiş, bu eylem yerine getirildiği takdirde karşılığında pek çok mükâfat vaad edilmiştir.

 

Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’ı zikreden ile zikretmeyeni ölü ile diri kimseye benzetmiştir: “Rabbini zikreden ve zikretmeyen kimselerin durumu ölü ve diri kimse gibidir.”[9],  “İçinde Allah’ın zikredildiği ev ile zikredilmeyen ev, ölü ve diri kimselerin durumu gibidir.”[10]

 

Ebu Saîd el-Hudrî’den gelen rivâyete göre, Rasûlullâh’a: “Kıyâmet gününde Allah katında derece bakımından en faziletli insanlar hangileridir?” diye soruldu. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem: “Allah’ı çok zikreden erkek ve Allah’ı çok zikreden kadınlardır” cevabını vermiştir.[11]

 

Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem bir sohbetinde, “Müferridler öne geçtiler” buyurmuş”, muferridler kimlerdir? diye sorulması üzerine, “Allah’ı çok zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlardır” cevabını vermiştir.[12]

 

Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, bir gün Muâz b. Cebel[13]’in elinden tutmuş ve ona;  “Ey Muâz! Vallahi seni seviyorum” demiştir. Muâz b. Cebel’de Rasûlullâh’a:  “Anam-babam sana feda olsun Ey Allah’ın Elçisi! Vallahi ben de seni seviyorum” karşılığını verir. Rasûlullâh, bunun uzerine; “Ey Muâz! Sana bir tavsiyede bulunacağım. Bunu her namazın arkasından söylemeyi bırakma” demiş ve söylemesini istediği duâyı şöyle bildirmiştir:  “(Rabb’im! Seni zikretmeye, sana şükretmeye ve Sana güzel bir şekilde ibadet etmeye beni muvaffak kıl)”[14] Rasûlullâh’ın kendisi de aynı şekilde duâ etmiştir.

 

Yine Muâz b. Cebel’in “İman’ın en faziletlisinin ne olduğunu” sorması üzerine Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem; “Allah için sevmen, Allah için kızman ve dilinle Allah’ı çok zikretmendir.”[15] cevabını vermiştir.

 

Bu sözü ile Allah’ı zikretmeyi iman’ın gereği yapılması icap eden görevler cümlesinden sayan Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Allah, yedi sınıf insanı hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde (arşının) gölgesinde gölgelendirecektir. (Bunlar şu özelliğe sahip mü’minlerdir): Âdil yöneticiler; Rabbine ibâdet ile yetişen gençler; kalbi mescitlere bağlı olanlar; Allah için birbirlerini seven, Allah için bir araya gelen ve Allah için ayrılan kimseler; asil ve güzel bir kadın, kendisini arzu ettiği halde, ‘ben Allah’tan korkarım’ diyerek reddeden kimseler; sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar gizli sadaka verenler; tenha yerlerde Allah’ı zikredip gözyaşı dökebilenler.”[16]

 

Yüce Allah’ın, “Beni zikrettiği ve beni anmak için dudaklarını hareket ettirdiği zaman ben kulumla beraberim”[17] buyurduğunu haber veren Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’ı zikretmeyen toplumun ziyan içinde olduğunu[18] bildirmiş ve mü’minleri Allah’ı zikretmeye teşvik etmiştir:

 

Ebu Saîd (r.a.)’den gelen bir kudsî rivâyette Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu bildirmiştir:  “Kur’an (ı okumak, oğrenmek) ve beni zikretmek, benden bir şey istemekten alıkoyarsa, bu kimseye duâ edip isteyenlere verdiğimden daha fazlasını veririm.”[19]

 

Ebû Hureyre radıyallâhu anh’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:  “Allah’ın meclislerini araştıran gezici bilgin melekleri vardır. Bu melekler, zikir yapılan bir meclis bulduklarında onlarla birlikte otururlar, birbirlerini zikir meclisine katılıp dinlemeyi teşvik ederler. Meleklerden zikir meclisine o kadar çok katılan olur ki dünya semâsı ile zikir meclisi arasını doldururlar.Zikir meclisi dağılınca semâya çıkarlar. Allah Teâlâ daha iyi bildiği halde onlara: – “Nereden geldiniz?” diye sorar. Melekler de: – Yeryüzündeki bazı kullarının yanından geldik. Onlar Sübhânallah diyerek ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan seni tenzih ediyorlar, Allâhu Ekber diye tekbir getiriyorlar, Lâ ilâhe illallah diyerek seni tehlîl ediyorlar, elhamdülillâh diyerek sana hamdediyorlar ve senden istiyorlar, derler. (Konuşma şöyle devam eder): – “Benden ne istiyorlar?” – Cennetini istiyorlar. – “Cennetimi gördüler mi?” – Hayır, yâ Rabbi, görmediler. – “Ya cenneti görseler ne yaparlardı?” – Senden güvence isterlerdi. – Benden neden dolayı güvence isterlerdi?” – Cehenneminden yâ Rabbi. – “Peki benim cehennemimi gördüler mi?” – Hayır, görmediler. – “Ya görseler ne yaparlardı?”– Senden kendilerini bağışlamanı dilerlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur:– “Ben onları affettim. İstediklerini onlara bağışladım. Güvence istedikleri konuda onlara güvence verdim. Bunun üzerine melekler: – Yâ Rabbi, çok günahkâr olan falan kul onların arasında bulunuyor. Oradan geçerken aralarına girip oturdu, derler. O zaman Allah Teâlâ şöyle buyurur: – “Onu da bağışladım. Onlar öyle bir topluluktur ki, onların arasında bulunan kötü olmaz.” [20]

Ebû Hureyre ile Ebû Saîd el–Hudrî’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere Allah’ın evlerinden bir evde bir araya gelirse melekler onların etrafını sarar; Allah’ın rahmeti onları kaplar; üzerlerine sekînet iner ve Allah Teâlâ onları yanında bulunanlara över.”[21]

Hadislerde zikir ile anlam yakınlığı içinde kullanılan kelimeler vardır. Tesbîh, hamd, tekbîr, tehlîl, Kur’ân okumak ve duâ etmek lafızlarıdır. Hadis kaynaklarında bu konuda pek çok hadis bulunmaktadır. Bazı kaynaklarda bu konular ayrı birer bölüm olarak işlenmiştir. Kur’ân’da değinilmiş, ancak detayına inilmemiş olan bu konularda hadis kaynaklarında bu görevlerin nasıl ve hangi lafızlarla, ne kadar ve ne zaman yapılacağına dair çok detaylı bilgilere rastlanmaktadır. Söz konusu kaynaklarda bunların faziletleri ve insana kazandırdıklarından da söz edilmektedir.[22]   

   B) ZİKİR KELİMESİNE YAKIN ANLAMLI KAVRAMLAR

Kur’ân-ı Kerimde çeşitli manalarda kullanılan müşterek lafızlar vardır. Bir kelimenin bir âyette ifade ettiği mana ile yine aynı kelimenin diğer âyetlerde ifade ettiği anlamlar aynı olmayabilmektedir. Tefsir ilminde bu tür kelimelere “Vucûh” denilmektedir. Bunun aksine de, yani çeşitli birçok kelimenin aynı manayı ifade etmesine “Nezâir” denmektedir. Şüphesiz bu durum Kur’ân’ın mucize oluşunun bir delilidir.

 

Kur’ân’da ve hadis-i şeriflerde zikir kavramıyla eş anlamlı olan veya anlam yakınlığı içinde bulunan kelimeler vardır. Bunların belli başlıları şunlardır: Tesbih, duâ, şükür, takdîs, tekbir, tahmîd ve tehlîl. Buna göre biz bu kısımda  ‘Zikir’ kelimesine yakın anlamlı kelimeler üzerinde kısaca durmaya çalışacağız:

 

1) TESBİH:  “s-b-h” kökünden masdar olup sözlükte; havada hızlı hareket etmek, suda yüzmek, bos vakit, geçimde tasarrufa gitme, işe gitmede acele etme, hemen işe koyulma, atların koşması, yıldızların yörüngelerinde hareket etmesi anlamlarına gelmektedir. Bir terim olarak “tesbih” ise; Yüce Allah’ı tenzih etmektir. Söz, fiil ve niyet olarak ibâdetlerin geneli için kullanılır. Kelimenin kök anlamı göz önüne alındığında, Allah’ı iman ve amelle tenzih edişte sürekliliği, sağa sola sapmamayı ve tezliği ifade ettiği söylenebilir. Yüce Allah’ı, O’na layık olmayan sâibelerden, gerek kavlen ve gerek kalben tenzih etmek ve uzak tutmaktır.

 

Bu kelime Kur’ân-ı Kerim’de; Allah’ı tenzih etmek, O’nu güzel isimlerle anmak, ibâdete ve hayra koşmak, namaz kılmak ve duâ etmek, gezegenlerin tesbihi, boş vakit, meşguliyet, melekler, ruhlar, gâziler, atlar ve gemilerin hızlı hareket etmeleri gibi anlamlarda kullanılmıştır. Kur’ân’da tesbih kelimesinin geçtiği âyetlerde, melek, cin, hayvan ve insandan ziyade, bu varlıkların dışındaki diğer mevcudatın da Allah’ı tesbih ettiği vurgulanmaktadır.[23]

 

Tesbih tevhid inancını pekiştiren bir kavramdır, tenzih ve takdis de aynı mahiyettedir. Kur’an âyetleriyle hadis rivayetlerinde tesbihe yapılan atıflar bu kavrama daha geniş bir içerik kazandırmıştır. Buna göre tesbihin tam anlamıyla gerçekleşebilmesi için duygu ve düşüncenin yanı sıra davranışların ve dilin de buna göre bir işlev üstlenmesi gerekir. Evreni yaratan ve yöneten varlığın yüce ve münezzeh oluşu bilgisine öncelikle düşüncenin ulaşması, gönlün de buna katılması tesbih eyleminin birinci aşamasını oluşturur. Ardından kişinin bütün kötülüklerden süratle kaçıp Allah’a sığınması aşaması gelir. Üçüncü aşamada hem iç etkilenmeyi sağlamak hem bu psikolojiyi sürdürmek için tesbih lafızlarının dille tekrarlanması söz konusudur. Bu kademelerin aşılması sonunda, “Biz, her birimizin sahip bulunduğu makamda saf saf durur ve Allah’ı tesbih ederiz” diyen meleklerin (Sâffât, 164-166) itaat ve tesbih makamına yaklaşmak mümkün olur.

 

Ayrıca “Tesbih” kelimesi türkçede tespih şeklinde de kullanılır. Namazdan sonra 33 defa subhânallâh, 33 defa elhamdülillâh ve 33 defa Allâhu Ekber zikirlerini okumaya da tesbih denir. Bunların ilki subhânallâh olduğu için, hepsine birden bu isim verilmiştir.[24]

 

2) DUÂ:  Arapça bir kelime olan duâ, davet/da’vâ gibi kelimelerin mastarı olup, sözlüklerde çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek; öncelik tanımak, söz vermek, özel birisini yemeğe davet etmek, isim vermek, yalvarmak; küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya vâki olan talep ve niyaz; sığınmak, ilgi kurmak; dilekte bulunmak, nidâ gibi manalara gelir.[25]

 

Terim olarak ise: Kulun Allah’a sığınma ve yakarışını, Allah’ın yüceliği karşısında kulun güçsüzlüğünü itiraf etmesini, sevgi ve tazim (yüce bilme) duyguları içerisinde lütfunu, yardımını ve affını dilemesini ifade eder. Yine duâ, bir kulun Allah’ın yüceliği ve azameti karşısında kendi zayıflığını kavramak yoluyla Allah’ın büyüklüğünü dile getirmesi, O’na yalvarması, O’na hamd etmesi, şükretmesi, O’nu övmesi demektir.

 

Kur’ân-ı Kerim, yerde ve gökte bulunan bütün varlıkların hareket ve davranışlarını zikir ve duâ olarak nitelendirmekte, canlı ve cansız tüm yaratıkların Allah’ı övgü ile tesbih ettiğini belirtmektedir. Kul, içinde bulunduğu şartların tesiriyle bir şey için veya Allah için Allah’a yönelmektedir. Bu durumda duâ kavramı, dinî duygu ve yönelişin birbirine komşu olan zikir, tesbih, hamd, senâ, sükür, tövbe, istiğfar, istiâze vb. görünüşlerinin genel çerçevesini oluşturmaktadır. İnsan içinde bulunduğu zor ve sıkıntılı durumlardan kurtulmak, kötü durumlara maruz kalmamak için Allah’ı hatırlar, aczini, güçsüzlüğünü ve kusurlarını samimiyetle itiraf ederek O’ndan yardım ister. Kötü durumdan kurtulma isteği, onu işlediği günah ve kusurlar sebebiyle pişmanlık duymaya ve kalbini temizlemeye, Allah’ı övüp yüceltmeye, af dilemeye sevk eder. Bazen sıkıntıdan kurtulduğu, nimet ve rahata kavuştuğu için memnuniyetini dile getirir (şükür, hamd, senâ). Duâ bazen tabiattaki nizam ve estetiği derinden müşahede eden, mutlak kemal, güzellik ve gerçekliği sezen kişinin içinde meydana gelen hayranlık duygularının ifadesi olur. Böylece bu sebeplerden dolayı Allah’a yapılan bu duâlar aynı şekilde bir zikir/ tesbih olmaktadır.

 

   3) ŞÜKÜR: Arapça bir kelime olan Şükür, “şekera” kökünden gelmektedir. Şükür kelimesinin zıddı, küfür (nankörlük)dür; nimeti unutup örtmektir. Şükür, verilen herhangi bir nimetten dolayı, bu nimeti verene karşı söz, fiil veya kalb ile gösterilen saygı ve karşılık, iyiliğin kıymetini bilme ve iyilik yapana bu hissi gösterme, nimet ve iyiliği anıp sahibini övme diye tarif edilmektedir.[26]

 

Müminler Yüce Allah tarafından bahş edilen nimetlere karsı şükür edip O’nu yüceltmektedir. Ki Kur’ân’dan anladığımıza göre mü’minler Allah’a üç şekilde şükredebilirler. Ki onların yaptıkları bütün bu şükürlerin aynı zamanda bir zikir/tesbih faaliyeti olduğunu açıkça görülecektedir. Konumuzla ilgili olan kısmını nakledelim:

 

Dil ile şükür: Ni’met sahibini anmak, O’nu övmek, O’nun nimet sahibi olduğuna iman etmekle ve bunu Tevhid kelimesiyle ilân etmekle olur. Bu basit bir teşekkür ifadesi değil, dil ile “şehâdeti” getirmek, dil ile doğru sözlü olmak, dil ile Kur’ân’ı tasdik etmek, dil ile İslâm’ı anlatma, Kur’ân okuma ve dil ile Allah’ı çokça zikretmek ve buna benzer dil ile ilgili kulluk görevlerini yapmakla yerine getirilir.[27]

 

    3)TAKDîS: Takdis, kuds kökündendir. Kuds, temiz olma anlamına gelir. Takdis ise, teksir kalıbında tertemiz saymak demektir. Ancak buradaki temizleme, maddi temizlenmesi manasında olmayıp, mânevî temizlenmedir.[28]

 

Allah’ı takdis etmek demek; Allah’ın sahip olduğu izzet, büyüklük, her türlü noksanlıktan uzak olma sıfatlarının Allah’a verilmesi ve bunun ilan edilmesidir. “Takdîs” ile “tesbih” birbiriyle iç içedir. Kur’ân’da da bu iki kelime aynı âyette geçmektedir. “İşte o zaman Rabbin meleklere: ‘Bakın, Ben yeryüzünde ona sahip çıkacak birini yaratacağım!’ demişti. Onlar: ‘Seni övgüyle yüceltip takdîs eden bizler dururken, orada, bozgunculuğa ve yozlaşmaya yol açacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?’ dediler. [Allah:] ‘Sizin bilmediğiniz (çok şey var, onları) Ben bilirim!’ diye cevapladı.”(Bakara, 30)

 

4)TEKBİR: “Kebura” kökünden “tef’îl” babında bir mastar olan Tekbir kelimesi,  sözlükte, yüceltmek, büyük tanımak, ululamak demektir. Kur’an’da “De ki: ‘Hamd, çocuk edinmemiş olan, hükümranlığında ortağı bulunmayan, düşkün olmayıp yardımcıya da ihtiyaç göstermeyen Allah’a mahsustur.’ O’nu gereği gibi büyükle” (İsrâ, 111) buyrulmaktadır.

 

Biz Müslümanlar, sevindiğimizde, üzüldüğümüzde, şaşırdığımızda, şok olduğumuzda, hayran olduğumuzda hep tekbir getiririz: Allâhu ekber! Çünkü “Allah en büyüktür” mânâsına gelen tekbirin işlevi de, anlamı kadar büyüktür. Seviniyorsak sevincimizi Allah’ın büyüklüğüne bağlarız. Üzülüyorsak, kendimizi Allah’ın en büyük oluşuyla teselli ederiz. O’ndan bağımsız bir saâdet ve felâket tasavvur etmediğimiz için safâ halinde de, cefâ halinde de “Allâhu ekber” deriz. Şaşırdığımızda, Allah’ın en büyük oluşunu hatırlar ve bizi şaşırtan şeyin Allah için çok basit, sıradan bir şey olduğunu bir kez daha hatırlarız. Şok olduğumuzda, bizi şok eden olayın Allah katında daha büyüklerinin olduğunu dile getirmek için tekbir getiririz. Hayran olduğumuzda, hayretimizi esere değil; o eserin sahici müessirine, yönelttiğimizi tekbirle ifade ederiz.

 

Şüphesiz âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ her şeyden yücedir ve büyüktür. “Kibriyâ”  yani her türlü yücelik ve büyüklük O’nun Rabliğinin gereğidir. Mü’minler, iman ederek bu büyüklüğü tasdik ederler. Onlar Allah’ın büyüklügü (kibriyâsı) karşısında istikbar edip büyüklük taslamazlar, kibir göstermezler. Mü’minler, Allah Teâlâ’nın kendilerine hidâyet lütfetmesinden dolayı Allah’ı tekbir ederler, “Sen en büyüksün” derler. Büyüklük (kibriyâ) kelimesi neyi ifade ediyorsa, büyüklükten ne kast ediliyorsa hepsinin Allah’a ait olduğunu ilân ederler. İşte “tekbir”, Allah’ın her şeyden üstün, ulu, azamet sahibi ve büyük olduğunu söylemenin adıdır. Neticede Allah’ı yüceltmek, yani tekbir getirmek zikir /tesbih eylemi kapsamına girer.

 

5)TAHMÎD:  Hamd etmeye  tahmîd denir. Hamd, birini güzel vasıfları ve iyi fiilleri sebebiyle övmek anlamına gelmektedir. Bu kelime “medih”ten daha özel, şükürden daha genel bir mâna ifade ettiği kabul edilir. Nimet ve ihsan mukabilinde olan şükür, Allah’ın lütuf ve nimetlerinin şuuruna vararak, bunların karşılığında hürmet, huşû ve itaatte bulunmaktır. Hamd ise bir şahsın kendi zâtında sahip olduğu vasıflar ve yaptığı fiillerin tamamına râci olduğundan daha geniş mânalı bir övgüye işaret eder.[29]

 

Kur’ân’ın birinci sûresi olan Fâtiha’nın ilk âyeti hamd olayının kime ait olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a aittir”(Fâtihâ, 2)  Buna göre hamd sahibi bellidir. İnsanlar kendi görüşlerinden hareket ederek başkalarına hamd edemezler. Kur’ân-ı Kerim bu gerçeği başka bir âyette söyle dile getirmektedir: “Başlangıçta da sonda da hamd yalnızca Allah’a aittir.”(Kasas, 70)  Hamd, eşi ve benzeri olmayan ilâhî rahmetin hakkıyla övülmesi, o rahmetin sahibinin hakkıyla yüceltilmesidir. Görüldüğü gibi hamd Allah’a karşı bir şükür ve tesbih olmaktadır. Bu yüzden zikir ve hamd çok yakın bir ilişki içerisindedir.

 

6) TEHLÎL: Tehlîl, “Lâ ilâhe illâllah (Allah’tan başka ilâh yoktur)” sözünü söylemek demektir. Bu kelime, bilindiği gibi “kelime-i tevhid” olarak da adlandırılır. Tevhid, İslâm’ın temelidir. Allah’tan başka hiçbir ilâhın olmadığını, hâkimiyet, üstünlük, yaratıcılık ve ilâhlığın ancak Allah’a ait olduğunu kalp ve dil ile söylemeye tehlîl denir.[30]

 

Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, günde yüz defa tehlîl’i okumayı/zikretmeyi tavsiye etmiş ve bunun, büyük sevapların kazanılmasına ve çeşitli günah ile zararların giderilmesine vesile olduğunu açıklamıştır. Aslında buradaki yüz sayısı, çokluğa işarettir. İhlâsla bol miktarda tehlîl okumanın faziletini ifade etmektedir. Yine diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Zikrin en faziletlisi; ‘lâ ilâhe illâllah’, duânın en faziletlisi de el-hamdü lillâh’tır.”[31]

 

Sonuçta;  Zikir kavramı başta tesbih ve duâ kavramları başta olmak üzere şükür, takdîs, hamd ve tehlîl kavramlarıyla yakın bağlantılıdır.

    C) ZİKİR’İN KAPSAMI VE ÇEŞİTLERİ:

İnsanın yapmış olduğu zikri; zikri yapan varlıklar, zikreden organlar ve teklifî açıdan ele alınmasına göre çeşitli sınıflara ayırmak mümkündür[32]:

     a) Zikreden varlıklar açısından zikir iki kısımdır: 

     1- Allah’ın Kulunu Zikretmesi: Yüce Allah, Bakara sûresinin 152. âyetinde  “Beni zikredin ben de sizi zikredeyim” buyurmaktadır. Ebu Hureyre’den rivâyet edilen  kudsî hadiste yüce Allah: “Ben kulumun bana olan zannı/inancı üzereyim. Beni zikrettiği zaman ben onunla beraberim. Eğer kulum beni içinden zikrederse ben de onu içimden zikrederim. Eğer o beni bir topluluk içinde zikrederse ben de onu, onun zikrettiği topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim…”[33] buyurmuştur. Aynı konuda Enes b. Malik’ten gelen rivâyet ise şöyledir: Yüce Allah buyurdu ki: Ey Âdem oğlu! İçinden beni zikredersen ben de seni içimden zikrederim. Eğer sen beni bir topluluk içinde zikredersen ben de seni melek topluluğu içinde zikrederim.”[34]

 

Ankebût sûresinin 45. âyetinde ise: “ …Allah’ı zikretmek en büyüktür”  buyurulmuştur. “Zikrullah”tan maksat nedir?.  “Zikrullah” ifadesi; insanın Allah’ı zikri veya Allah’ın insanı zikri anlamına gelebilir. Birinci anlamı alanlar bunu; namaz, namazdaki tekbir, tesbih, tahmîd ve Kur’an okuma ile yorumlamışlardır. İkinci anlamı alanlar bunu, Allah’ın kulunu rahmeti ve mağfiretiyle anması olarak yorumlamışlardır.[35]

 

Ayet ve hadislerde geçen Allah’ın kulunu zikrinden maksat nedir? Kur’an yorumcuları, bu hususu farklı şekillerde izah etmişlerdir. Allah’ın kulunu zikrinden maksat; İbn Abbas ve Said b. Cübeyr’e göre Allah’ın kulunu bağışlamasıdır; Süddî’ye göre, Allah’ın kuluna merhametidir. Müfessirler, Allah’ın kulunu zikrinden maksadın; ona mükâfat vermesi, onu övmesi, ondan razı olması, ona nimet ve sevap vermesi, ona yardım etmesi, hidayet etmesi, rahmetini ihsan etmesi, kurtuluşa erdirmesi, manevi yakınlık, kulluğa kabul, cennetle ödüllendirmesi olduğunu söylemişlerdir. [36]Anlaşılan o ki Allah’ın kulunu zikretmesi, insanın iman ve sâlih amellerinin, ibadet ve itaatinin, duâ, tövbe ve çalışmasının karşılığını vermesi, insanı dünya ve âhirette ödüllendirmesidir.

 

  2- Kulun Allah’ı zikretmesi: İnsanın Allah’ı zikretmesi, Allah’ın kesin emridir. Kur’an’da Allah’ın zikredilmesi ile ilgili birçok âyet vardır. Şu âyetleri örnek olarak zikredebiliriz: “Rabbinin ismini akşam ve sabah zikret…” ( İnsân, 25), “Rabb’inin ismini çok zikret…” (Âl-i İmrân, 41), “Rabbini içinden yalvararak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret, gâfillerden olma” ( Â’raf, 205), “ Unuttuğun zaman Rabbini zikret” (Kehf, 24), “Allah’ı zikredin…” (Bakara, 198, 200, 203, 239),  Ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerinde (iken, her hâlükârda) Allah’ı zikredin…” (Nisâ, 103)

“Zikret” ve “zikredin” emirleri vücûb ifade eder. Yani insanların Allah’ı zikretmeleri farz bir görevdir. Bu görevi yerine getirmek “itaat” ve “sevap”, terk etmek ise “isyan” ve “günah”tır

   b) Zikri, icrâ eden organların durumuna göre de sınıflandırmak da mümkündür. Allah’ı zikir görevini, üç şekilde yerine getirmek mümkündür: Kalp ile, dil ile ve beden ile:

      1- Kalple Zikir: Kalbin maddî/cismânî ve mecâzî olmak üzere iki anlamı vardır. Maddî/cismânî anlamda kalp; iki karaciğeri birbirinden ayıran, göğüs kafesi boşluğunda yer alan ve kan dolaşımını sağlayan organdır. Mecâzî anlamda kalp ise; inanç, duygu ve düşüncenin; sevgi, şefkat ve merhametin; düşünme, anlama ve kavramanın; korkma, sevinme ve üzülmenin; niyet, irade ve azmin kaynağıdır. Kur’an’da kalp kelimesi maddî anlamda kullanılmakla birlikte daha çok mecâzî anlamda kullanılmıştır. Kur’an’da; Allah’a yönelen,  hidayete eren, Müslüman, muttakî, iman ve zikir ile mutmain olan, saygılı,  Allah’tan korkan ve gerçekleri anlayan kalp; Gafil, günahkâr, hastalıklı, kör, katı, kilitli, perdeli, mühürlü,  paslı- kirli, dağınık,  kayan, kin tutan, eğlenceye dalan ve gerçekleri anlamayan kalp vb iyi ve kötü vasıflarla nitelenen kalpten söz edilmiştir.

 

Mecâzî anlamdaki kalp ile ilgili şu âyetleri örnek olarak zikredebiliriz:  “(Ey Rasûlüm! Sana karşı çıkanlar,) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? (Dolaşsalar da) düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olsa. Gerçek şu ki (kafadaki) gözler kör olmaz fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hacc,46), “… Kalbini bizi zikretmekten alıkoyan, nefsinin arzusuna uyan ve işi hep aşırılık olan kimseye itaat etme.” (Kehf, 28)

 

Birinci âyette kalbin düşünmesi, ikinci âyette kalbin zikirden alıkonulması söz konusu edilmiştir. Kalple zikirden cismânî olmayan kalbin zikri anlaşılmalıdır. Bu da Allah’ın varlığını, birliğini, niteliklerini, yüceliğini ve eşsizliğini kabul etmek; Allah’ı Kur’an’da anlatıldığı, tanıtıldığı ve bildirildiği şekilde tanımak, anlamak ve bilmektir. Dolayısıyla kalple Allah’ı zikredebilmek için; O’nun varlığına işaret eden delilleri düşünmek, O’nu tanımak ve O’na iman etmek gerekir. Kalple zikir, kalbin cilasıdır. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem: “ Her şeyin bir cilası vardır. Kalbin cilası da Allah’ı zikirdir” buyurmuştur.[37]

 

Asıl zikir; kalple yapılan zikirdir. Bu, kalbin yüce Yaratıcı’ya karşı uyanık olmasıdır. Kalple zikrin çeşitlerini şöyle sıralayabiliriz:

    a) Allah’a İman Etmek: Kur’an’da bir çok âyette “Allah’a iman edin” buyrulmaktadır.[38] İmanın altı esasından birincisi Allah’a iman etmektir. Allah’a iman etmek; Allah’ın varlığını, birliğini, evveli ve sonu, eşi, çocuğu ve ortağı bulunmadığını, hiçbir yaratığa benzemediğini, hiçbir şeye muhtaç olmadığını, yaratan ve rızık veren olduğunu kabul etmek, âyet ve sahîh hadislerde Allah’ın zat, isim, sıfat ve fiilleriyle ilgili bilgileri tasdik etmektir. Bir insan Allah’a iman etmeden O’nu zikredemez. Allah’ı zikredebilmek için sadece Allah’a değil iman esaslarının tamamına şeksiz, şüphesiz ve şartlarına uygun olarak iman etmek gerekir. Furkan sûresinin 18. âyetinde geçen zikri unutmaktan maksat, imanı, Kur’an’ı ve dinî görevleri terk etmektir.[39] İman olmadan yapılan amel boşa gittiği gibi yapılan zikir de boşa gider. Allah’ı, Kur’an’da Allah’ın kendisini tanıttığı gibi kabul etmeyen veya O’na iman veya ibâdetinde ortak koşan veya Kur’an’ın ayetlerinden birini veya tamamını ya da bir emri veya bir yasağı yahut bir hükmü veya bir haramı kabul etmeyen, beğenmeyen ve küçümseyen kimse “Allah’ı zikredin” emrini yerine getirmiş olamaz.

 

İman anlamında zikir, en fazîletli ve en hayırlı ameldir. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, “Amellerinizin en hayırlısını, Allah katında en çok razı olunanı ve Rabbiniz katında derecenizi en çok yükselteni, altın ve gümüş infak etmekten, düşmanla savaşmaktan, onların boyunlarını vurmaktan daha hayırlı olan amelinizi size haber vereyim mi?” buyurmuş, ashab’ın, nedir bu yâ Rasûlullâh! demeleri üzerine “Allah’ı zikretmektir” cevabını vermiştir.”[40] Altın ve gümüş infak etmekten, düşmanla savaşmaktan daha faziletli olan Allah’ı zikir; dil ile yapılan zikir değil, kalple yapılan zikirdir yani imandır, tevhîd inancı üzere olmaktır. Allah’ı zikir, Allah’ın birliğini kabul etmektir:

     b) Allah’ın Varlığına Delâlet Eden Kevnî ve Kitâbî Delilleri Düşünmek: Akıl ve düşünme yeteneğini iyi kullanan bir insan; Allah’ın varlığını, birliğini, rab, yaratıcı, rızık veren ve her şeye gücü yeten olduğunu anlar ve bilir. Her şey, Allah’ın varlığına delâlet etmektedir. Varlıkları, onlardaki eşsiz güzellikleri ve intizamı, açan çiçekleri, uçan kuşları, vızıldayan arıyı, parıldayan yıldızları, ışık ve ısı veren güneşi, yağmur ve toprağı, bitkileri, hayvanları, denizleri, karaları, gökleri, insanın yaratılışındaki mükemmelliği görmek, bütün bunları bir yaratanın olduğunu, bunların kendiliğinden var olamayacağını, kâinattaki ve âlemdeki her şeyin Allah’ın bir eseri olduğunu düşünmek Allah’ı zikirdir. İnsanın söylediği bir sözün, yaptığı bir iş ve görevin, sergilediği bir davranışın Allah’ın rızasına uygun olup olmadığını düşünmesi ve ona göre hareket etmesi; bir kötülük, bir haram karşısında bunu Allah yasaklamıştır diyerek haram ve kötülükten vazgeçmesi; Allah’ın emir ve yasaklarını, helal ve haramlarını, hüküm ve tavsiyelerini, maruf ve münkeri,  Kur’an ve Sünneti, faydalı şeyleri düşünmesi, anlaması ve öğrenmesi; Allah’ın, Rasûlü ve Kitâbı ile bildirdiği İslam gerçeğini, ilâhî murâkabe altında olduğunu, dünyada yaptığı her iş ve davranışın, söylediği her sözün, sahip olduğu her nimetin hesabının sorulacağını, başıboş bırakılmadığını, boş yere yaratılmadığını,  ibâdet ve itaat ile sorumlu olduğunu,  düşünmesi, bilmesi ve kabul etmesi Allah’ı zikretmesi demektir.[41]      

     c) İnsanın Sahip Olduğu Maddî ve Manevî Bütün Nimetleri Verenin Allah Olduğunu Bilmek: Yüce Allah, insana maddî ve manevî pek çok nimet vermiştir. İnsan, bu nimetler sayesinde varlığını sürdürebilmektedir. İnsanın bu nimetler karşısında görevi, bu nimetleri verenin Allah olduğunu bilmek ve nimetlere şükretmektir. İnsan; Allah’ı zikrettiği zaman nimetlere şükretmiş olacağı gibi, nimetlere şükrettiği zaman da Allah’ı zikretmiş olur. Ebu Hureyre’den rivâyet edilen kudsî bir hadiste Rasûlullâh efendimiz, yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu bildirmiştir: “Ey Âdem oğlu! Sen beni zikrettiğin zaman bana şükretmiş olursun. Beni unuttuğun zaman bana nankörlük etmiş olursun.”[42]

   d) Allah’ı Zat, İsim, Sıfat ve Fiilleriyle Tanımak: Kur’an baştan sona yüce Allah’ı tanıtmaktadır. Bir insanın Allah’ı zikrediyor olabilmesi için her şeyden önce Allah’ı tanıması gerekir. İnsan, Allah’ın zâtını bilemez, künhüne vâkıf olamaz, buna gücü de yetmez. Bununla birlikte Allah’ı isim, sıfat ve fiilleriyle tanıyabilir. Allah’ın fiilleri, sıfatlarına, sıfatları isimlerine, isimleri de zâtına delâlet eder. “En güzel isimler Allah’ındır…” (Â’raf, 180) Hadislerde Allah’ın 99 isminin olduğu bildirilmiş ise de Kur’an’da Allah’ı tanıtan daha çok isim ve sıfat vardır. Bu isim ve sıfatlardan bir kısmı Allah’ın ne olduğunu, bir kısmı da ne olmadığını belirtir: Şu âyetleri örnek olarak zikredebiliriz: “O Allah birdir, hiçbir şeye muhtaç değildir, çocuk sahibi (yani baba) olmamıştır, doğmamıştır, doğurmamıştır, Onun hiçbir dengi yoktur.” (İhlâs, 1-4), “Allah, çocuk edinmemiştir. Onunla beraber ilâh yoktur.” (Mü’minûn, 91), “Rabbinizin şânı yücedir. O eş de çocuk da edinmemiştir.” (Cîn, 3)

 

2- Bedenle Zikir: Bedenle zikir, bedenin her bir uzvunu emrolunduğu görevleriyle meşgul etmek ve yasaklandığı şeylerden alıkoymaktır. Mesela,  gözün görevi gerçekleri, Allah’ın varlığına delalet eden kevnî ve kitâbî âyetleri görmesi, kötü ve günah olan şeylere bakmaması;  kulağın görevi, gerçekleri, Allah ve Rasûlünün sözlerini dinlemesi, yasak ve haram olan sözleri dinlememesi;  el ve ayakların görevi, bu uzuvların ibadet ve itaatte kullanılması, isyan ve yasak olan şeylerden ve yerlerden uzak tutulması;  dilin görevi,  doğru ve hayırlı sözler söylemesi, yalan, gıybet, iftira ve benzeri haram ve kötü olan şeylerde kullanmaması;  aklın görevi, gerçekleri idrâk etmesidir. İnsan, bütün uzuvlarını Allah ve Rasûlünün emir ve yasaklarına uygun olarak, faydalı işlerde kullanması; namaz, oruç, hac, zekat… vb ibâdetleri yapması, meşru işlerde çalışması, üretmesi, insanlara faydalı olması, kısaca Allah ve Rasûlüne itaat etmesi,  Allah’ı bedenle zikretmesi demektir. Ümmü’d Derdâ (r.a.)[43], “Eğer namaz kılarsan bu, Allah’ı zikirdir. Eğer oruç tutarsan bu da Allah’ı zikirdir. İşlediğin her hayırlı amel Allah’ı zikirdir. Her türlü şerden/kötülükten kaçınmak da Allah’ı zikirdir…” demiştir.[44]

 

Bir insanın, “Allah’ı zikredin” emrini yerine getirebilmesi için itaat etmesi gerekir. “İtaat”; Allah ve Rasûlünün emir ve yasaklarına uymaktır. Müfessirler, Bakara sûresi 152. âyetindeki “fezkürûnî =beni zikredin” emrinin “bana itaat edin” anlamında olduğunu söylemişlerdir.[45] Said b. Cübeyr  bu âyet ile ilgili olarak; “Âyet, itaatimle beni zikredin ki ben de sizi mağfiretimle zikredeyim” demektir. Allah’ı zikir, Allah’a itaattir. Allah’a itaat etmeyen kimsenin tesbihi, tehlili ve Kur’an okuması çok olsa bile bu kimse, Allah’ı zikretmiş olmaz” demiştir.[46]

 

Sadece Allah’ı zihinde tutmak, düşünmek, inanmak, dil ile zikir cümlelerini söylemek, “Allah’ı zikredin” emrini yerine getirmek için yeterli değildir. “Allah’ı zikredin” emrini yerine getirebilmek için Kur’an ve sahih hadislerde emredilenleri yapmak, haram ve yasaklardan kaçınmak gerekir. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem; “Allah’a itaat eden Allah’ı zikretmiş olur”[47] buyurmuştur. İtaatin Allah’ı zikir olması ile ilgili olarak “namaz” ibadetini örnek olarak ele alabiliriz. Kur’an’da, cuma namazı ve beş vakit namaza “Allah’ı zikir” denilmiştir. “Namazları ve orta namazı koruyun. Gönülden bağlılık ve saygı ile Allah’ın huzurunda durun. Eğer bir tehlikeden korkarsanız yaya yahut binekli iken namazı kılın. Güvene kavuştuğunuz zaman bilmediğiniz şeyleri (peygamberin) size öğrettiği şekilde Allah’ı zikredin” (Bakara, 238-239) âyetinde ve benzerlerinde geçen Allah’ı zikir ile maksat beş vakit namazdır.[48]

 

Namaz kılan mümin, Allah’ı zikretmiş olur. Abdesti, ezanı, kameti, kıraati, tekbir, tehlil, tesbih, tahmîd ve duâlarıyla her türlü zikri içinde toplayan namaz, Allah’ı zikretmek için kılınır. Yüce Allah: “Muhakkak ben (evet) ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. Yalnız bana ibâdet et ve beni zikretmek için namaz kıl” (Tâhâ,14) buyurmuştur.  Abdullah ibn Mes’ud, Ali b. Ebî Talib, Abdullah İbn Abbas ve Katâde b. Diâme, âyette geçen Allah’ı zikir ile maksadın namaz kılmak olduğunu söylemişlerdir.[49]  Namaz; kalp, dil ve beden ile yapılan her türlü zikri içermektedir. Namazda okunan sûre ve âyetler, duâlar, tesbih, tehlil, tahmîd ve tekbir Allah’ı zikirdir.[50]

 

Yaşantımızın her an zikir halinde olabilmesi için; Allah’ı andığımızda Allah’ında bizi andığını, Allah’ın andığı kimsenin de büyük bir kurtuluşla kurtulacağını, her dâim akılda canlı tutmakla gerçekleşecektir.  Vahyin ve sünnetin ölçüsü içinde belirli virdlerimizin olması, kalbimizi sekînete kavuşturacağı gibi yaşamın her zorluğuna karşı bizleri şeytana, zâlimlere, tâğutlara karşı azimli bir mücadele yeteneği kazandıracaktır. Allah’ı hakkı ile zikretmek, beraberinde Allah’ın dostlarını dost, Allaha, Rasûlüne, müminlere ve Kitabına düşman olanları düşman bilme noktasında anlam kazanmaktadır.

Bir kimse, gece gündüz Allah’ı zikrettiğini iddia etmiş olsa; fakat Allah’ın zikri olan Kur’an’a uygun bir hayatı yaşamında uygulamasa, ayrıca Allah’a itaatte inkârcı tutum sergileyenlere, zâlimlere, tâğutlara yaşam hakkı tanıyarak onlarla dostluk ve arkadaşlık kurup Allahın dinini hâkim kılma anlamında umursamaz davransa böyle bir kimse şeytanın dostu olmaktan kurtulamaz. Böyle bir kimse havada uçsa, suda yürüse yine de şeytanın dostu olmaktan kurtulamaz. Çünkü böylesini havada uçuran, denizde yürüten şeytandır, Rahman değil…

Allah’ı hayatımızın her alanına müdâhil kılmak, Allah için gözyaşı dökmek, mazlumların safında yer almak, zâlimlerden ve tâğutlardan berî olmak, Kur’an’a hakkı ile anlamak, O’nun üzerinde düşünmek, O’nu hayata geçirmek, müminlerle saf tutmak, ümmetin geleceği üzerine tevhidî bir hat oluşturmak,   hayatı iman ve cihad olarak görmek, Rasûlullahı önder kabul etmek,  Kur’an’ı yaşam biçimi haline dönüştürebilmek,  mümin olarak Allaha göçebilmek zikrimizin aslı olmalıdır.[51]

 

3- Dil İle Zikir: Dil ile zikir; Allah’ı güzel isimleriyle anmak, övmek, yüceltmek, noksan sıfatlardan tenzih etmek, O’nun varlığını, birliğini, eşi, ortağı ve benzeri olmadığını, gücünü, iradesini ve nimetlerini ifade eden cümleleri söylemek, duâ etmek, Kur’ an okumak, öğrenmek ve öğretmek şeklinde yapılabilir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi asıl zikir; kalple yapılan zikirdir. Dil ile yapılan zikir kalple yapılan zikre delâlet eder. Dil, kalbin tercümânıdır.

 

Dil ile zikredilmesini ifade eden âyet ve hadisler vardır: “Allah’ı çok zikredin”(Enfal, 45; Ahzâb,41) emri dil ile zikri öngördüğü gibi  “Rabbinin ismini zikret”(Müzzemmil, 8) emri de dil ile zikri ifade eder. Müminin kalbi, dilin zikrine karşı duyarlıdır. “Allah zikredilince kalbin ürpermesi” (Enfal, 2; Hâcc,35) bu gerçeğin ifadesidir. Şu hadisler de dil ile zikir söz konusu edilmektedir:  “Zikrin en efdalinin Lâ İlâhe İllallah (diye yapılan zikir) olduğunu”[52] bildiren Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem; “Ey Allah’ın Rasûlü! İslam’ın alâmetleri bana çok geldi, (hepsini yapamıyorum), bana bir görev bildir ki ona yapışayım” diyen birisine, “Dilini devamlı Allah’ın zikri ile meşgul et”[53] buyurmuştur.

 

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: “ Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem; ‘Cennet bahçelerine uğradığınız zaman, nimetlerinden bolca yararlanın’ buyurdu. Ben, “Ey Allah’ın Elçisi! Cennet bahçelerinden maksat nedir? diye sordum, ‘Câmilerdir’ buyurdu. ‘Camilerin nimeti nedir?’ Ey Allah’ın elçisi” dedim. “Subhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber (Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim, her türlü övgü Allah’a mahsustur. Allah’tan başka ilâh yoktur ve Allah en büyüktür) cümlelerini söylemektir” buyurdu.[54]

 

Bu hadisler, hem dil ile zikrin önemini hem de dil ile zikrin nasıl yapılacağını bildirmektedir: Bunlar; Subhânallah,   Elhamdü lillah, ve Lâ İlâhe İllallah ve Allâhü Ekber şeklinde söylenen tesbih, tahmîd, tehlil ve tekbir cümleleridir. Bu cümleleri dil ile söylemek, ifade ettiği anlamları bilmek ve kabul etmek zikirdir. Müfessirler, “Allah’ı zikredin” emrini yorumlarken dil ile Allah’ı zikrin tesbih, tehlil, tahmîd ve tekbir ile yapılacağını beyân etmişlerdir.[55]  Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, insanın sahip olduğu en değerli varlıkların başında kişinin “şükreden bir kalbe ve zikreden bir dile sahip olmasını” [56]zikretmiştir. Bir mümin; tesbih, tehlil, tahmid ve tekbir cümlelerini söyleyerek zikredebileceği gibi hayırlı işlerine eûzü besmele ile başlayarak, gelecekte yapacağı her işi için inşâallah diyerek, duâ ederek, Kur’an okuyarak, tövbe istiğfar ile de zikredebilir.

Namaz içinde, namaz sonrasında, akşam, sabah ve yatarken, yola çıkarken, bir şey yiyip içtikten sonra ve muhtelif zamanlarda okunması tavsiye edilen mesnûn duâları her gün tekrarlamak da Allah’ı zikirdir. Bu duâları, duâ mecmuâlarında, hadis kitaplarının zikir ve duâ bölümlerinde bulmak mümkündür.[57]

 

Yusuf Kerimoğlu hocamız, zikir kavramını açıklarken, zikrin İslâmî hükümleri bilmek ve ahkâmı edâ etmek olarak ifâde eder ve şöyle der: “Bir mükellef, sahih bir itikada sahip olmadığı ve ihlâsı esas almadığı müddetçe, sâlih amel işleyemez. Müslümanlar, zikir ibâdetini edâ ederek gafletten kurtulabilirler. Bir hususa işaret etmekte fayda vardır: Yeryüzündeki hilâfet vazifesini hakkı ile edâ etmeye niyet etmeyen kimselerin, bazı lafızları ‘dudak servisi’ ile tekrarlamalarına zikir denilemez. Kur’ân-ı Kerim’de zikir ehli, şeriatı bilen ve ahkâmını hakkı ile edâ eden kimseleri ifade için
kullanılmıştır: ‘Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorunuz.’(16/Nahl, 43) âyet-i kerimesindeki incelik budur.”[58]

     c) Teklifî açıdan zikir ikiye ayrılır:

      1- Farz olan zikir: Özellikle insanımızın yoğunlaşması gereken zikir, farz olan zikirdir. Bunlar; beş vakit namaz, zekât, oruç, hac ve cihad gibi Allah’ın emirleridir. Müminlerin Allah’ın râzı olduğu ve olmadığı şeyleri bilip gereğini yapmaları gerekir. Önce kendisine ihtiyaç duyulan bu şer’i teklifleri öğrenmek gerekir. “Aslında zikir meclisleri; helal ve haramın, yani; nasıl satarsın, nasıl alırsın, nasıl namaz kılarsın, nasıl oruç tutarsın, nasıl nikâhlar, nasıl boşarsın, nasıl hac yaparsın gibi şeylerin öğrenildiği yerlerdir. Kur’an-ı Kerim tefsiri, Rasûlullahın sünneti nakledilen ve dinin fıkhî meseleleri öğrenilen ilmî toplantılar da zikir meclisleridir. Bunlar için toplanmak, meclislerde tesbih, hamd ve tekbirle yapılan zikrullah toplantılarından daha üstündür. Çünkü bunlar, farz-ı ayın ve kifâye ama sırf zikrullah tatavvudan, nâfileden ibârettir.”

2- Tatavvu/nâfile olan zikir: Kelime-i tevhid, lafza-i celâl, salâtü selâm, bazı me’sûr duâlar ve belirli virdleri okumak suretiyle yapılan zikir. Günümüzde nâfile zikirlerin, farz zikirlerin önüne geçtiğini görmekteyiz. Hatta denilebilir ki; zikir sırf tatavvu olandan ibaret görülmekte, farz olan kısmı gündeme bile getirilmemektedir. Bidatsiz tasavvufun öncülerinden olan Cüneyd-i Bağdâdî (ö:297/910); “Bizim mezhebimiz iki asılla kayıtlıdır. Bunlar; Kitap ve Sünnettir. Kim ki Kur’an-ı Kerim’i ezberlemez, Hadis-i Şerif’leri yazmaz ve fıkıh öğrenmezse ona uyulmaz.”demiştir.  Gazzali de şöyle bir değerlendirme yapmıştır: “Kim önce Hadis öğrenir sonra da tasavvufla uğraşırsa o, kurtuluşa erer. Kim de ilim öğrenmeden önce tasavvufla uğraşırsa nefsini tehlikeye atmış olur.”[59]

   D) ZİKRİN YAPILIŞ ŞEKİLLERİ:

Allah’ı hatırlatan her amel, her söz, her tefekkür, her ibâdet gayreti, her çaba ve yürüyüş, her zihnî veya kalbî faaliyet ‘zikir’dir. Zikir ibâdetinin ne kadar önemli olduğu Kur’an âyetlerinden ve hadislerden anlaşılmaktadır. Daha önceki bölümlerde bu konudaki âyet ve hadisleri zikretmiştik. Rabbimiz, vurgulu cümlelerle kullarının kendisini zikretmelerini -hem de çokça- emretmekte.

Peki, bir anlamda imanın ortaya konulması ve Allah’a itaatin ifadesi olan bu zikir ibâdeti nasıl yerine getirilecek?  Zikrin özel bir şekli var mıdır?  “Gizli mi – açık mı; toplu mu – tek başına mı yapılmalı?” tartışmalarında kim ‘en güzel örnek’ alınmalı suâlleri gündeme gelmektedir.

Önce bir ‘Tasavvuf Terimleri Sözlüğü’nden tasavvufçuların zikir denince ne anladığını ve tarikatların zikri icrâ şekillerini nakledelim ve ardından bu konudaki kanaatlerimizi serdedelim:

“Tasavvufa göre zikir, ‘Allah’ kelimesini veya ‘Lâ ilâhe illallâh’ cümlesini söylemek ve tekrarlamak demektir. İlkine ‘lafza-i celâl’, ikincisine ‘kelime-i tevhid zikri’ veya ‘tevhid zikri’ denir. Tarikat ehlinin belli kelime ve ibâreleri belli zamanlarda, belli sayıda, belli bir edeb dâhilinde her gün düzenli olarak söylemeleri; ‘vird’ ve ‘hizib’ olarak da adlandırılır. Tarikat ehlinin ve sûfî cemaatlerinin bir yerde toplanıp şeyh veya halîfesinin gözetiminde ‘Allah, Allah’; ‘hû, hû’; ‘hay, hay’ gibi belli ibâreleri belli bir hareket düzeni içinde söylemeleri. Bu çeşit toplu zikirlere; tarikat âyini, semâ, hadra ve deverân gibi isimler verilir. Söylenen sözleri ve hareketlerin ritmik (âhenkli) olması icap eder. Bu tür zikirlerde bazen ney, kudüm ve def gibi enstrumanlar da kullanılır; Mevlevîlikte, Halvetîlikte olduğu gibi. Bu tür zikirler ekseriya tekkelerde icrâ edilir. Zikirde zikreden, zikredilenden başka her şeyden geçer, zâkir zikirde mezkûrdan başkasını hatırlamaz, kendisini kaybeder, yaptığı zikrin bile farkında olmaz. Bu yüzden zikir, kendinden geçip (gaybet, vecd) ve Hakk’ı buluş (vuslat, vücûd) halidir.

Zikir iki türlüdür:

 

1- Zikr-i cehrî, zikr-i aleniye: Yüksek sesle veya çevrede bulunanların işitebilecekleri bir şekilde sesli olarak yapılan zikirdir. Sesli zikri esas alan tarîkatlara cehrî tarikat denir.

 

2- Zikr-i hafî: Zikredenin, sadece kendisinin işitebileceği bir şekilde alçak sesle yaptığı zikir. Sessiz zikri esas alan tarikatlara hafî tarikat denir. Melâmet ehli ve Nakşibendîler hafî zikri; Rifâîler, Kadirîler cehrî zikri tercih etmişlerdir.

Kâiden zikir: Tarikat ehlinin bir halka oluşturup oturarak ritmik hareketlerle yaptıkları zikir. Kâimen zikir: Tarikat ehlinin bir halka oluşturup ritmik hareketlerle ayakta yaptıkları zikir. Bu zikir döne döne yapıldığı için devr ve deverân adını da alır. Zikr-i erre, zikr-i minşârî: Yesevîlikte hançereden testere sesi gibi bir ses çıkarılarak yapılan zikir.”[60]

 

Görüldüğü gibi “şeyh gözetiminde ‘hû, hû’; ‘hay, hay’ demeler, halka oluşturup ritmik hareketler, döne döne devranlar hatta testere gibi sesler çıkarmalar…” Bunlar ne derece doğru? Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve Selef-i Sâlihîn’in bu konularda tavrı nedir?

Hemen bu hususlardaki örneğimiz kim olmalı suâlinin Kur’an-ı kerimdeki cevâbını zikredelim: “Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 21); “De ki: ‘Eğer siz, Allah’ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin. Allah bağışlayandır, esirgeyendir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin.’ Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 31-32)

Demek ki âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’yı zikretmek ibâdetinin, Allah’ın rızası ve muradı üzere olması için, bize Allah tarafından vazifeli kılınıp gönderilen, bize Allah’ın âyetlerini okuyan, bizi arındıran, bize Kitab ve hikmeti öğreten ve bilmediklerimizi bildiren en son Rasûl, en son Nebî Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e tabi olmamız gerekir. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, mü’minlere örnek kılınmış ve O’na itaat farz edilmiştir.

Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmeti olan İslâm Milleti’nin her mü’min ferdi, imanın ve ibâdetin bütün ilkelerini, Allah’ın kendisine bildirmesiyle Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den almıştır. Namazı, zekâtı, orucu, haccı, güzel ahlâkı, insanlar arası ilişkilerinin nasıl olacağını, dolayısıyla Allah’ın nasıl zikredileceğini de Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, ümmetine öğretmiş ve fiilî olarak göstermiştir.

İnsanlar içerisinde Allah’ı en güzel ve mükemmel zikreden elbette Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’di. O’nun bütün sözleri birer zikirdi. O’nun emirleri ve yasakları, Allah’ın adlarından ve sıfatlarından bahsetmesi, Allah’ın hükümlerinden ve fiillerinden söz etmesi, O’nun vaad ve vaidinden (müjde ve korkutmalarından) haber vermesi, O’na hamdetmesi, O’nu tesbih etmesi, O’ndan duâ ile bir şey istemesi, hep Allah’a rağbet etmesi, O’ndan korkup çekinmesi, O’na tevekkül etmesi, hep O’nun zikirlerindendi. Peygamberimizin susması bile kalbinin bir zikridir. Allah’ın Rasûlü her durumda ve her an Rabbini zikrederdi.[61]

Hz. Âişe’den naklen: Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem (zamanının) her ânında Allah’ı zikrederdi”[62] Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, Rabbını zikretmek, O’na hamdetmek ve etrafındakilere O’ndan bahsetmek için, en ufak bir işi, bir değişikliğini fırsat biliyordu. Elbisesini giyerken, bineğe binerken, bir yokuş inişinde veya tırmanışında, yolda bir değişiklik olunca, enteresan bir durum karşısında, yatağa yatarken, uykudan kalkarken, tuvalete veya banyoya girerken ve çıkarken, evden dışarıya adım atarken… her durum karşısında zikir O’nun dilinde, gönlünde ve zihninde idi. Bütün bu durumlarda hamdettiğini, tesbih ve tekbir ile Allah’ın ismini andığını hadis kitapları zikreder. Nimet görür, Allah’a şükreder, yemeğe başlarken besmele ile zikreder, yemek esnâsında Allah’ın nimetlerini tefekkür eder ve insanlara Allah’ı hatırlatır, bunu tavsiye eder, sonunda mutlaka hamd-ü senâda bulunur, şükrederdi. Allah’la kopuk bir sâniyesi olmayıp, her çeşit dünyevî zorluk ve kolaylık karşısında O’na yöneliyor, duâ ediyor, sabrediyor, şükrediyor; Allah’la bağını tazeliyor, zikrin tüm çeşit ve kapsamıyla zikrediyordu.

Yüce Allah kendisini anmanın nasıl olması gerektiğini, rasûlünün şahsında bize şu şekilde öğretmek­tedir: “Rabbini içinden, yalvararak ve ondan korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam zikret/ an). Gâfillerden olma.” ( A’raf, 2O5).

İmam Buhârî “Tekbirde sesin yükseltilmesinde kerih olanı” bâbında sahabe-i kiram’dan Ebu Musa el-Eş’ârî’den şu rivâyeti nakletmiştir: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraberdik. Bir vadiden inerken tekbir getiriyor, çıkarken de tehlîl ediyorduk. Sesimizi biraz yükselttik. Bunun üzerine buyurdu ki; “Ey insanlar, kendinize acıyın. Zira siz ne sağır birisine, ne de burada olmayan birisine sesleniyorsunuz. Şüphesiz O, sizinle birliktedir, çok iyi işitir, çok yakındır. O’nun ismi mübârek, şânı da yücedir”[63]

Bu hadisin şerhinde Kastallânî der ki: “Taberî dedi ki; ‘Zikir ve duâda sesi yükseltmenin mekruhluğunu sahabe ve tabiinden selefin çoğu söylemişlerdir.’ Bu hadis de, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in zikirde sesin yükseltilmesini çirkin gördüğünü gösteriyor.”[64]

Buna karşın yüksek sesle zikrin doğru olduğunu savunanlar, Abdulllah İbn Abbas[65]‘ın şu sözünü delil getirmişlerdir: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem döneminde insanlar farz namazların ardından yüksek sesle Allah’ı zikrederlerdi. Ben, ashab-ı kiramın namazı bitirdiklerini bu şekilde seslerini yükseltmelerinden anlardım.”[66]

Bu hadisle alakalı Buhârî’nin şerhi olan Fethu’l-Bârî’de Hafız İbn Hacer el-Askalânî şöyle diyor: “Abdullah İbn Abbas’tan nakledilen rivayette geçen Rasûlullah döneminde ifadesi namaz sonlarında Cenâb-ı Hakk’ı cehrî ( yüksek sesle) olarak zikretme­nin câiz olduğunu göstermektedir. İmam Nevevî şöyle demiştir: ‘İmam Şafiî bu hadisi ashâb-ı kiramın çok kısa bir süre sesli olarak zikrettikleri şeklinde yorum­lamıştır. Maksatları ise zikrin nasıl yapılacağını göstermek ve bunu cemaate öğ­retmektir. Yoksa her zaman zikre bu şekilde sesli olarak devam ettiklerini söyle­yemeyiz. Dolayısıyla tercih edilen görüş imamın ve cemaatin zikri gizli olarak yapmalarıdır. Fakat zikri insanlara öğretmek maksadı taşınıyorsa sesli zikir yapı­labilir.’

Abdullah İbn Abbas’ın sözü, zikir sesini duyunca ashabın namazı bitirdiğini anladığını göstermektedir. Kâdî Iyâz şöyle demiştir: ‘Bu ifadenin zâhir anlamına baktığımızda İbn Abbas’ın cemaate katılmadığı sonucu çıkar. Çünkü İbn Abbas’ın yaşı o zamanlar küçüktür ve cemaate devam etmek şeklinde bir görevi so­rumluluğu yoktur. İşte bu yüzden namazın bittiğini okunan zikirlerden anlamış­tır.’

 

Bir başka âlim de konu hakkında şu değerlendirmede bulunmuştur: “Ab­dullah İbn Abbas’ın namazı son cemaat mahallinde en arkadaki saflarda kılmış olması da ihtimal dâhilindedir. Bu yüzden selâm verilerek namazdan çıkıldığını fark edememiştir ve namazın bittiğini getirilen tekbirlerle anlamaktadır.”[67]

 

Bu hadis toplu (sesli) zikrin Allah Rasûlünün yaptığı gibi bazı hallerde yapılabileceğine delil olabilir. Ama bu işi sürekli, sohbetlerden önce yapmak veya oturup toplu olarak yapmak bid’attır. Çünkü daha sonraları yapıldığına dair bir delil yoktur.

Günümüzde namazdan sonra yapılan tesbihâtın sesli ve topluca yapılmasından hareketle yüksek sesle ve topluca zikretmenin doğru olduğunu savunanların olduğu âşikâr. Hâlbuki durum onların savundukları gibi değildir. Bilakis bu uygulamanın bid’at olduğunu âlimlerimiz ifâde etmektedir. Bu konuda Ebubekir Sifil  şöyle der: “Namazın ardından topluca tesbih çekmek, topluca duâ etmek, imamın ‘salâten tüncînâ’ okuması, cemaatin de “amin” demesi bid’attir.[68] Bunun sesli veya sessiz söylenmesi arasında bir fark yoktur. Aslolan şudur: Farz namaz kılınıp bittikten sonra isteyen camide kalır;  namaz kılar,  Kur’an okur,  tesbihat yapar veya dua eder; isteyen çıkar. Selef, farz namazların önünden ve arkasından kılınan  râtibe(sünnet)leri evinde kılardı. Ancak günümüz şartlarında –özellikle de büyük şehirlerde– râtibeleri evde kılma imkânı bulunmadığı için, hiç kılmamaktansa camide kılmak elbette daha uygundur. Namaz  sonrası  tesbihat  ve duâyı da herkes kendi başına yapmalıdır.”[69]

Bu konuda Hanefî mezhebinin Hadis delillerinin zikredildiği en hacimli kitap olan “İ’lâu’s-Sünen”de Zafer Ahmed Et-Tehânevî[70] şöyle der:  “Hint diyarının bazı bölgelerinde bulunan bid’atçilerden bir gruba Allah merhamet eylesin ki (…) devamlı surette imam (…) sesli bir şekilde ikinci kere duâ ediyor, cemaat de “âmin” diyor. Bunu, hiç bırakmamacasına devamlı bir şekilde yapıyorlar. Öyle ki avamdan bazı kimseler, sünnet ve nafile namazlardan sonra imam ve cemaatin topluca duâ etmesinin zaruri ve vacip olduğuna inanıyor. (…) Hatta mescit mütevellileri, görevli imamı, sünnet ve nafilelerden sonra yapılan bu duâyı tervice ve devamlı surette yapmaya zorluyor! (…) Allah’a yemin ederim ki bu, Din’de sonradan ihdas edilmiş bir uygulamadır. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in, (sünnet ve nafileleri evde kıldıktan sonra), arkasından duâ etmek için mescide döndüğü, herhangi bir hadiste sabit olmuş değildir. Ne bu rivâyetlerde, ne de başkalarında Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in, mescitte nafile namaz kıldıktan sonra cemaatle birlikte duâ ettiği nakledilmiştir. Şu halde onun (eş-Şürünbülâlî’nin) sözünün anlamı şudur: Müslümanlar’ın, farz namazlardan sonra okunması me’sûr olan evrâdı, her biri kendi başına olmak üzere okuması ve her birinin, kendisi ve Müslümanlar için duâ etmesi gerekir…” [71]

İmam Şâtıbî’nin şu değerlendirmesini de nakledelim: “Ortaya çıkmış bir başka görüş var: Bu görü­şün taraftarları, günümüzde çoğunluğun yaptığı namazın arkasın­dan toplu olarak dua etmeyi bir görev imiş gibi sürdürmesi ve müezzinlerin ezandan sonra ayrıca bir uyarıda bulunmayı bir görev gibi sürdürmesi mutlak olarak sahihtir demektedirler. Bu görüşü ileri sürerken dine uygun veya aykırı olduğunu dikkate almıyorlar. Bu hususta kendilerine muhalefet edenlerin muhalefeti içtihada veya taklide dayalı dini bir delildir ve Müslümanların tuttuğu yolun dışına çıkmaktır. Bunlar bunu söylerken, mûteber bir delile daya­narak değil, gelişigüzel, rastgele söylemişlerdir. Bunlardan kimisi bu uygulamanın halk içerisinde sahih ve faziletli âlimlerde var olduğu eğilimindedirler. Eğer hata olsaydı, onlar bunu yapmazdı, demektedirler.

Günümüzde içinde bulunduğumuz durum da budur. Geçmişteki âlimlerin sözleri ve delilleri itham edilmekte, son dönemdekilerin sözleri iyi karşılanmaktadır. Belki daha öncekilerin sözleri tartışılıp onlarda zan ve hata bulunduğu ileri sürülüyor. Aynı şey, son dönemdekiler için söz konusu edilmiyor. Oysa onlar müslümanların icmâ’ı/görüş birliği ile buna daha çok layıktırlar. Son dönemde bu davranışı yapana: ‘Bu yaptığına dinden bir delil var mıdır?’ diye sorulduğu zaman hiçbir şey söylemeyecektir. Veya detayını bilmediği kalıplaşmış bir şey söyleyecektir. Meselâ ‘bu hayırlıdır, iyidir’ diyecektir. Ama Allah’ın ‘ Sözü dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele.(Zümer, 18) âyetinden haberi yoktur. Yahut bu kişi ‘Bu iyidir’ diyor, ama Allah’ın ‘…İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın.(Mâide, 2) âyetinden haberi yoktur. Söylediği şeyin aslının hayır veya iyilik olup olmadığında durur, bir şey söyleyemez. Onun eğilimi o şeyin akıl yönünden hayırlı veya iyi olduğunun ortaya çıkması ve akıl yönünden güzel sayılmasıdır. Bu, sapıklık ehlinin mezhebidir ve Ehl-i Sünnet katında sabittir ki bu davranış sonradan ortaya çıkmış bid’atlardandır.”[72]

 

Biz konumuza devam edelim. Ebû Hureyre radıyallâhu anh şöyle demiştir: “Ashab-ı kiramın fakirleri Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, çok mala sahip olan zengin kardeşlerimiz yüksek dereceleri ve ebedi nimet yurdunu kazandılar gitti! Onlar bizim kıldığımız gibi namaz kılıyor, bizim gibi oruç tutuyorlar. Fakat malları çok olduğu için bizim yapamayacağımız amelleri de işliyorlar. Hacca gidiyorlar, umre yapıyorlar, cihada rahatlıkla katılıyorlar ve üstelik sadaka da veriyorlar. Biz ise bunları hiçbirini yapamıyoruz’ dediler. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem onlara şöyle buyurdu: “Ben size öyle bir şey söyleyeceğim ki, bunları sağlam bir şekilde yaptığınız takdirde sizi geçen bu kişilerin derecesine ve sevabına yetişirsiniz. Hatta sizden başka hiç kimse daha sonra size yetişemez ve içinde bulunduğunuz cemaatin en hayırlıları olursunuz. Fakat bunun aynısını yaparlar olursa onlar da size yetişip sizin gibi hayırlı insanlar zümresine dâhil olurlar. Bu görev şudur: Her (farz) namazın ardından otuz üçer defa Allah’ı tesbih edersiniz, O’na hamd edersiniz ve tekbir getirirsiniz.”[73]

Muslim’in bir rivâyetinde şu ilâve vardır: “Birkaç gün sonra fakir muhâcirler Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e tekrar gelerek: – Zengin kardeşlerimiz bizim yaptığımız zikirleri duymuşlar. Aynını onlar da yapıyorlar, dediler.  Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:– “Ne yapalım! Artık bu Allah’ın bir lütfudur, Allah lütfunu dilediğine verir.” [74]

Yine Ebû Hureyre radıyallâhu anh’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:  “Her namazdan sonra kim otuz üç defa subhânallah, otuz üç defa elhamdulillâh, otuz üç defa Allâhu ekber der, yüze tamamlamak için de ‘lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, lehu’l mulku ve lehu’l hamdu ve huve alâ kulli şey’in kadîr: Allah’tan başka ilâh yoktur; yalnız Allah vardır. O tektir, ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’na mahsustur. O’nun gücü her şeye yeter’ derse, günahları deniz köpüğü kadar çok olsa bile affedilir.” [75]

Hadislerden anlaşılacağı üzere Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından yapılan/tavsiye edilen – gerek namazdan sonraki zikirler olsun gerekse de gün içerisinde yapılan zikirleri-, sahabe döneminde kimisi bilmekte, kimisi de bilmemektedir. Allah Rasûlünün yanına üç, beş sahabe gelmiş soruyorlar, Rasûlullah da onlara cevap veriyor. Allah Rasûlünün bu söylediğini daha o an şu üç, beş sahabeden başka bilen yok. Yani Allah Rasûlü arkadaşlarını toplayıp: “Haydi arkadaşlar gelin toplu halde zikir yapalım, Rabbimizi analım. Ben size şu kadar şundan, şu kadar bundan diyeceğiz, diyeceğim sizde söyleyeceksiniz” dediğine dâir sahih bir haber yoktur. Yalnızca bazı kaynaklarda geçen şöyle bir zayıf rivâyet mevcut:

Ashabtan Şeddâd b. Evs der ki: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında bulunuyorduk. Rasûlullah: ‘İçinizde garîb (Ehl-i Kitab) var mı’ diye sordu. ‘Hayır, yâ Rasûlallâh’ dedik. Bunun üzerine kapıların kapatılmasını emretti. ‘Ellerinizi kaldırınız ve Lâ ilâhe illallâh deyiniz.’ buyurdu.  Ellerimizi kaldırdık ve bir saat boyunca birlikte ‘Lâ ilâhe illallâh’ dedik.  Rasûlullah, elini indirdi. Sonra da: ‘Allah’a hamdolsun. Allah’ım! Sen, beni bu kelime ile gönderdin ve beni bununla memur kıldın. Cenneti de, bana bu söz üzerine vaat ettin. Şüphe yok ki sen, asla vaadinden dönmezsin’ diyerek duâ etti. Sonra da: ‘Sevininiz! Hiç şüphesiz Aziz ve Celil olan Allah, sizi bağışladı.’ buyurdu.”[76]

Her şeyden önce, bu rivâyet bütün hadis kitapları arasından sadece İbn Hanbel’in Müsned’inde yer almakta, diğer sahih hadis kitaplarında bulun­mamaktadır. Aynı şekilde rivâyete göre bu zikre katılanlar bir topluluk ol­masına rağmen sadece bir kişiden rivâyet edilmektedir. Bu kişi de güveni­lirliği şüpheli olan bir râvidir. Mesela el-Heysemi, rivâyet eden Raşid İbn Davud’un zayıf bir kişi olduğunu söylemektedir.Ayrıca bu türden sadece bu olay rivâyet edilmektedir. Biraz da “piyango” havası taşımaktadır. Bütün bunlar söz konusu rivâyetin sağlam bir rivâyet olmadığını göstermektedir. Hatta tasavvuftaki şekliyle zikri anlattığı için, sıhhati hayli kuşkuludur.[77] (En doğrusunu Allah bilir)

Hz. Peygamberin dâvetinin herkese açık ve genel olması açısından da bu rivâyetin doğru olması mümkün görünmemektedir. Çünkü Rasûlullah dini insanlara açıkça tebliğ etmiş ve ibâdetlerini kimseden gizlememiştir. Hatta dâvetinin insanlara ulaşması için kendisi gayr-i müslimlere Kur’an okumuş ve yeri gel­diğinde herkesin görebileceği açık yerlerde namaz kılmıştır. Nitekim Necran’dan gelen hıristiyanlara okunan Kur’an’ı dinlemeleri, İslam’ın öğretile­rini duymaları ve uygulamalarına tanık olmaları için Mescid-i Nebevi’nin yanında onlara çadır kurdurarak ağırlanmalarını emretmiş ve mescidin içinde kendilerine ikram edilmiştir. Onların da okunan Kur’an’ı dinledikle­ri, kılınan namazları izledikleri ve Rasûlullah’ın tebligatına şahit oldukları bilinen bir olaydır. Durum böyle iken, Rasûlullah’ın yahudi ve hristiyanları mescidin dışına çıkararak uzaklaştırması ve bir ibâdete tanık olmalarını en­gellemesi mâkul değildir.

Ebû Hureyre ile Ebû Saîd el–Hudrî’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere Allah’ın evlerinden bir evde bir araya gelirse melekler onların etrafını sarar; Allah’ın rahmeti onları kaplar; üzerlerine sekînet iner ve Allah Teâlâ onları yanında bulunanlara över.[78]

Enes bin Mâlik’den  Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu: “Cennet bahçelerine uğradığınız zaman ondan yiyiniz (otlayınız).  Biri, ‘Cennet bahçeleri nedir’ deyince, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, ‘Zikir meclisleri’ diye cevap verdi. Başka bir rivâyette ‘Zikir halkaları’ şeklindedir.[79]

Peki, bu hadislerde geçen zikir meclisleri (veya halkaları) derken ne kastedilmiştir denirse deriz ki: Kur’anın öğrenilmesi ve öğretilmesi, Kur’anın izahını yapan hadislerin öğrenilmesi ve öğretilmesi, Allah’ın isim ve sıfatlarının öğrenilmesi ve öğretilmesi, Allah’ın tesbih edilmesi, noksanlıklardan tenzih edilmesi, O’na hamd edilmesi, O’nun yüceltilmesi, Allah’ın isim ve sıfatları ile O’na dua edilmesi, O’ndan istekte bulunulması, O’ndan cennetinin istenilmesi, Cehenneminden uzak tutması için O’na yalvarılması, kendilerine bahşedilen hidâyetten dolayı O’na bol bol hamdedilmesi, verdiği nimetlerden dolayı O’na şükredilmesi, işlenilen hata ve günahlardan dolayı O’ndan bağışlanılma dilenilmesi gibi meselelerdi. İşte onların zikir meclislerinin keyfiyeti böyle idi.  Bu ve emsali delillerden anlaşıldığı gibi, asr-ı saadetteki oluşturulan zikir meclisleri, her şeyden önce sadece ve sadece Allah rızası için oluşturulan meclislerdi.

İmam Kurtubî der ki: “Zikir meclisi, içinde Allah’ın Kelâmı, Peygamberin Sünneti okunup anlatılan, sâlihlerin hayatından örnekler verilen, din âlimleri­nin tefsir ve yorumlarından bahsedilen meclislerdir.”[80]

Nihâyeten İmam Şâtıbî’nin değerlendirmeleriyle bu bölümü sonlandıralım: “Selefi sâlihîn kendi aralarında Kur’an okuyup ilim müzakeresi yaparlardı. İşte bu, zikir meclislerinden bir meclistir. Zikir maksadıyla toplanmak da böyledir… Fakat onlar koro halinde zikir yapmak için toplanmamışlarsa böyledir. Bir topluluk Allah’ın nimetlerini anmak veya ilim sahibi kişilerse aralarında ilim müzakere etmek veya içlerinde bir âlim varsa onun etrafında ilim öğrenmek için oturdukları veya birbirleriyle Allah’a nasıl itaat edileceği, isyandan nasıl sakınılacağını müzâkere etmek üzere toplandıkları zaman, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in ashabı arasında yaptığı, sahabe ve tâbiinin de aynısını uyguladığı meclisler gibi olacağından bu meclislerin hepsi zikir meclisi olacaktır… İşte gerçek manada zikir meclisleri bunlardır. Kendilerinin tasavvuf yolunu izlediğini iddia eden o fakirlerden en bidat ehli olanları, Allah Teâlâ böyle meclislerden mahrum bırakmıştır. Bu tür sûfîler sapıtmışlar ve kendileri gibi câhillerin peşinden gitmişlerdir. Kur’an âyetlerini ve Hadisleri okumaya başlamışlar, fakat onları da ilim sahiplerinin söylediklerine göre değil, kendi kafalarına göre yorumlamışlardır. Sırât-ı müstakimin dışına çıkmışlardır.”[81]

Hâkim İbnu’l Mubârek haber verdi ki, Amr b. Yahya şöyle dedi: “Babamı, babasından  (naklen)  şöyle rivâyet ederken duydum:  (Babam) dedi ki: Sabah namazından önce Abdullah b. Mes’ûd[82]‘un kapısının önünde otururduk. Çıktığında, onunla beraber mescide giderdik. Neyse (bir gün) Ebû Mûsâ el Eş’arî  yanımıza geldi ve; ‘Ebû Abdirrahmân (Abdullah b. Mesûd’un lakâbı) şimdiye kadar yanınıza çıktı mı?’ dedi. ‘Hayır’ dedik. O da bizimle beraber oturdu. Nihâyet Abdullah çıktı. Çıkınca toptan ona ayağa kalktık. Sonra Ebû Mûsâ ona şöyle dedi: “Ey Ebû Abdirrahmân! Biraz önce mescidde yadırgadığım bir durum gördüm. Ama yine de, Allah’a şükür, hayırdan başka bir şey görmüş değilim. Abdullah: ‘Nedir o?’ diye sordu. O da; ‘Yaşarsan birazdan göreceksin’ dedi (ve) şöyle devam etti: “Mescidde halkalar halinde, oturmuş, namazı bekleyen bir topluluk gördüm. Her halkada (idareci) bir adam,  (halkadakilerin) ellerinde de çakıl taşları var.(idareci):”Yüz defa Allâhu Ekber deyin” diyor, onlar da yüz defa Allâhu Ekber diyorlar. Sonra, yüz defa Lâ İlâhe İllallah, deyin diyor, onlar da yüz defa Lâ ilâhe İllallah diyorlar. Yüz defa Subhânallah deyin diyor, onlar da yüz defa Subhânallah diyorlar.” Abdullah b. Mes’ûd : ‘Peki onlara ne dedin?’ dedi. ‘Senin görüşünü bekleyerek veya ‘senin emrini bekleyerek’ onlara bir şey söylemedim.” dedi.  Dedi ki; “onlara kötülüklerini hesap etmelerini emredip  (bununla) iyiliklerinden hiçbir şeyin de zâyi edilmeyeceğine dair onlara güvence verseydin ya!” dedi. Sonra gitti, biz de onunla beraber gittik. Nihâyet o, bu halkalardan birine geldi, başlarında durdu ve şöyle dedi: “Bu, yaptığınızı gördüğüm nedir?”  Dediler ki; “Ey Ebû Abdirrahmân! Bunlar çakıl taşları. Onlarla Allâhu Ekber, Lâ ilâhe İllallah ve Subhânallah deyişleri sayıyoruz.” Bunun üzerine Abdullah b. Mes’ûd dedi ki; “Artık kötülüklerinizi sayıp (hesab edin)! Ben, iyiliklerinizden hiç bir şeyin zâyi edilmeyeceğine kefilim. Yazıklar olsun size! Ey Ümmeti Muhammed, ne çabuk helak oldunuz! Rasûlullah  sallallâhu aleyhi ve sellem’in şu sahâbesi içinizde hâlâ bolca bulunmakta. İşte onun elbiseleri, henüz eskimemiş; kapları, (henüz) kırılmamış. Canım elinde olan Allah’a yemin olsun ki, sizler kesinlikle ya Muhammed’in dininden daha doğru yolda olan bir din üzerindesiniz (ki bu imkânsızdır) veya bir sapıklık kapısı açmaktasınız.” Onlar; “Vallahi, ey Ebû Abdirrahmân, biz, başka bir şey değil, sadece hayrı (elde etmeyi) istedik” dediler. O da şöyle karşılık verdi; “Hayrı (elde etmek) isteyen niceleri vardır ki onu hiç elde edemeyeceklerdir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bize haber vermişti ki; “Kur’an’ı okuyacak olan bir topluluğun bu okuyuşları sadece dilde kalacak, onların köprücük kemiklerini ileriye geçmeyecek. Vallahi, bilmiyorum, belki onların çoğu sizdendir.”  Sonra Abdullah onlardan yüz çevirdi. Amr b. Yahya’nın dedesi: Amr b. Selime, bundan sonra şöyle dedi: Bu halkalardaki  (insanların)  tamamını, Nehrevân olayında, Haricîlerin yanında bize karşı vuruşurken gördük.”[83]

Ebu’l-Bahterî anlatıyor: “Bir adam Abdullah İbni Mes’ûd’a: “Bir kaç kişi akşam namazından sonra camide oturup içlerinden bir onlara “şu kadar Allâhu Ekber” şu kadar “Subhânallah” şu kadar “Elhamdu Lillâh” deyiniz, diyor dedi.  İbn Mesud: Öyle mi? dedi. Adam: Evet, dedi. İbn Mes’ûd: “Toplanıp bu işe başladıkları zaman gel bana bildir, dedi. Adam haber verince kalkıp mescide gitti. Üzerinde bir aba vardı. İbn Mesud sert mizaçlı birisiydi. Adamların zikrini işitir işitmez: ‘Ben Abdullah b. Mes’ûd’um. Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah’a yemin ederim ki, bid’at bir iş ortaya atmışsınız. Buna hakkınız yoktur. Siz, Rasûlullah’ın ashabından daha mı iyi biliyorsunuz?’ dedi. İçlerinden Mud’ad adında birisi: ‘Vallahi biz bid’at işlememişiz ve ashabından daha iyi biliriz diye de bir iddiamız yoktur’, dedi. Amr b. Utbe’de: -‘Ey Ebu Abdurrahmân, Allah’tan af dileriz’, dedi. İbn Mes’ûd: –‘Sünnete sarılın, ondan ayrılmayın, Allah’a yemin ederim ki, sünnetten ayrılmazsanız ileriye doğru yol alırsınız. Eğer sağa sola saparsanız apaçık bir sapıklığa düşmüş olursunuz.’ dedi.” [84]

Amr b. Abdullah b. Zübeyr rivâyet ediyor: Bir gün eve geç geldim, babam Abdullah bin Zubeyr[85] nerede olduğumu sordu. Ben de : “Bazı insanlar gördüm ki onlardan daha hayırlısını görmemiştim. Oturmuş zikir yapıyorlardı. Kimisi titriyor ve o kadar cezbeye tutuluyorlardı ki Allah korkusundan düşüp bayılıyorlardı onları görünce yanlarında oturdum” dedim. Babam: “Hayır, onlarla bundan sonra beraber oturma” dedi. Onun bu sözünü yadırgadığımı anladı ve : “Ben Rasûlullâh’ı gördüm. Ebu Bekir’i, Ömer’i Kur’an okurken gördüm onlardan hiçbiri cezbeye tutulmuyor ve düşüp bayılmıyordu. Acaba senin gördüğün bu kimseler Ebu Bekir’den, Ömer’den daha mı fazla Allah’tan korkuyorlar” dedi. Düşününce babamın dediğinin doğru olduğunu anladım ve bir daha onların yanında oturmadım.[86]

 

Gördüğümüz gibi Ashab zamanında da bugünkü gibi uygulamalara benzer şeyler (toplu şekilde zikirler) yapılmış ama Sahabe-i Kirâm, Rasûlullâh’dan böyle bir şey görmediği için o uygulamayı durdurmuştur. Zaten yapılması gereken de buydu.

Sahâbe-i Kirâm’dan seçkin kişilerden rivâyetleri aktardık. Burada şöyle bir itiraz gelebilir: “Hz.Ebûbekir, Hz.Ömer, Hz.Osman ve özellikle Hz.Ali’ye nispet edilen rivâyetlere göre Rasûlullâh, ilk dört halifeye değişik usûllerle zikir telkinin­de bulunmuştur. Zikir telkininden maksat, intisâb edilen şeyhten Rasûlullah’a kadar olan ruhlarla müridin manevî irtibat kurmasıdır. Rasûlullâh’ın özellikle dört arkadaşına yaptığı bu telkinler, daha sonra Sıddîkiyye, Kübreviyye, Nûrbahşiyye ve Cehriyye isimleriyle ekollere ayrılmıştır. Bu ekolleri inceleyecek olursak:

1- Sıddıkîyye: Bu ekolun kendisini dayandırdığı sahâbe Hz. Ebû Bekir’dir. Bu zikir hâfî zikirdir. Rasûlullâh’ın bu zikri telkin edişi şöyle nakledilir: “İki cihan güneşi, Hz: Ebû Bekir’e hafi zikri telkin ederken oturmuş, gözlerini yumarak, Hz. Ebû Bekir’in kulağına üç kere kelime-i tevhidi telkin etti.

2- Kubreviyye: Bu ekolle ilgili olarak da Hz. Ömer’in müslüman olduğunu açıkladığı sırada Rasûlullâh’ın O’na telkin ettiği zikir rivâyet edilir. Burada Rasûlullâh kelime-i tevhîdi cehrî olarak Hz. Ömer’e telkin etmiştir.

3- Nûrbahşiyye: Rasûlullâh’ın Hz. Osmân’a telkin ettiği zikir şeklidir. Bu zikir şeklinde Rasûlullâh ve Hz. Osmân karşılıklı oturarak, sessizce harfsiz ve sözsüz, kalbî bir ifade tarzı ile kelime-i tevhîdi Hz. Osmân’a tâlim ettirdiler.

4- Cehriyye: Rasûlullâh’ın Hz. Ali’ye telkin ettiği söylenen zikir çeşididir. Kelime- i tevhîdi sesli bir şekilde telkin etmesidir.”[87]

Bu iddialara karşı şunları söyleyebiliriz: Bu tür rivâyetlerin tasavvufî eserler dışında hiç bir yazılı eserde yer almadığı tespit edilmiştir.[88] Müslümanlar nezdinde büyük değerleri olan Hulefâ-i Râşidîn’in haklı şöhretini kullanan ve hiçbir mesnedi olmayan bu tür rivâyetlere dayandırılan tasavvufi usûllerin kitabî olmaktan ziyâde şifahî bir geleneğe ve onlara göre hiçbir mûteber hadis kaynağında olmayan sırlı hadis(!)lere dayandığını söylemek mümkündür.

Hicrî 4. asırdan itibaren tarîkat teşkîlatının ortaya çıkışı, aynı zamanda yeni bir zikir anlayışının doğmasına yol açmıştır. Bu tarihten itibaren zikrin şekli, esâsı, muhtevâsı ve kâideleri tesbit edilmeye başlanmış, tarîkattan tarîkata değişen muhtelif zikir biçimleri ortaya çıkmıştır. Bu çalışmalar neticesinde zikirdeki âdâb ve erkân teferruatlı bir şekilde tesbit edilmiştir. Böylece zikir her tarîkatın temel unsurlarından biri olmuştur. Hatta bazı mutasavvıflar “şüphe yok ki Allah’ı zikir en büyüktür” (Ankebût,45) meâlindeki âyete istinâd ederek başlıca ibadetin zikir olduğunu söylerken, diğerleri, en mühim olan zikrin namazın içindeki zikir olduğunu ifade etmişlerdir. İster mutlak mânada, ister namazdaki zikre tahsis edilmiş olsun, zikrin ehemmiyeti ve değeri bu kadar artınca, zikir meclislerine olan rağbet çoğalmış ve yaygınlık kazanmasına yol açmıştır. Başlangıçta zikir, Müslümanlardan belli bir zümreye mahsus bir ibadet tarzı olmadığı halde, sonradan zikir denilince maalesef ki sadece mutasavvıflar hatıra gelir olmuştur.

Zikir kavramını fıkıhta ifade ettiği mânânın dışında anlamlar yüklenerek kullanılmıştır. İbadet yerine zikir kavramı oturtulmuş, yani insanların duâsı, tövbesi ve niyâzı esas alınarak her tarîkat bu duygularını ifade etmek üzere kendine göre zikir âyinleri oluşturmuş ve böylece dinde resmi ibadetler olarak kabul ettiğimiz merasimlerin geride kaldığı yeni bir anlayış meydana çıkmıştır.

İlk dönem sûfilerde toplu zikirler yaygın olmamakla beraber tarikatların oluşmaya başlayıp kurumsallaşmalarıyla toplu zikirler de icra edilmeye başlamıştır. Zamanla belli âdâb ve erkânı olan tarikat zikirleri meydana gelmiştir. Toplu zikirler tarikatlara göre farklılık arz ettiği için değişik isimlerle adlandırılmışlardır. Bunlardan meşhur olanlar şunlardır:

 

Semâ’: Arapça (s-m-a) kökünden gibi bir masdar olup işitmek, duymak, dinlemek, işitilen söz, iyi şöhret ve iyi anılma anlamınadır. Mecâzen şarkı, nağme, raks, vecd, üns meclisi ve nihâyet yarı dînî mâhiyette “çalgılı ve şarkılı ziyâfet” gibi türlü mânâlara gelmektedir. Bu çeşitli mânâlardan bir kaçı hâriç, diğerlerinin kelimenin eski Arapçadaki “şarkı söyleme veyâ çalgı çalma” mânâsı ile yakından ilgili olduğu açıkça görülmektedir. Kelime lâtif sesler ve tatlı nağmelerle şiir okuyup dinlemek anlamına da gelmektedir. Zamanla sûfîlerin cezbe hâlinde şiir ve ilâhî dinlemeleri ve bu dinleme sırasında vecde gelip kendini tutamayarak sağa-sola bir takım hareketler yapmaları ve ayakta zikir yapmalarına isim olmuştur. İlerleyen dönemlerde Mevlevîlik tarikatının zikrine verilen özel bir mânâya dönüşmüştür.

 

Raks: Arapça “r-k-s” kökünden türemiş mastar bir kelime olup, sözlükte “oynamak, dans etmek” manalarına gelen bu kavramı İsmail Ankaravî, “muvâzeneli hareketler manzumesi” olarak nitelemiştir. Buna göre raksı, zikir esnasında dervişlerin yaptıkları ölçülü ve ritmik birtakım hareketler olarak tarif etmek mümkündür.[89]

 

     Devrân (deverân): Arapça “d-v-r” kökünden türemiş bir mastar olup, “dönmek, dolaşmak” manalarına gelir. Tasavvufî bir terim olarak devrân (devir, deverân, çarh etme, hareket), “sesli/cehrî zikir yaparken dönmek ve hareket etmek” demektir. Aynı şekilde, devrân, “bazı tarikatlarda dervişlerin bir halka teşkil ederek dönmek sûretiyle yaptıkları âyin” şeklinde de tarif edilebilir.[90]

 

Hatm-i hâce: Nakşibendî tarikatının zikrine verilen isimdir. Şeyhin huzurunda oturularak icra edilir. Sessiz olarak yapılır. Herkes okuyacağı dua, âyet ve salavâtı şeyhin işaretiyle okur. Mürit olmayan zikre katılamaz.

 

Darb-ı esmâ: Halveti tarikatının toplu zikirlerine verdikleri isimdir. Halka halinde oturarak, hafif sallanarak yapılır. Vücûdun hafif hareket etmesi mâsivadan sıyrılmak için bir vesile kabul edilir.

 

     Zikr-i kıyâm: Rıfâi tarikatının zikrine verilen isimdir. Tarikatın semâhâne denilen mahallinde ayakta ve sesli olarak yapılır.

 

Semâ, raks ve devrân gibi sûfilerin zikir esnasında yaptıkları bu tür hareketlerin dinen meşrû olup olmadığına dair çeşitli tartışmalar İslam düşünce tarihinin erken dönemlerinde başlamış ve tarih boyunca leh ve aleyhinde olan âlimler olmuştur. Bu tür hareketlerin meşrû olduğunu savunanlar, hadîs âlimlerinin mevzû (uydurma) saydığı şu rivâyetleri delil saymışlardır:

Hz. Enes şöyle anlatır: “Cebrâil (a.s.) bir gün Rasûlullah’a gelip “Yâ Rasûlallah! Senin ümmetinin fakirleri, zenginlerinden yarım gün önce cennete gireceklerdir. Bu yarım gün beş yüz yıla denktir” dediğinde biz Rasûlullâh’ın yanında idik. Buna çok sevinen Rasûlullah “İçinizde bize şiir okuyacak kimse yok mu?” diye sordu. Bunun üzerine bir bedevî, dokunaklı bir şiir okudu. Rasûlullah ve ashâbı vecde gelip tevâcüd edip bir nevi semâ yaptılar, hattâ bu esnâda Rasûlullah’ın ridâsı yere düştü. O mahalde Muâviye b. Ebî Süfyân da bulunmaktadır. Muâviye “Ne güzel oyununuz var ya Rasûlallah!” dediğinde Rasûlullah: “Ya Muâviye! Sevgilisinin zikrini duyduğunda ürpermeyen, kerîm değildir” diye cevap verdi. Bundan sonra da hırkasını dört yüz bölük edip orada bulunanlara taksim etti.”[91]Şeyhulislâm İbn Teymiyye der ki: Meşhur olan bu rivâyet ilim ehlinin ittifakıyla bu hâliyle yalan ve uydurmadır.[92] Aliyyu’l Kârî de “Aslı olmayan rivâyetlerdendir” der.[93]

“Hz. Hamza Uhud savaşında şehîd düşünce kızı Umâme’yi terbiyesi altına alıp büyütmek için amcası oğlu Hz. Ali ile kardeşi Câfer b. Ebi Tâlib ve Zeyd b. Hârise münakaşa ettiler. Bunun üzerine Rasûlullah, Hz. Ali’ye şöyle dedi: Sen bendensin, ben de sendenim. Bu sözden ötürü Hz. Ali heyecana kapılıp raksetti. Câfer’e de şöyle dedi: Senin yaradılışın ve ahlâkın benim yaradılışıma ve ahlâkıma benziyor. Bunun üzerine Câfer de Hz. Ali’nin arkasından raksa başladı.”[94] Rivâyetteki ‘Rasûlullah, Hz. Ali’ye şöyle dedi: Sen bendensin, ben de sendenim’ ve ‘Câfer’e de şöyle dedi: Senin yaradılışın ve ahlâkın benim yaradılışıma ve ahlâkıma benziyor’ kısımları sahih hadislerde yer almaktadır ama ‘Bu sözden ötürü Hz. Ali heyecana kapılıp raksetti’ ve ‘Bunun üzerine Câfer de Hz. Ali’nin arkasından raksa başladı’ kısımları hiçbir sahih hadis kaynağında yer almamaktadır. Bunların indî ve keyfi bir ilâve oldukları anlaşılmaktadır.[95]

Bu rivâyetleri şunun için naklettik. Bir takım tasavvufî kitaplarda ve tasavvufçulara ait internet sitelerinde bu uydurma haberler ‘en sahih hadisler’ gibi lanse edilerek paylaşılmaktadır. Bu tavır büyük bir zulümdür.

Peki, şimdi de semâ, raks ve devrân gibi sûfilerin zikir esnasında yaptıkları bu tür hareketlerle ilgili Kur’an ve Sünneti önceleyen rabbânî âlimlerimizin görüşlerini nakledelim:

Kadı Iyâd, et-Tinnisî’den naklediyor: “İmam Mâlik’in yanında idik. Arkadaşları ve öğrencileri de oradalardı. Nusaybin halkından birisi dedi ki: “Bizim o tarafta ‘sûfiler’ denilen bir topluluk var. Çok yiyorlar, sonra kasîdeler okumaya başlıyor ve kalkıp raks ediyorlar” Bunun üzerine İmam Mâlik dedi ki: ‘onlar çocuk mu?’, soran: “hayır” dedi. “peki, onlar mecnun mu?” diye sorunca adam dedi ki; ‘hayır onlar şeyhtirler ve akıl sahibidirler.’ İmam Mâlik dedi ki: “İslam ehlinden hiç kimsenin böyle yaptığını duymadım.”[96]

İmam Ebu Bekr et-Tartuşî’ye şöyle soruldu: “Bir araya toplanıp Yüce Allah’ı ve Hz. Muhammed’i çokça zikreden, daha sonra ellerindeki çubuklarla derilere vurup raks edip vecde gelen, sonun­da baygın olarak yere düşen; daha sonra yiyecek bir şeyler getirip yiyen sûfilerle birlikte bulunmak câiz midir, değil midir?” İmam Tartuşî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şu şekilde cevap verir: “Bu gibi­lerin izlediği yol bâtıldır, bilgisizliktir, dalâlettir. İslâm ancak Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünnetidir. Raksedip vecde gelmeyi ilk icad edenler, böğürtüsü olan cansız bir buzağıyı kendilerine put yapan Sâmirî ve ona uyanlardır. Bunlar o buzağının etrafında raksedip vecde gelirlerdi. O bakımdan böyle bir şey kâfirle­rin ve buzağıya tapanların yoludur. Sopa ile vurmaya gelince: Bunu ilk kulla­nanlar ise Müslümanları Yüce Allah’ın Kitabına uymaktan alıkoymak isteyen zındıklardır. Rasulullah, ashab-ı kiramı ile birlikte oturduğunda onlar va­karlarından dolayı başları üzerinde adeta (uçmaya hazır) bir kuş varmış gibi otururlardı. O bakımdan yöneticinin ve onun adına görev yapanların, böylelerinin mescitlerde ve başka yerlerde âyin yapmalarına engel olmaları gerekir. Al­lah’a ve ahiret gününe iman eden bir kimsenin onlarla birlikte olması ve bâtıl­ları üzere kendilerine yardımcı olması helâl değildir. Mâlik’in, Ebû Hanife’nin, Şâfi’nin ve başka Müslüman önder ilim adamlarının görüşü budur. Başarı Al­lah’tandır.”[97]

 

Şeyhulislam Zekeriya el-Ensârî, fetvâlarını ihtivâ eden eseri  ‘el İ’lâm vel İhtimâm’da der ki: “Soruldu; Semâ haram mıdır?” Cevap; semâ iki çeşittir; birincisi; Kur’an, hadis, manzum veya nesir güzel sözler dinlemek gibi güzel olan semâ. Nitekim vecd ve gaybet bununla hâsıl olur. Rivâyete göre bir sûfî, okuyucunun; “Ey mutmain olmuş nefs! Dön Rabbine!”(Fecr, 27) âyetini okuduğunu duyunca bu âyeti tekrar edip durmuş ve demiş ki; “kaç defâdır dön diyorum dönmüyorsun” Bunun üzerine büyük bir çığlık atıp ruhunu teslim etmiş. İşte böyle semâ caiz, hatta müstehaptır. Özellikle âhiret işlerini hatırlamaya sebep olursa. Allah Teâlâ’nın kavli buna işaret ediyor; “Sözü dinleyip ona en güzel şekilde uyan kullarımı müjdele!” (Zümer, 18) Yani; kişi, güzel söz ve kötü söz dinleyen topluluk ile oturursa, güzeli söyler ve kötüyü terk eder. Bu, âyetin birinci îzâhıdır. İkincisi; Sözü yani; Kur’anı dinleyip ona en güzel şekilde uyanlar; yani helâlini yapan, haramından sakınan demektir. Üçüncüsü; Sözü, yani Kur’anı dinleyip ona en güzel şekilde uyan, yani; affı tercih eden demektir. Zira Kur’anda kısas da vardır, affetmek de. Af bu ikisinin en güzelidir.

İkinci tür semâ; şu zamanda yaygın olan ve yukarda anlatılan ile alakası olmayan, haram ve yakışıksız şeyler içeren, heybet ve vakârı gideren semâdır ki, tembellikten zevk alan, câhilliğin kendilerine gâlip geldiği, dinlerini oyun ve eğlence edinen topluluğun işleridir. Gaflet ve şarkı ile vakitlerini harcarlar, haram olan müzik ve semâya bağlanırlar, tabiatın reddettiği şeyler dinlerler. Onlar eğlence ile ve müzik ile bilinip çağrılırlar. Yediklerinin çoğu haram ve şüphelidir. Tıka basa midelerini doldururlar. Sonra onları harekete getirmek üzere, birileri kadınları vasfeden şiirler düzer. İşte o zaman büyüklerle küçükler birbirine karışır, kimi el çırpar, kimi ayakları üzerinde rakseder, kimi coşar, kimi kolunu sallar, hayvanlar gibi dönerek yürür, kimi eşek sesi gibi bir sesle anırır, inler. Şayet orada güzel bir kadın veya tüysüz bir genç olsa, çoğunluğu âsî şeytanlara döner, ona bağlanır ve vecde gelirler. Hatta mutasavvıfların çoğu bunun mendûb olduğuna inanıyor. İcmâ ile bu bozukluktur, âlimlerden hiç biri bunu söylememiştir.

Bilakis Kitap, sünnet ve imamların sözleri bunların haram olduğunu ortaya koymaktadır. Herkesin bu haramları ortadan kaldırmak için çalışması vâcibdir.”[98]
Raks ve semâ mevzuunda İmam-ı Rabbânî[99] der ki: “Bilesiniz ki; raks ve semâ hakikatte, boş işler sınıfına ve oyun kategorisine dahildir. Allah Teâlâ’nın, ‘İnsanlardan bazıları (bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve bir eğlence için) boş sözü satın alır’ (Lokman, 6) âyeti de tegannî (şarkı-türkü söyleme)yi yasaklamakla ilgili nâzil olmuştur. Nitekim İbn Abbas  radıyallâhu anhumâ’nın talebesi ve Tâbiîn’in büyüklerinden Mücâhid, ‘boş sözden maksat tegannîdir’ demiştir. Medârik tefsirinde ‘boş söz , (mâlâyani -boş ve faydasız) gece sohbetleri ve tegannîdir’ diye geçmektedir… Ebû Nasr ed-Debbûsî’nin Kâdı Zahîruddîn Harzemî’den şu nakli anlatılmaktadır: “Mugannîden veya başkasından tegannî dinleyen veya haram bir işi görüp, inanarak veya inanmayarak onu güzel bulan/tasvip eden kişi, derhal dinden çıkmış olur. Zira şerîatın bir hükmünü bâtıl görmüş sayılır. Şerîatın hükmünü bâtıl görene kişi de, hiçbir müçtehide göre mü’min sayılmaz. Allah Teâlâ onun itaatını kabul etmez, sevaplarını da geçersiz addeder. Allah Subhânehû bizleri böyle bir durumdan korusun.

Tegannînin haram olduğuna dair âyetler, hadisler ve fıkhî rivâyetler sayılamayacak kadar çoktur. Buna rağmen bir kişi tegannînin helâlliğine dair mensuh (hükmü kalkmış) bir hadis veyâ şâz (hükümsüz) bir rivâyet naklederse, bunu dikkate almamak gerekir. Çünkü hiçbir vakit hiçbir müftü, tegannînin helâl olduğuna dair fetva vermemiş, raksı ve ayaklarla tepinmeyi caiz görmemişlerdir. Nitekim büyük imam Ziyûddîn Şâmî’nin ‘Mültekat’ isimli eserinde de böyle geçmektedir. Sûfîlerin ameli/yaptıkları-işledikleri helâllik veya haramlık noktasında bir delil teşkil etmez. Sûfîleri bu işlerinden dolayı mazur görmemiz, kınamayıp durumlarını Allah Teâlâ’ya havale etmemiz, onlara yeterli gelmiyor mu? Bu hususta mûteber olan, İmam Ebû Hanîfe’nin, İmam Ebû Yusuf’un ve İmam Muhammed’in sözleridir/içtihatlarıdır. Şiblî’nin ve Ebû Hüseyin Nûri’nin sözleri/yaptıkları değildir. Bugünün yetersiz sûfîleri, semâ ve raksı dinleri ve milletleri/şerîatleri yapmışlardır. Bu noktada şeyhlerinin amelini delil görmüş; bu işleri itaatleri ve ibâdetleri olarak kabul etmişlerdir. ‘Onlar o kimselerdir ki, dinlerini boş iş ve oyun edinmişlerdir.’ (En’âm,70)

Yukarıdaki rivâyetten anlaşılmıştır ki, haram bir işi güzel gören bir kimse Müslümanlar zümresinden çıkar, mürted olur. İyi düşünmek gerekir; semâ ve raks meclislerini/toplantı ve gösterilerini yüceltmenin, hatta bunu itaat ve ibâdet görmenin şenaati/çirkinliği nasıl olur?!”[100]

İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye der ki: “Bu şekilde böyle bir semâ haramdır, çirkindir. Müslümanlardan hiçbir kimse onu mubah görmez. Yüzünden hayâ perdesini ve din örtüsünü sıyırıp atmış, Allah’a, Rasûlüne, dinine ve kullarına karşı açıkça çirkin işler kimseden başkası onu güzel görmez. Bu gibi hususları kapsayan bir semânın çirkinliği insanların fıtratında da yer etmiş bulunmaktadır. O kadar ki kâfirler bile bundan ötürü Müslümanları ve dinlerini ayıplamaktadırlar. Evet, Müslümanların havassı ve İslam dini akıl ve din hususunda mahrem kadınlar ve çocuklar hakkında pek çok mefsedete sebep olan bu semâdan beridir, uzaktır. Böyle bir semâ dini ne kadar ifsad etmiş, kaç sünnetin ölümüne sebep olmuş, kaç tane hayâsızlık ve bid’atin canlanmasına sebep olmuştur kim bilir? Şayet bu semânın Kur’an’ın, Kur’an ehlinden dinlenmesinin ağır görülmesi ve semâlarından önce Kur’an okunduğu takdirde uzun gelmesi ve ayetleri karşısında kör ve sağır gibi geçip gitmeleri dışında hiçbir kötülüğü olmasaydı bile bu kadarı yeterdi. Hatta Kur’an okunmasında hazır bulunanların çoğu ya da onlardan çoğu kimse Kur’an’ı dinlemez, anlamlarını doğru dürüst fark etmez, Kur’an okunduğu vakit seslerini kısmazlar bile…”[101]

Çağımızın Rabbânî âlimlerinden Abdulfettâh Ebû Gudde’nin şu vecîz değerlendirmesini nakledelim: “Âlimlerin bir kısmı, ister münferid olsun, ister ce­maatle olsun cehrî zikrin yasak oluşuna hükmetmişlerdir. Fakat İmam Leknevî’nin bu kitapta, ondan önce de Suyûtî’nin araştırıp benimsedikleri gibi bu hususta doğru olan, usûllere uygun olması şartıyla câiz ve meşrû olması­dır. Bilinmeli ki bu iki âlimin yazıp benimsedikleri durum, meşrû olan zikir hakkındadır. Ama bazı insanların tertipli ve düzenli hareketlerle, hoş, coşturucu sözlerle, atlayıp sıçrayarak, ileri-geri gidip gelerek yaptıkları zikir yasakla­nan zikirdir. Akl-ı selim bundan nefret eder. Allah’tan kor­kan bir kalp bundan kaçınır. Büyük tabiî Said b. el-Müseyyib’in de dediği gibi: “Kalp Allah’tan korkarsa âzâları da korkar.”

Bu zikir, selefi sâlihîn döneminde, hayrı bilinen asır­da yaşayan selefin yaptığı zikir değildir. Bu sıçrama ve ha­reketleri, ‘Düşüncemizi Allah’tan başka şeylerle meşgul etmeyi önlemek içindir’ gibi basit açıklamalarla irdelemek ve haklı çıkarmak hiç de uygun değildir. Böyle bir açıklama selefin yaşantısına göre reddedilmiştir. Hâlbuki onlar dü­şünce ve kalplerini korumada ve onları Allah ile meşgul kılmada bizden daha çok hırslı idiler. Onlar böyle yapma­dılar. Hatta onlara bu şekildeki zikir anlatıldığı vakit onu şiddetle reddettiler. Bunlar kendilerine tâbi olunan ve mü­racaat edilen imamlarımızdandır.

Mutasavvıfların bu konuda sürekli yapa geldikleri şey ise haram olduğunda ihtilaf edilmeyen kâbilindendir. Bu­nunla beraber, şehevî arzularına bürünenler, hayra yönel­mek isteyenlerden daha çok ortaya çıkmaktadır. Hatta bunların çoğu mecnun ve çocuksu hareketler göstermeye başlıyor. Öyle ki çeşit çeşit parça parça uyduruk hareketleri ard arda ekleyerek raks ediyorlar. Bu durum, bir kısım yüzsüz, arsız grubun bunu Allah’a yaklaşmak ayrıca sâlih amel olarak nitelendirmesine, böylece iyi yüce hallere erecekleri gibi bir görüşe kapılmalarına kadar gidi­yor. Hâlbuki bunun, zındıkların işleri, sahtekârların sözleri olduğu apaçık bir gerçektir. Allah yardımcımız olsun.”[102]

GENEL DEĞERLENDİRME

Sözlükte “bir şeyi anmak, hatırlamak” anlamındaki zikir (zikr) kelimesi (çoğulu zükûr, ezkâr) dinî literatürde “Allah’ı anmak ve unutmamak suretiyle gafletten ve nisyandan kurtuluş” anlamında kullanılır. Zikir dil veya kalp ya da her ikisiyle beraber yapılır; bu ise ya unutulan bir şeyi hatırlama ya da hatırda olanı muhafaza etme şeklinde olur. Kur’an’da türevleriyle birlikte birçok âyette geçen zikir,  Allah’ı dille hamd, tesbih ve tekbir şekliyle övmek; nimetlerini anmak, bunları kalple hissetmek ve tefekkür etmek; kulluğun gereklerini akıl, beden ve mal ile yerine getirmek; namaz kılmak, dua ve istiğfarda bulunmak, kevnî âyetler üzerinde düşünmek şeklindeki mânalarının yanı sıra Kur’an, önceki kutsal kitaplar, levh-i mahfûz, vahiy, ilim, haber, beyan, ikaz, nasihat, şeref, ayıp ve unutmanın zıddı gibi anlamlarda da kullanılmıştır.

Kur’an’da bu kadar farklı anlamlarda kullanılan, dolayısıyla çok boyutlu ve insan hayatının bütününü kuşatan zikir, aynı zamanda insanın farklı şekillerde icrâ edebileceği ibâdettir. Zikir, dille, kalple, düşünce ile ve bedenin diğer organları ile yerine getirilebilen bütüncül bir özelliktir. İnsanın sadece dil ile bazı kelimeleri tekrarlaması, filin sadece bir organını tutup onu o parça ile değerlendiren körün tutumuna benzer. Otuzdan fazla anlamından birini almak ve sadece dil ile bazı kelimeleri tekrar etmek zikir değil; zikirden sadece bir bölümdür. Bu parçacı anlayış, dinin tahrif edilmesi demek değilse, en azından gaflet ve cehâlet ürünüdür.

 

Üstad Mevdûdî ibâdetin üç unsuru (kulluk, itaat ve sadâkat) üzerinde dururken, şu açıklamada bulunur: “Önce ibâdet’in bu anlamını kafanızda tutun, sorularıma ondan sonra cevap verin: Efendisinin kendisinden yapmasını istediği işleri yapmayıp daima elleri bağlı, efendisinin önünde duran ve onun ismini anan bir köle hakkında ne düşünürsünüz? Efendisi ona, ‘git, şu şu işleri yap’ diyor, köle bulunduğu yerden kımıldamıyor, eğilip efendisini on kez selâmlıyor, tekrar ayağa kalkıp elleri bağlı öylece duruyor. Efendisi ona, ‘git falan yanlışları düzelt’ diye tâlimât veriyor, ama adam yine yerinden kıpırdamıyor, efendisinin önünde eğilmeye devam ediyor. Efendisi ‘hırsızın elini bu kötü işten kes!’ diye emrediyor. Bunu duyan köle, hırsızın elini keseceği yerde efendisinin söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor ve ‘hırsızın elini kes’ emrini yüzlerce kez tekrarlıyor. Şimdi bu kölenin efendisine gerçekten hürmet ettiğini söyleyebilir miyiz? Sizin kölelerinizden bir tanesi böyle davransaydı ne yapardınız, Allah bilir! Allah’ın kullarından böyle davrananların kendilerini Allah’a ibâdete adamış olarak kabul etmelerine şaşmıyorum! Böyleleri sabahtan akşama kadar Allah bilir kaç kere Kur’an’daki ilâhî emirleri okurlar, ama bunları yerine getirmek için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Diğer taraftan ha bire nâfile namaz kılar, ellerine binlik bir tesbih alır ve Allah’ın adını anarlar. Çok acıklı bir makamla Kur’an okurlar! Onları bu halde gördüğümüz zaman: ‘Ne kadar müttakî, ne kadar dindar adamlar!’ dersiniz. Bu yanlış anlamanın temelinde ibâdetin gerçek anlamını bilmemek yatar.[103]

Zikir; sadece “Allah!” demek veya O’nu hatırlatan kelime veya cümleleri tekrarlamak değildir. Allah’ı, güzel isimlerini hatırlamak, anmak, O’na hamd ve şükürde bulunmak, O’nu tesbih etmek, tekbir ile ululamak, Kitâbullâh’ı okumak, duâ etmek; bütün bunlar zikrin yalnızca lisana ait olan bölümüdür. Allah’ın varlığına delâlet eden delilleri, O’nun sıfat ve isimlerini düşünmek, Allah’ın ahkâmını, emir ve yasaklarını, tekliflerini, vaadini ve vaîdini, O’na olan kulluk vazifelerini ve bunların hikmet ve delillerini düşünmek, enfüsî (öznel) ve âfâkî (nesnel) bütün yaratılmışları ve bunların yaratılış sırlarını düşünmek, varlığın her zerresinde mevcut ilâhî hikmetlerini görmek… Bu da kalbî ve fikrî zikirdir. Bedenin memur bulunduğu görevlerle meşgul ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan şeylerden uzak durması ise, fiilî ve bedenî bir zikirdir.

 

Allah’ın kitabına karşı kör, sağır ve dilsiz olup, bazı güzel kelime ve isimleri, anlamını ve mesajını düşünmeden belli sayıda tekrarlamanın fazla bir önemi yoktur. Bu tavır, insanın vicdanını bastırması, cehâlet ve yozlaşmayı meşrû görüp yaptığı ile tatmin olması, esas zikir olan Kur’an’a karşı sorumluluğu ihmal etmesine sebep oluyorsa, o takdirde bu zikir anlayışının zararı vardır. Hemen tarikatların hepsinde, belirli aşamalardan geçen ve tarikatta kıdemli olanlara, zikir adıyla çok yanlış ifadeler de ders olarak verilmektedir. Anlamını bilmeden (biliyorsa daha kötü) tekrarladığı virdler içinde, belki de insanı şirke götürecek bâtıl sözler vardır. Meselâ “Lâ mevcûde illâllah” gibi. Bu sözün anlamı: “Allah’tan başka varlık yoktur” demektir.[104] Bir başka deyişle, “tüm varlık Allah’tır” Yani, iyi-kötü yaratılmış ne varsa hepsinin -hâşâ- Allah olduğunu iddia etmek. Ne büyük hata ve sapıklık! Ne dehşetli bir cehâlet! Allah’ın yarattığını, Allah’ın kendisi yerine koymak. Çok korkunç bir gaflet, affedilmez bir suç! Ve sonra bunun adını zikir koymak! Öyleyse, dikkat edilmesi gereken nokta, anlamını bilmediğimiz kelimeleri durmadan tekrarlamak yerine; ondan daha önce, bilmemiz gereken Allah’ın isimlerini ve vasıflarını öğrenmek, Allah’ı kendi zikri olan Kur’an’dan tanımak ve Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda yürümektir.

Müslüman; zikri yozlaştıran, Kur’an ve Sünnet ölçüleri içinde bütüncül anlamlarından soyutlayan ve zikir gibi büyük bir ibâdete bid’atler karıştıranlara ve sünnetteki âdâbına uymayanlara bakarak, zikirden gâfil olamaz. Zikri yeniden ihyâ etmek ve zikirle ihyâ olmak zorundadır. Kur’an kavramlarını yozlaştırıp yozlaştırmak, anlamlarını daraltmak ne kadar yanlış ise; kuru, yavan, sevgisiz, bereketsiz, zikirsiz, takvâsız, ihlâssız din anlayışının da insanı kurtarmasını beklemek o kadar yanlıştır. Günümüz muvahhid gençliği, diğer insanlara ve özellikle tasavvufçulara aşırı eleştiri oklarını yöneltir, tenkit kılıcıyla kendinden başka tüm mü’minleri doğrarken, nefsini ihmal etmekte, eleştirdiği yarı doğruların yerine tam doğruyu kendi şahsında örnek olarak gösterememektedir. Bu tavır da, müslümanlararası kördöğüşü andırmaktadır. İslâm, bir kötülüğü yıkarken, yerine mutlaka ondan çok daha hayırlı bir alternatifi getirmiş ve insana sunmuştur. Soyut tartışmalar, pratiğe/eyleme dökülmeyen iddialarla Allah’ın rızâsına erişilmez. Zikirdeki yanlışlardan yola çıkarak bir Müslümanın zikirsiz bir hayatı tercih etmesi, ancak, şeytanın sağdan yaklaşmasıyla izah edilebilir. “İman edenlerin Allah’ı zikretme ve O’ndan inen hak/gerçek için kalplerinin saygıyla yumuşaması zamanı daha gelmedi mi?…” (Hadid,16)

“…İlâhınız bir tek İlâhtır. O’na teslim olun! (Ey Muhammed!) O ihlâslı ve mütevâzi insanları müjdele! Onlar öyle kimselerdir ki, Allah zikredildiği zaman kalpleri titrer; başlarına gelene sabrederler; namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler (Allah için harcarlar).” (Hacc, 34-35)

Rabbimiz’in övdüğü insanlar, her durumda, çarşıda-pazarda, işinde-gücünde, alımda-satımda vs. Allah’ı zikretmekten, O’nu hatırlayıp O’nun hükümlerine bağlı kalmaktan geri durmayanlardır. “Öyle adamlar vardır ki (Allah’ı tesbih ederler), ne ticâret ne de alışveriş onları Allah’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.”(Nur,37) İnsan her durumda Allah’ı zikretmekle mükelleftir. Bir kulu, Allah’ı zikirden alıkoyacak hiçbir sebep olamaz/olmamalıdır. Mü’min, rahatlık ve âfiyette Allah’ı zikrettiği ve şükrettiği gibi; musîbetler, âfet ve felâketler olduğunda da Allah’a sığınmak, O’nun yardımını istemek mecbûriyeti hisseden kimsedir. Zikir, içindeki hevâsına karşı zafer silâhı olduğu gibi, dış düşmanlara karşı da zikir, çok önemli bir silâhtır. O yüzden savaş anında, düşmanlarıyla çarpışırken de Allah’ı, hem de çok zikretmek emredilmiştir: “Ey iman edenler! (Savaşmak için) herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebât edin ve Allah’ı çok zikredin ki başarıya erişesiniz.” (Enfal,47)

Şehîd Seyyid Kutub, “Ey inananlar! Allah’ı çok anın.” (Ahzab,41) âyetinin tefsirini yaparken Allah’ı zikretme olayını şöyle açıklar: “Allah’ı anmak demek, O’na kalpten bağlanmak, sürekli olarak O’nun gözetimi ve denetimi altında yaşamaktır. Yoksa kuru kuruya yüce Allah’ın adını tekrarlayıp durmak değildir. Namaz kılmak da Allah’ı anmaktır. Hatta elimizdeki Peygamberimize dayanan bazı açıklamalara göre Allah’ı anmak, hemen hemen namaz kılmakla eş anlamlıdır. Nitekim Ebû Dâvûd’un, Neseî’nin ve İbn-i Mâce’nin sahabîlerden Ebu Saîd-ül Hudrî’ye ve Ebû Hureyre’ye dayandırarak bildirdiklerine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Eğer bir kişi gece eşini uykudan uyandırırda iki rekât namaz kılarlarsa o gece ikisi de Allah’ı çokça anan erkekler ve kadınlar arasına katılırlar.”

Gerçi “Allah’ı anmak” kavramı, namazdan daha geniş kapsamlıdır. Çünkü bu kavram Rabbi anmanın ve O’nunla kalpten ilişki kurmanın her türünü, her biçimini içerir. Bu anmanın dile dökülmesi ya da gizli yapılması önemli değildir. Amaç, biçimi ne olursa olsun, yüce Allah ile canlı, sıcak ve duygulandırıcı bir ilişki kurmaktır. İnsan kalbi yüce Allah ile ilişki kurmadığı, O’nu anmadığı, O’nunla baş başa olmadığı anlarda boştur, ihtirasların oyuncağıdır, şaşkındır. Fakat yüce Allah’ı andığı, O’nunla ilişki halinde olduğu anlarda dolu, ciddi ve kararlı olur; yolunu-yöntemini bilir; nereden kalkıp nereye gideceğinin, adımlarını nereye doğru atacağının bilincinde olur.

Bu yüzden gerek Kur’an-ı Kerim ve gerekse Peygamberimiz sık sık Allah’ı anmamızı teşvik ederler. Kur’an ‘Allah’ı anmak’ ile insanın geçirdiği bazı vakitler ve durumları arasında bağ kurar. Amaç bu vakitleri ve durumları yüce Allah’ı anmakla donatmak, yüce Allah ile ilişki halinde olmanın bilinci ile renklendirmektir; kalbin Allah bilincinden yoksun kalmaması, O’nu unutmamasıdır.”[105]

Seyyid Kutub’un vukûfiyetle belirttiği gibi Allah’ı anma, hayatın dışında bir olay olarak algılanmamalıdır. Allah’ı zikir/anmak demek, O’nun emirleri doğrultusunda yaşamı düzenlemek demektir. Vahiyle bütünleştiğimiz oranda zikir eylemini gerçekleştirebiliriz. Zikrin bir de toplumsal boyutu vardır. Cemaat boyutu en fazla olan Cuma namazına Allah’ı zikretmeye koşmamız isteniyor.(Cum’a, 9-10) Dikkat edilirse Cuma konusundaki âyetlerde namaza çağrıldığı zaman Allah’ı anmaya koşulması, namazdan çıkıldıktan sonra yeryüzüne dağılındığında da Allah’ın çok anılması isteniyor. Bu da bize toplumsal hayatta Allah’ın belirleyiciliğinden uzaklaşılmaması, hayatımızda lâik bir alan olmaması gerektiğini vurgular. Zikir, “ez-Zikr” diye nitelendirilen Kur’an’ı okumak, düşünmek, öğüt almak ve yaşamaktır. Salât etmek zikirdir. Kur’an’ın hükümlerini uygulamak zikirdir. Yapmakla Allah’ın rızâsını kazanacağımız her eylem zikirdir. Zikretmek, anlamadan, kuru kuruya bir şeyleri tekrar etmek, vird haline getirmek değil; aksine zikri anlamak ve anladığımızı pratiklerle göstermektir. [106]

Zikir, insanı Allah’a yaklaştırır. O’nu çok zikreden O’na daha çok yaklaşacaktır. Allah’ın zikrini dilinden düşürmeyen, kalbinden eksiltmeyen, aklından çıkarmaya kişi ile Allah araksındaki uzaklık, soğukluk kalkar. Allah’a karşı insanda bir ünsiyet, samimiyet ve muhabbet oluşur. Allah’ı zikreden kişi, Allah ile beraberdir. O’nun yasakladığı, rızâ göstermediği bir durumla karşılaşınca zikrullah sâyesinde ona yaklaşmaz. Allah’ın her şeyi her an görüp işittiğini, bildiğini insanın devamlı aklından çıkarmaması, zikirdir, zikrin ta kendisidir. Bunun bir diğer adı takvâ ve ihsandır. Bu anlamıyla zikirden başka hiçbir şey, insanda Allah kontrolünü, murâkabeyi sağlayamaz. Mü’min, karşılaştığı sıkıntılar ve musîbetler ânında Allah’a yönelir, O’na sığınır, O’na tevekkül eder. Bu vasıflar, Allah’ı iyi tanıyan, O’nunla beraber olan, O’nu zikreden kişilerde yer alır. Son zamanlarda yapılan araştırmalarda Allah Teâlâ’yı zikretmek sûretiyle yeni yeni beyin hücrelerinin faâliyete geçtiği, beyinde yeni galerilerin açıldığı, böylece insan için yeni açılımlar meydana geldiği, zikrin bu yolda yeni sıçramalar yaptırdığı ortaya çıkmıştır.

Zaten “zikir ehli” olan Kur’an vârisleri olan âlimlerin olaylara yaklaşımında bu husus açıkça görülmektedir. Müslümanların ayrılmaz vasıfları olan cihad ve zikir, görünüşte birbirlerine hiç benzemeyen vasıf ve amel gibidir. Fakat iyice araştırıldığında, birbirlerine çok yakın, birbirlerini tamamlayan, netice itibarıyla aynı noktada birleşen iki amel olduğu görülecektir. İnsanın kendi nefsi ve şeytanla olan cihadında zikir, bu cihadın ta kendisidir. İnsan, nefsinin ve şeytanın kötülüklerinden ancak Allah’ı zikretmek/hatırlamak sûretiyle kurtulabilmektedir. Ve insanın düşmanlarla yaptığı cihadında en büyük desteği zikir sağlamaktadır. Allah’ın zikriyle bütünleşmiş bir bünye, bâtılı düşman ilan etmiş, bâtılla cepheleşmiş ve onun asla uyuşmaz hale gelmiştir.

Müslümanlar olarak, zikirle emrolunduğumuz gibi, cihadla da emrolunduk. Hak adına, Allah’ın askeri olarak bâtıla karşı savaşmak müslüman olmanın gereğidir. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler de tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın evliyâsına/dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.” (Nîsa,76 ) Müslüman, bâtılın temsilcilerine karşı yürüteceği bu cihad ve savaşı, “îlâ-yı kelimetullah” (Allah’ın adının yücelmesi) için yapmak zorundadır. Cihadı yerine getirdikçe Allah Teâlâ’nın ismi yücelmekte, Allah’ı zikretmiş olmakta, cihada yönelmektedir. Müslümanların sahip olmakla emrolundukları cihad ve zikir vasıflarını bu noktada birbirlerinden ayırmak mümkün değildir.[107]

Her çeşit ibâdet ve zikir, insanı Rabbine yaklaştırır. Kendisinin O’nun koruma ve gözetiminde olduğu duygusunu verir; bağış umudu güçlenir, içinde gönül rahatlığı oluşur, üstüne sekînet ve huzur iner. “İyi bilin ki kalpler, ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur, huzur bulur.”(Râ’d, 28) Allah’ın zikri, kulunu kendine yaklaştırır, onu gözetimine alır, nimet ve rızâsıyla dolar, kendini güven ve huzur duyguları kaplar. Zikir, kesinlikle ruhu canlandırır. Allah’ın rızâsı ve bağışı yolunda umudunu güçlendirir, rahatlama ve mutluluk duyguları verir.

Zikir, kalpleri doyuran, iştahların aç gözlülüğünü gideren, susuzları suya kandıran, akılları hedefine ulaştıran bir ibâdettir. Zikir kul için uyanıklılıktır, şuurdur, bilinçli olmaktır. Zikir takvaya ulaştırır, takvayı öğretir, takvaya arkadaş eder. Zikir şuurları diri tutar, gönülleri gafletten korur. Zikir ilaçtır, zikir iksirdir, zikir âb-ı hayattır, zikir canlara can katan merhemdir. Zikir yoksullukları kanaat zenginliğine, yalnızlıkları ebedi ve bitmez dostluğa, mahrumiyetleri ilâhí ilgiye dönüştürür. Zikir dünyalık korkuları giderir, endişeleri umuda çevirir, hayalleri götürür; onun yerine solmaz gerçekleri yerleştirir. Zikir boş kuruntular (ümniyye) yerine Allah’ı bilme, takdir etme, önünde kul gibi eğilme ve O’ndan isteme cesareti arama ümidini verir.[108]

İnsan, zikir sâyesinde, iç dünyasında oluşan huzur, sükûnet, doygunluk, tatmin ve ilâhî aydınlığın yardımıyla, hayatın geçici ve iğreti çemberini yarıp zorlukları aşarak, geldiği yer olan baba vatanı Cennet’e geldiği gibi saf ve temiz bir şekilde geri dönme imkânını elde eder. Zikirle insan ayrı bir güç ve olgunluk kazanır. Allah’ın da insanı zikretmesi, ancak kişinin gereği gibi Allah’ı zikretmesiyle mümkün olacaktır.[109]

Zikir, Kur’an’ın emrettiği önemli bir ibâdettir ve yukarıdan beri anlatıldığı şekillerde yerine getirilmesi mümkündür. Bazı kesimler tarafından “gizli mi – açık mı; toplu mu – tek başına mı yapılmalı?” gibi tartışmalara ihtiyaç yoktur. İslâm, mü’minlerin nasıl ibâdet edeceklerini göstermiştir. Emredilen ibâdetlerin dışında dileyen, bid’at olmamak şartıyla, Peygamberimizin yaptığına benzemek kaydıyla, istediği kadar nâfile ibâdet yapabilir. Ancak İslâm’ı bize öğreten Peygamberi ve O’nun sahâbelerinin hayatında, kol kola verilmiş bir şekilde, yatıp kalkarak, bağırıp çağırarak, kendinden geçerek bir zikir yapma şekli yoktur. Hele hele de zikri mutlaka bir üstadın emri altında yapıp, zikri üstadlara, şeyhlere havâle etmek, onların da Allah’a götürmelerini beklemek gibi bir yanlışlık yoktur. Kul, gücü yettiği kadar ibâdet yapar, dili döndüğü kadar duâ eder, Rabbini anar. Umulur ki Allah Teâlâ ihlâsla yapılan az amellere bile bol karşılık verir.[110]

Zikrin âdâb ve usûlü vardır. İnsan Allah’ı zikrederken (daha doğrusu zikir ibâdetinin bir cüz’ünü icrâ ederken) gülünç ve komik durumlara düşmemeli, maskaralık yapmamalıdır. Zikir yaparken kan ter içinde kalıp başına tavana değecek kadar hoplayıp zıplamak ibâdet değil; çirkin bir harekettir. Süryânîlerin rûhânîleri, ibâdet esnasında kan ter içinde kalıncaya kadar didinirlerdi. Bizim câhil dervişlerin arasında da bunların hareketlerine benzer davrananların sayısı hiç de az değildir. Bu tamamen cehâletten ve düşünmeden körü körüne taklitten kaynaklanan bir durumdur.[111]

Müslüman, zikir esnâsında acziyet içinde Hakkı düşünmeli, sükûnet ve vakarını bozmamalıdır. Zikir yaptığını iddiâ eden birtakım kimselerin havalara sıçradığı, tepindikleri, bağırıp çağırdıkları görülmektedir. Bu hareket, zikrin mânâsıyla hiç bağdaşmamaktadır. İslâm’ın ibâdet anlayışına da ters düşmektedir. Zikir, tefekkür, nefis terbiyesi, ihsân gibi dinin emir ve tavsiyeleri; sadece belirli zümrelerin tekelinde kabul edilemez; bunlar bütün Müslümanların malıdır.

Yazımıza son verirken, şöyle bir eleştiri veya soru ile çokça karşılaştığımızı ifâde edelim. “Tarikatçilerin zikir yapış şekillerine eleştiri sundunuz. Ama Osmanlı Devletinden beridir devam eden bu zikir modellerine niye hiçbir âlim eleştiri sunmamıştır? Bu sizdeki yaklaşım, ‘Vahhâbilik’ akımıyla revaç bulan bir zihniyetin ürünü müdür?”

Önce şu tarihî arka planı ifâde edelim: “Osmanlı Devleti, Büyük Selçuklu devleti ve Anadolu Selçuklu devletinin mirası üzerinde bina edilmiştir. Büyük Selçuklular dönemi, tasavvufun en bilinen eserlerinin verildiği ve büyük tarikat kurucusu önderlerin yetiştiği dönemdir. Anadolu Selçuklu devleti dönemi ise büyük tarikatların muhtelif İslâm ülkelerinde ve Anadolu da serpilip boy attığı devirdir. Dolayısıyla bu iki miras üzerindeki Osmanlı, tasavvufun canlı olduğu bir dönemde kuruldu. Büyük Selçuklu Sultanları’ndan itibaren görülmeye başlayan tasavvuf erbabına yakın ilgi ve muhabbet, Anadolu Selçuklularında gelişerek devam etti.

Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılışı ve beyliklerin ortaya çıkışında Anadolu’yu kasıp kavuran iki büyük âfet vardır. Bunlardan biri, batıdan gelen Haçlı istilaları, diğeri de doğudan gelen Moğol istilasıdır. Her iki zulüm de halkı canından bezdirip mâneviyatın tesellî iklimine (!) ve tasavvufî ruh atmosferine yöneltti.

Siyasî ve sosyal bakımdan bunalan Anadolu Selçukluları’nı manevî bakımdan rahatlatan iki önemli şahsiyetten Muhyiddîn İbni Arabî batıda Endülüsten, Mevlânâ Celâleddin Rûmî ise doğuda Horasan diyarından Belh şehrinden gelmişlerdi. Bu iki şahsiyet Osmanlı’nın mânevî kuruluşunu hazırladılar.

Osmanlı padişahları, Osman Gazi’den başlayarak son padişaha kadar tasavvuf ricâline saygı duymuşlar ve ilgi göstermişlerdir. Osman Gazi Şeyh Edebâli’nin kızıyla evlenecek tasavvufla olan ilgisi daha da artmış;  Orhan Gazi, âhî şeyhleri kadar Geyikli Baba, Abdal Murad, Abdal Kumral gibi babâî erenlerine ilgi ve saygı duymuşlardır. Murat Hüdavendigar ise âhî şeyhliğine yükselecek kadar tasavvufî hayatın içindeydi. Yıldırım Bayezid kızını Horasan diyarından gelen Emir sultan ile evlendirecek kadar bu muhitin içinde idi. Çelebi Mehmet ve II. Murat, Hacı Bayram Veli ve çağdaşı bir kısım tasavvuf büyüklerinin hayranı idiler. Fatih Sultan Mehmed’in Akşemseddin ile alakası bu konunun en bariz ve canlı örneğidir. Veli, lakabıyla anılan II. Bayezid’in Halvetî şeyhleriyle olan münasebeti konunun göze çarpan diğer örnekleri arasındadır. Yavuz ve Kanuni’nin Sünbül ve Merkez Efendilerle münasebeti aynı minval üzere devam eden çizgidir.

Osmanlı Devleti zamanında tarikatler yasal müesseseler olarak bütün Müslümanların yakın alâkasını çekmiştir. Sultan II. Abdülhamid’in Şazeli (Dardavi) Şeyhi Muhammed Zâfi el-Medeni’ye intisabı olduğu, Sultan Reşad’ın ise Mevlevî olup Kemahlı Şeyh İsmail Hakkı’ya bağlı olduğu kaynaklarda geçmektedir.”[112]

İşte bu kadar tasavvuf ve tarîkatlarla iç içe olan bir coğrafyada, tarikatlardaki sapkınlıkları, bid’atleri eleştirmek hakikaten zordur. Buna rağmen Hak’tan taraf olan Ehl-i Sünnet ulemâ, bilhassa sapkın zikir yapış şekillerine muhâlefet etmişlerdir. Bir iki örnek vermek gerekirse;

 

Raks ve devrânın aleyhinde yazdığı “Risâle fi tahkik-i raks ve’d-devrân” adlı risâle de Kemal Paşazade (ö. 1534) şu kesin görüşleri taşıyan fetvayı vermişti: “Raks ve devrân eden kişi, kâfir olur. İmamlığı câiz değildir. Ona ne selâm verilir, ne de selâmı alınır. Raksı helal göreni doyurmak günahtır ve azabı gerektirir. Çünkü bâtıla yardım olur. Eğer bir kişi devrân ibadettir ve lüzumludur derse imanını yenilemesi gerekir. Raks ve devrân helal diyen tasavvuf şeyhleri delâlet içindedirler, elleri öpülmez, onlardan sakınılır. Şeyhin böyle dedi diye devrân yapan kişinin öldüğü vakit cenaze namazı kılınmaz, müslüman mezarlığına gömülmez”.[113]

 

Fâtih Camii imamlarından, İbrahim Halebî (ö. 1549) kaleme aldığı eserinde, Sûfiyenin uyguladığı devrânı, bazı hristiyanların eğlenirken yaptıkları raksa benzetmiştir. Tasavvuf çevrelerinden kendisine yöneltilen, “şarap içenlere birşey söylemiyor da semâ eden dervişleri tenkid ediyor” şeklindeki eleştirilere şöyle cevap vermektedir: “Ey miskin, eğer insaflı düşünürsen anlarsın ki bu iş şarap içmekten daha zararlıdır. Şarap içen yaptığının haram olduğuna inanıyor, pek çoğu da tövbe ederek yaptığına pişman oluyor. Ayrıca onu içtiği için halk tarafından aşağılanıyor, zillete düçar oluyor, ama sûfiler öyle mi. Yaptıkları devrânın ibadet olduğuna inandıkları için tövbe etmeleri, pişman olmaları mümkün değil. Üstelik halkın yanında itibarları yükseliyor.[114]

 

Bu konularda fikir beyan eden bir başka Şeyhülislâm Minkârizâde Yahya Efendi’dir (ö. 1666). 4. Mehmed dönemi (1648-1687) Şeyhülislâmı olup kendisine sorulan, mutasavvıfların devrân dedikleri ve bazı hususi hareketlerle yaptıkları raks ile Mevlevîlerin semâları ve def, kudüm çalmaları, ney üflemelerinin dini hükmünün ne olduğu sorusuna şu fetvayı vermişti: “Bu türden davranışların İslâm’da yerinin mutlak manada olmadığı gibi, sakıncaları da vardır.” Bu kısa ve net fetvadan sonra Minkârizâde konuyu daha ciddi ve kritik duruma getirerek, siyasi platforma taşıyarak bir tavsiyede bulunmuştur: “Yüce padişah içinde kötülük ve günah barındıran bu davranışları yasaklayarak güzel gelenekleri ve hayırlı emanetleri icrâ etsin”. Ona göre, değil devrân ve semâ, bazı tarikatlerin ayakta ve cehren yaptıkları zikir bile çirkin ve günahtır. Aslolan, zâkirin (dervişin) sanki başında bir kuş varmış da bir kısım hareketlerle onu kaçıracakmış gibi oturarak ve sessizce zikretmesidir. Ancak bu şekilde yapılan zikir, şeriat kurallarına ve edebine riayet edilerek yapılan zikirdir. Aynı şekilde Mevleviler, semâı terk etmeli ve mûsiki aleti olan def, kudüm ve ney kullanmalarına son vermelidir. Bunun yerine Mesnevîhanlar hadis-i şerifler naklederek, cemaat va’z ve nasihat dinlemelidir.[115]

 

    Kânûnî Sultan Süleyman döneminde şeyhülislâmlık yapan Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi, tasavvuf ehli ve özellikle de Mevlânâ, Muhyiddîn İbni Arabî ve İbrahim Gülşenî gibi mutasavvıflar aleyhine tavır almış ve bu yaklaşımı sebebiyle de şeyhülislâmlık görevinden azledilmiştir.[116] Kânûnî Sultan Süleyman döneminde şeyhülislâm olan bir kişinin mutasavvıfeye karşı olumsuz tavır alması sebebiyle görevinden azledilmesi, Osmanlı idaresinin tasavvufa karşı oldukça müspet bakması veya tasavvuf zümresinin toplumda geniş bir nüfuza sahip olması ile açıklanabilir.

 

Son olarak 16. asırda Birgivî Mehmed Efendi’nin (ö. 981/1573) bazı mutasavvıflara karşı verdiği mücadele ise, Osmanlılar döneminde birtakım önemli dinî ve siyâsî oluşumlara kaynaklık etmiştir. Sûfîlerin raks ve deveranlarını caiz görmeyen ve İslâm inancını zedeleyen bidatlerin çoğunun onlar tarafından ihdas edildiğini ileri sürerek, sûfîlerin bidat ve aşırılıkları konusunda ‘el-Kavlü’l-vasît beyne’l-ifrât ve’t-tefrît’ adında bir risâle yazan

Birgivî Mehmed Efendi’nin değerlendirmelerini nakledelim: “Bedenin afetleri cidden çoktur, bunların bir kısmını belirtmeye çalışacağız: a) Ölçülü veya ölçüsüz hareketlerde bulunmak (mesela dans ve benzeri oyunlar oynamak).
Oyunların hepsi la’b kelimesi kapsamına girer. Bu bakımdan haram sayılır. b) Zamanımızda bazı sofilerin zikrederken tuhaf hareketler göstermesi. Sofilerin böyle yapması, günah bakımından diğer oyunlardan daha şiddetlidir. Çünkü onların bu hareketi ibâdet namına yapılmaktadır. Bu sebeple küfürlerinden bile korkulur. İmam Ebu Vefâ bin Akîl diyor ki: Raks [dans] Kur’an-ı kerimin kesin beyanıyla men edilmiştir (İsra, 37). Beden hareketleriyle bir takım oyunlar oynamak da salınarak kibirle yürümeye benzer, belki ondan daha kötüdür…
Evet,  insaf, diyânet ve içten bir istikâmeti olan kimse camilerde henüz sakalı bitmemiş gençlerle, havâi kimselerle ve tahâret, Kur’an-ı kerim, helal ve haramı hatta İslamiyeti bilmeyen cahil halk tabakasıyla nağmelerle duâlar yapıp rakseden sofileri ve onların eşeğin anırmasına benzeyen nara ve tuhaf seslerini görüp duyduğunda (onları bundan vazgeçirmeye çalışmalı, gücü yetmediği takdirde kalben buğzedip oradan ayrılmalıdır). Çünkü ibâdetü taat namına böyle pespayelik yapan sofi ve hempaları Allah’ın kelamını değiştirir, zikrullâhı tağyir ederler. Bir takım belirsiz kelimelerle, dile alınmayacak hezeyanlarla hay, huy, hiy, hiya diyerek zikrederler. (İşte bunlar dinlerini oyun ve eğlence yapmışlardır) demekten başka ne düşünülebilir? Evet, onların bu kadar aşırı hezeyanlarını gören insaflı kişi, fıkhî bilgisi ve onların halini geniş bir şekilde tahlil edecek ilmi olmasa bile böyle der ve (Allah’a sığınır)… Evet, ayakta, otururken ve uzanık halde, edeb dâhilinde olursa, zikretmek caizdir. İçine teganni ve raks karışınca, zikir, zikir olmaktan çıkar, sevab yerine günah kazandırır.”[117]

 

Yukarıda isimlerinden ve görüşlerinden bahsettiğimiz İbrahim Halebî, Birgivî Mehmed Efendi, Şeyhülislâm Minkârizâde Yahya Efendi ve Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi gibi âlimlerin hepsi amelde Hanefî mezhebi mensuplarıdır. Öyle iddia edildiği gibi ‘Selefî veya Vahhâbî’ de değillerdir. Hatta hiçbir fıkıh kitabının cehrî zikri meşru görmediğine dikkat çeken Vânî Efendi, buna cevaz veren tasavvuf büyükleri olduğu kendisine hatırlatılınca “Biz İmâm-ı Âzam (Hanefî) mezhebindeniz, o şeyhlerin mezhebine bağlı değiliz. Bizim sözümüz Hanefi mezhebinden olanadır, onların hali ve ameli kendilerine sipariş olsun.”[118] ifâdesini kullanmıştır.

 

Felsefî tasavvufun sapkın görüşlerinin günümüz toplumunda da hâkim görüş olduğu âşikârdır. Özellikle çok izlenen Diriliş Ertuğrul, Payitaht Abdulhamid, Yunus Emre gibi dizi ve filmlerdeki Cehrî zikir görüntüleri,topluma ‘İslâmî’ bir formda lanse edilmektedir. Buna karşın bid’atlere ve hurâfelere karşı mücâdele eden Tevhid ehli âlimlerin ve dâvetçilerin, bu toplumda zorlandıkları ve ‘Vahhâbî, mezhepsiz vb.’ yaftalarla suçlandıkları mâlumdur. Bu suçlanmalardan âcizâne bu yazı dizisinin yazarı da nasibini almaktadır. Şöyle deniyor: ‘Siz nasıl olur da Mevlânâ’yı, Muhyiddin İbni Ârabîyi, Hallâcı Mansur’u, Yunus Emre’yi vb. nasıl eleştirirsiniz?’

 

Bütün bu ithamlara karşı tavrımız Ebu’l Ferec İbnul-Cevzî’nin dediği gibi olacaktır. O şöyle der:  “Hakta tarafgirlik olmaz. Söylenenler doğru değilse, o zaman böyle şeylerden, o mezhepten ve kim olursa olsun o kişiden sakındırmış oluruz. Allah biliyor ki, hata edenin hatasını söylemekten maksadımız, şeriatı tenzih etmek ve onu yabancı şeylerden korumaktır. Yoksa söyleyen ve işleyenle bizim bir İşimiz yoktur. Bununla ancak ilim emanetini yerine getiriyoruz. Âlimler de hata edenin kusurunu açığa çı­karmak için değil, hakkı ortaya koymak için birbirlerinin hatalarını gösteriyorlar. ‘Kendisiyle teberrük edilen falan zahide nasıl cevap verilir veya sözü nasıl reddedi­lir?’, diyecek cahillerin sözüne itibar edilmez. Çünkü bağlılık şeriatın getirdiklerine olur, şahıslara değil. Adam cennet ehli veya evliyadan olabilir. Onun derecesi hata­sının gösterilmesine engel olmaz.”[119]

 

Zikri konu edindiğimiz bu yazımızın, şu an sadece tasavvufçuların tekelindeymiş gibi addedilen bir Kur’ânî kavramın gereğince anlaşılmasına vesile olmasını yüce Rabbimden niyâz ediyorum. Doğrular Allah’tandır. Hatâlar ve yanlışlar nefsime âittir. Bunlardan dolayı bağışlaması bol olan Rabbimden bağışlanma dilerim.

 

DİPNOTLAR:

[1] Kavramları Kur’an ve Sünnet perspektifinde anlama meyânında, Yusuf Kerimoğlu hocamızın ‘Kelimeler ve Kavramlar (İnkılâb Yayınları)’ ve Alaaddin Palevî’nin ‘İstismar Edilen Kavramlar (İtisam Yayınları)’ kitaplarının okunmasını tavsiye ediyorum.

[2] Müslim, Hayz, 117

[3] İbn Mânzûr, Lisânü’l-Arab, s. 447,  Beyrut, 1956; Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât Fî Garîbi’l-Kur’ân, s. 259-260, Beyrut, 1996 ; Tehânevî, Keşşâfü Istılâhâti’l-Fünûn, c.1, s.825, Beyrut, Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü,  s.539, İstanbul, 1991.

[4] Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, s. 259-260

[5] Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, ‘Zikir’ maddesi, c.44, s.409, İstanbul,2013; Cihad Tunç, ‘İslâm

Dininde Zikir ve Duâ’, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 5, s. 37, Kayseri, 1988; Celal

Yıldırım,  Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, s. 253. Uysal Kitabevi, Konya, 1998.

[6] Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, (ter, Süleyman Uludağ), s. 301-304, İstanbul, 1981.

[7] Muhammed Fuâd Abdülbâkî, el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâzi’l Kur’âni’l Kerîm, “zkr” md.

[8] Zikir kavramının Kur’an âyetlerindeki anlamları hakkında geniş bilgi için bakınız: Doç. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da Zikir Kavramı ve Allah’ı Zikir,  s. 16-24, DİB Yayınları, Ankara, 2012

[9] Buhârî, Deavat, 66

[10] Müslim, Salâtu’I-Musafirin, 211

[11] Tirmizi, Deavat, 5,

[12] Müslim, Zikir, 4

[13] Muâz b. Cebel milâdî 601 veya 603 tarihinde dünyaya geldi. Medine’de Hazrec’in Benî Udey koluna mensuptur. I. Akabe Biatı’ndan sonra Rasûlullâh tarafından İslâm dinini yaymak üzere Medine’ye gönderilen muallim Musab b. Umeyr ve ona destek olan diğer bir Medineli Es‘ad b. Zürâre’nin gayretleri neticesinde 18 yaşında iken İslâm ile şereflendi. Bedir Gazvesi başta olmak üzere Huneyn ve Tâif dışındaki bütün gazvelere katıldı ve bunlarda kabilesinin bayraktarı veya temsilcisi oldu. Mekke fethinin ardından Rasûlullâh Huneyn Gazvesi’ne giderken onu Mekke’ye önce emîr, ardından Kur’an ve dinî bilgiler muallimi tayin ettiği için Huneyn ve Tâif gazvelerine iştirak edemedi. Rasûlullâh, hicretin 9. yılı Rebîülâhirinde (Ağustos 630) Muâz’ı Ebû Mûsâ el-Eş‘arî ile birlikte Yemen’e elçi, zekât memuru ve kadı sıfatıyla gönderdi. Muâz b. Cebel ilme düşkünlüğü ve Rasûlullâh’a bağlılığıyla meşhur olmuş bir sahabidir. Sürekli olarak Rasûlullâh’ın yanında bulunmaya özen göstermiş, özellikle fıkhî konularda sık sık sorular sormak suretiyle kendisinden bilgi alma gayreti içinde olmuştur. Rasûlullâh onun şahsına duyduğu muhabbeti sık sık ifade etmiştir. Muâz b. Cebel, 17 (638) yılında Ürdün’de Kusayru Hâlid’de Amvâs tâunu diye bilinen veba salgınında iki oğlu ve iki hanımıyla birlikte öldü. Bu tarih 18 (639) olarak da zikredilmiştir. Bugün İrbid vilâyetine (muhâfaza) bağlı Ağvârüşşimâliye livâsında kendi adıyla anılan köyde bulunan kabri üzerine küçük bir mescid ve türbe yaptırılmıştır. Hayatı hakkında bakınız: Türkiye Diyânet İslâm Ansiklopedisi, c.30, s. 338-339,  İstanbul, 2005

[14] Nesâi, Sehv, 60

[15] Ahmed bin Hanbel, Müsned, c.5, s.247

[16]  Buhârî, Ezan, 36; Tirmizî, Zühd, 53

[17]  Buhârî, Tevhid, 43;  İbn Mâce, Edeb, 53

[18] Tirmizî, Deavât, 8,

[19] Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’an, 25

[20] Müslim, Zikir, 25; Tirmizî, Deavât, 129.

[21] Müslim, Zikir, 25

[22] Vezire Yaman, İtikadî Açıdan Zikir Kavramı, s.40, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2010

[23] Gezim Dungaj, Kur’anda Tesbih Kavramı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2006

[24] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, ‘Tesbih’ maddesi, c.6, s.192, Şâmil yayınları, İstanbul, 1994.

[25] Türkiye Diyânet İslâm Ansiklopedisi, ‘Dua’ maddesi, c.9, s.529, İstanbul,1994.

[26] Şâmil İslâm Ansiklopedisi,  c.6,  s. 62, Şâmil Yayınevi, İstanbul, 1994

[27] Gezim Dungaj, Kur’anda Tesbih Kavramı, s.10

[28] el-İsfehâni, Mu’cemu Mufredâti Elfâzi’l-Kur’ân, “k-d-s” md.

[29] Türkiye Diyânet İslâm Ansiklopedisi, ‘Hamd’ maddesi, c.15, s.442, İstanbul,1997

[30] Şâmil İslâm Ansiklopedisi,  ‘Tehlil’ maddesi, c.6,  s. 163.

[31] İbn Mâce, “Edeb”, 25; Tirmizî, “Deavât”, 9.

[32] Dr. Mehmet Sürmeli, Hayatı Zikir ile Anlamlandırmak,  http://www.mehmetsurmeli.com/kavramlar/hayati-zikir-ile-anlanlandirmak

[33] Buhârî, Tevhid, 15; Müslim, Zikir, 48.

[34] Celâleddîn es-Süyûtî, ed-Dürrü’l Mensûr fî Tefsîri’l-Me’sûr, c.1, s.361, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1983

[35] Doç. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da Zikir Kavramı ve Allah’ı Zikir,  s. 172, DİB Yayınları, Ankara, 2012

[36]  İmam Kurtûbî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c.2, s398-399,  Buruç Yayınları, İstanbul; İmam Taberî,  Taberi Tefsiri,  c.1, s.371-372, Hisar Yayınevi;  Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, c.1, s.326-327,  Risale Yayınları, İstanbul, 2014

[37] Süyutî, ed-Dürrü’l Mensûr, c.2, s. 362.

[38] Mesela; Bakara, 179;  Â’raf, 158;  Tevbe, 86;  Hadîd, 7.

[39] İmam Kurtûbî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c.12, s.515-519; İmam Taberî,  Taberi Tefsiri, c.6, s.175-176

[40] İbn Mâce, Edeb, 53; İmam Mâlik, Muvattâ, Kur’an, 24.

[41] İsmail Karagöz, Kur’an’da Zikir Kavramı ve Allah’ı Zikir,  s. 43

[42] İmam Münzirî, et-Tergîb ve’t-Terhîb, c.2, s.40,  Beyrut, 1968

[43] Asıl adı Hüceyme bint Huyey el-Vassâbiyye’dir. Sahâbeden Ebü’d-Derdâ’nın Ümmü’d-Derdâ künyesiyle bilinen iki hanımından küçük olanıdır ve Ümmü’d-Derdâ es-Suğrâ diye tanınmıştır. Hüceyme, Ümmü’d-Derdâ el-Kübrâ diye bilinen Hayre bint Ebû Hadred’in 30 (650) yılında vefatının ardından Ebü’d-Derdâ ile evlendi. Ancak kocası 32 (652) yılında vefat ettiğinden bu evlilik çok kısa sürdü. Ümmü’d-Derdâ 81 (701) yılında haccetti, aynı yıl veya ertesi yıl Dımaşk’ta vefat etti. Ümmü’d-Derdâ, kadın tâbiîn nesli içinde Hafsa bint Sîrîn ve Amre bint Abdurrahman’dan sonra en önemli âlim olup  kıraat, fıkıh ve hadis bilgisiyle şöhret kazanmıştır. Ümmü’d-Derdâ ibadete düşkünlüğüyle de bilinirdi. Kadınlar onun yanında toplanır, kendisiyle birlikte ibâdet ederlerdi. Tâbiînden Avn b. Abdullah, Ümmü’d-Derdâ’nın meclislerinde Allah’ı zikrettiklerini söylemiştir. Ümmü’d-Derdâ bu meclislerde vaaz eder, güzel ve hikmetli sözler söyler, bazen bunları levhalara yazarak talebelerine verirdi. Hayatı hak. bakınız: Diyânet İslâm Ansiklopedisi, c.42, s.316-317, İstanbul.

[44] İmam Taberî,  Taberi Tefsiri, c.6, s.379-380.

[45]  İmam Kurtûbî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c. 2, s.398-399,  Fahruddin Er-Râzî, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,  c.4, s.71-72, Akçağ Yayınları, Ankara.

Allah’ın, zikreden kuluna zikirle cevap vermesi konusunu izah için çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Bunları şöyle özetleyebiliriz:
Beni, Bana itaatla zikredin; Ben de sizi rahmetimle zikredeyim.
Beni duâ ile zikredin; Ben de sizi, duânızı kabul ile zikredeyim.
Beni övgü ve itaatle zikredin; Ben de sizi övgü ve nimetle zikredeyim.
Beni dünyada zikredin; Ben de sizi âhirette zikredeyim.
Beni gizli yerlerde zikredin; Ben de sizi geniş yerlerde ve yalnızlıkta zikredeyim.
Beni ibâdetle zikredin; Ben de sizi yardımla zikredeyim.
Beni, Benim yolumda cihadla zikredin; Ben de sizi hidâyetimle zikredeyim.
Beni refâhınız, rahatınız zamanında zikredin; Ben de sizi belâ ve musîbete uğradığınız zaman zikredeyim.
Beni doğruluk ve samimiyetle zikredin; Ben de sizi kurtuluş ve size tahsis ettiğim şeyleri artırmakla zikredeyim.
Beni, önceden ilâhlığımı kabul ile zikredin; Ben de sizi sonunda rahmet ve kulluğa kabul ile zikredeyim.

Bakınız: Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 446, Azim Yayıncılık, İstanbul.

[46] İmam Kurtûbî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c.2, s.398-399

[47] Süyutî, ed-Dürrü’l Mensûr , c.1, s. 361.

[48] İmam Taberî, Taberi Tefsiri, c.2, s.65-71.; Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, c.5, s.291-293

[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir, c.15, s.448-449; Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, c.8,s.421-423.

[50] İsmail Karagöz, Kur’an’da Zikir Kavramı ve Allah’ı Zikir,  s.52

[51] Ahmet Turgut Ulucak, Yaşam Ölçümüzde Zikrin Anlamı ve Yansıması, Vuslat Dergisi, Mart,-2011

[52] Tirmizî, Deavat, 9; İbn Mâce, Edeb, 55.

[53] Tirmizî, Deavat, 4; İbn Mâce, Edeb, 2

[54] Tirmizî, Deavat, 83.

[55] İmam Taberî, Taberi Tefsiri, c.8, s.464; Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir, c.4, s.520-522

[56] Tirmizî, Tefsîr, 277

[57] Bu konuda siz okuyucularımıza aşağıdaki kitapları tavsiye ediyoruz:

  • İmam Nevevî, El-Ezkâr ( Rasûlullahın Dilinden Dua ve Zikirler), Kahraman Yayınları, İstanbul, 2009.
  • İmam Nesâî, Efendimizin Dilinden Dua ve Zikirler, İz Yayıncılık, İstanbul.
  • Muhammed Saîd El-Kahtânî, Hısnul Müslim Şerhi, Guraba Yayınları, İstanbul, 2014.
  • Mehmet Kılıçarslan, Kur’andaki Dua Ayetleri ve Rasûlullahın Dilinden Dualar, Nida Yayınları.

[58] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 326, 20.Baskı, İnkılâb Yayınları, İstanbul, 2004

[59] Dr. Mehmet Sürmeli, Hayatı Zikir ile Anlamlandırmak,  http://www.mehmetsurmeli.com/kavramlar/hayati-zikir-ile-anlanlandirmak

[60] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 588-589, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2002

[61] İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâ’du’l-Mead, c.2, s.375,  İklim Yayınları, İstanbul, 2008.

[62] Müslim, Hayz, 117

[63] Buhari, Cihâd ve Siyer,131, Megâzî, 3; Müslim, Zikir, 44

[64] Kastallânî,  İrşâdus Sârî, c.5, s.135

[65] Rasûlullah’ın  amcası Hz.Abbas’ın oğlu, tefsir ve fıkıh ilimlerinde otorite kabul edilen ve çok hadis rivayet edenler arasında yer alan sahâbî. İbn Abbas diye de meşhur olan Ab­dullah, hicretten üç yıl kadar önce, Müslümanlar Kureyş’in ablukası altın­dayken Mekke’de doğdu. Doğduğu zaman babası tarafından Rasûlullah’a götürüldü ve duâsına mazhar ol­du. Rasûlullah’ın fiil ve ha­reketlerini öğrenmek arzusuyla onun yanında kalmaya çalışır, Rasûlullah’ın zevcelerinden Meymûne teyzesi olduğu için bazı geceler Rasûlullah’ın evinde ko­nuk edilirdi. Rasûlullah’a karşı olan sevgisi, bağlılığı ve samimi hizmetleri sebebiyle onun takdirini kazanmış ve “Allahım, ona Kitabı öğret ve dinde mütehassıs kıl!” tarzındaki duâsına nâ­il olmuştur. İbn Abbas, Rasûlullah’ın vefâtında on üç yaşında bir gençti. Çok hadis rivayet eden sahâbîlerden (müksirûn) biri olarak naklettiği 1660 hadisin bir kısmını biz­zat Rasûlullah’dan duymuş, çoğunu ise Hz. Ömer, Ali, Muâz, babası Abbas, Abdurrahman b. Avf, Ebû Sufyân, Ebû Zer, Übey b. Kâ’b. Zeyd b. Sâbit ve diğer sahâbîlerden öğrenmiştir. Mûteber ha­dis âlimleri onun rivayet ettiği hadisle­re önem vermişlerdir. Halife Osman devrinden itibaren çe­şitli vesilelerle Arap Yarımadası’nın dı­şına çıktı; Kuzey Afrika’ya, Cürcân’a, Taberistan’a ve İstanbul’a gitti. 656 yı­lında Hz. Osman tarafından hac emîri tayin edildi. Daha sonra Hz. Ali’nin maiyetinde Cemel ve Sıffîn savaşları­na katıldı. Hayatı bo­yunca Müslümanların birlik ve beraber­liğini savunan, bunun gerçekleşmesi için zaman zaman yetkilileri uyaran, gerektiğinde eleştiren ve kendisine ya­pılan halifelik tekliflerine iltifat etme­yen Abdullah b. Abbas, yetmiş yaşların­da iken Tâif’te vefat etmiş, cenaze na­mazını Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. Hanefiyye kıldırmıştır. Hayatı hakkında geniş bilgi için bakınız: Türkiye Diyânet İslâm Ansiklopedisi, c.1, s.76-77, İstanbul, 1988.

[66] Buhari, Ezan, bab 155, Hadis no: 841

[67] İbn Hacer el-Askalânî , Fethu’l-Bârî, c.2,  s. 514-515, Polen Yayınları, İstanbul, 2006.

[68] Saîd Nursî tarafından “Âlemce meşhur ve gayet mücerreb (faydası çokça tecrübe edilmiş) ve umum aktabların mergubu (kutup makamındaki büyük evliyalarca rağbet görmüş) bir salavat-ı şerifedir.” şeklinde taltif edilen ve Faslı Davut Efendinin yazdığı “Delailü’l-Hayrat”ta yer alan bir duâ/salavât. ‘Salâten tuncînâ’ diye bilinen duâ/salavât’ın anlamı: “Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e ve onun Ehl-i beytine salât eyle. Bu salâvat o derece değerli olsun ki: Onun hürmetine bizi bütün korku ve belalardan kurtarırsın. Bizim ihtiyaçlarımızı o salâvat hürmetine yerine getirirsin, bizi bütün günahlardan bu salâvat hürmetine temizlersin, o salâvat hürmetine bizi derecelerin en üstüne yüceltirsin, o salâvat hürmetine hayatta ve öldükten sonra düşünülebilecek bütün hayırlar konusunda gayelerin en sonuna kadar ulaştırırsın. Ey merhametlilerin merhametlisi, bize bunları merhametinle nasip eyle. Allah Tealâ bize kafidir ve ne iyi bir dost, ne iyi bir vekildir. Ey Rabbimiz, senin mağfiretini dileriz, dönüş yalnız sanadır.”

İbni Fakihani’nin  “Fecri Münir” isimli kitabında özetle şu uyduruk olay nakledilir: Maneviyat büyüklerinden Ebu Musa, fırtınalı bir havada gemide imiş. Müthiş bir fırtına gemiyi batırmaya ramak kaldığı sırada Peygamber Efendimize iltica etmiş: Ya Rasulallah, gemimiz batacak, içindeki bunca masumlar suya gark olup ölecekler. Lütfen bize bir kurtuluş çaresi göster!..O sırada kulağına şöyle bir hitap vaki olmuş: Ey Ebu Musa! Tüncina duasını okuyun! Yani, kurtaran duayı okuyun, kurtaran duayı… Demiş ki: Ya Rasulallah, bu Tüncina duası hangisidir, biz bilmiyoruz?  Efendimiz (sav) bugün namazlardan sonra okumakta olduğumuz (Salaten Tüncina)’yı okumuş, bunu okuyun, diye tenbih buyurmuş. Gemideki yolcular hep birlikte bunu Ebu Musa’dan öğrenip okumuşlar, fırtına dinmiş, sağ salim karaya ayak basmışlar.” (https://sorularlaislamiyet.com/salaten-tuncina-duasi-meali-ve-fazileti-nedir-bu-dua-okunurken-bazi-kimseler-neden-ellerini-ters)

‘Salâten tuncînâ’ hakkındaki bu izahattan sonra kanaatimizi ifâde edelim: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e nasıl, yani hangi cümlelerle salâtü selam okumamız gerektiği konusunda belirleyici bir emir yoktur. Herhangi bir salât ve selam kipini kullanabiliriz. Ama Allah Rasulü Efendimiz, nasıl salât okuyalım sorusuna, bizim namazlarda okuduğumuz ” Allâhumme Salli ve Allâhumme Bârik…” duâlarını öğreterek, “böyle söyleyin” diye cevap vermiştir. Yani bu duâlar salâtü selamın en güzelidirler diyebiliriz. Ama Efendimizin bunları öğretmiş olması, başka cümlelerle salât okunamaz anlamına gelmediği için, herkes çok farklı cümlelerle salâtü selamlar okumuştur ve bunların okunamayacağını da kimse söylememiştir. Çünkü önemli olan, ona salâtü selam okumaktır, bunun hangi cümlelerle olması gerektiği ikincil bir meseledir. Ama elbette aşırılık içeren ifadelerle salatü selam okunmaz. Bir de sahih hadis kitaplarında o kadar salavât/duâ varken ısrarla üstadları okudu diye muayyen bir duâ/salavât’ı okumak taassupkârâne bir davranıştır.

[69] https://ebubekirsifil.com/okuyucu-sorulari/muhtelif-meseleler-4/

[70] Zafer Ahmed Et-Tehânevî 5 Ekim 1892’de Diyûbend’de (Deoband) doğdu. İlk öğrenimini buradaki Dârülulûm Medresesi’nde tamamladıktan sonra ilmî ve tasavvufî kişiliğini şekillendirecek olan dayısı, şeyhi ve hocası Hakîmü’l-ümme Eşref Ali Tehânevî’nin yanına Tehânebihûn’a  gitti. Burada dayısının kurduğu İmdâdü’l-ulûm Medresesi’nde Arapça okudu ve temel eğitimini aldı. Sonra Sehârenpûr’daki Mezâhirü’l-ulûm Medresesi’ne geçti. Burada Ebû Dâvûd’un es-Sünen’ine Beźlü’l-mechûd adıyla şerh yazan Halîl Ahmed Sehârenpûrî’nin hadis derslerine devam etti ve kendisinden icâzet aldı. Ardından bir zamanlar talebelik ettiği İmdâdü’l-ulûm Medresesi’ne bu defa hoca olarak geçti. Bu medresede uzun yıllar hadis, tefsir ve fıkıh okutup fetva verdi, talebe yetiştirdi. Burada iken dayısının yönlendirmesi ve gözetimi altında İ’lâu’s-sünen adlı kitabın telifine başladı ve yirmi yıl boyunca bu eserin telifiyle meşgul oldu. Batı Pakistan’a geçti ve Haydarâbâd’a bağlı Eşrefâbâd’daki Dârü’l-ulûmi’l-İslâmiyye’de başmüderrislik yaptı, daha çok hadis öğretimiyle meşgul oldu. İlerlemiş yaşına ve geçirdiği hastalıklara rağmen Aralık 1974’teki vefatına kadar hadis okuttu. Zafer Ahmed Et-Tehânevî en meşhur eseri olan İ’lâu’s-sünende Hanefîlerin görüş­lerinin delili olan sahih hadis ve eserler ile sahabe kavilleri kaynakları ile birlikte zikretmiş, rivayet­lerin sened ve metinleri hakkında muhaddislerin değerlendirmelerine kısaca te­mas etmiş, sahih rivayetlerin ardından bunları desteklemek amacıyla varsa za­yıf rivayetlere de yer vermiştir. Fıkıh bablarına gö­re düzenlenen eser “Kitâbü’t-Tahâre” ile başlayıp “Kitâbü’1-Edeb ve’t-tasavvuf” ile sona ermektedir. Eser Türkçeye de ‘Hadislerle Hanefi Fıkhı’ adıyla çevrilmiştir.(Misvak Yayıncılık, İstanbul) Geniş bilgi için bakınız: Diyânet İslâm Ansiklopedisi, c.44, s.67-68, İstanbul,

[71] İ’lâu’s-Sünen, el-İnhirâf Ba’de’s-Selâm ve Keyfiyyetuhû ve Sünniyyetu’d-Du’â ve’z-Zikr Ba’de’s-Salât” babından naklen  Ebubekir Sifil, Sana Dinden Sorarlar, s.428, Rıhle Kitap, İstanbul, 2012

[72] İmam Şâtıbî, El- i’tisâm (Bid’atler Karşısında Kitap ve Sünnete Bağlılıkta Yöntem), c.2, s.355-357,  Kitap Dünyası Yayınları, Konya, 2011

[73] Buhârî, Ezân 155, Daavât 18; Muslim, Mesâcid, 142; Ebû Dâvûd, Vitir 24.

Tesbihâtı yaparken parmaklarla zikir yapmanın sünnet olduğunu ifâde eden hadisler mevcuttur. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem kadınlara şöyle demiştir: “Tesbîh’i (Subhânallâh sözünü), tehlîli (lâ ilâhe illallâh sözünü) ve takdîsi (Subhâne’l-Meliki’l-Kuddûs veya Subbûhun Kuddûsun Rabbu’l-Melâiketi ve’r-Rûh sözünü) bırakmayın. (Bunları) parmaklarla sayın (ta ki parmaklardan çıkan günahlar ondan dökülsün.) Zira parmaklar (diğer azalar gibi yaptığı hayır ve şer işlerden) sorulacak, konuşturulacaklardır (ya sahiplerinin lehine ya da aleyhine şahitlikte bulunacaklardır)…” ( Ebu Dâvud, Vitir, 24);Abdullah b. Amr (radiyallahu anhumâ) şöyle demiştir: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’i tesbîhi (Subhânallah sözünü) sağ eliyle sayarken gördüm.” ( Tirmizî,  Daavât: 25). Buna karşın Cennetle müjdelenen on sahabiden birisi olan Sa’d bin Ebî Vakkas, Rasûlullah ile beraber bir kadının yanına gittiklerini, kadının önünde hurma çekirdekleri veya çakıl taşları bulunduğunu ve kadının tesbihi onlarla saydığını bildirdikten sonra, Rasûl-i Ekrem’in bu kadının hareketine müdahale etmediğini söylemektedir. (Ebû Dâvud, Vitir; 24) Rasûlullah’ın bu hareketi sünnetin bir başka nev’i olan “takrirî sünnet”e girmektedir. O hareketi hoş karşıladığını göstermektedir. Bu sebeple,  İbn Teymiyye, Şevkânî, San’ânî gibi kimi ulemaya göre tesbih kullanmakta bir beis yoktur. Mâlum olduğu üzere günümüzde tesbih kullanmak Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in her zaman uyguladığı parmaklarla sayma sünnetini neredeyse tamamen yok etmiştir. Hatta birçok kimse bizâtihi tesbihte özel bir fazilet olduğunu, zikrin karışmasından emin olunsa dahi tesbih kullanmanın daha faziletli olduğunu zannetmektedirler. Bundan daha da kötüsü parmaklarla zikir çekmeyi kerih görmektedirler. İşte bu bid’at zihniyeti kırabilmek için bu insanların önünde tesbihle zikir yapmamalı, güzel ve yumuşak bir üslupla onları uyarmalıyız.

[74] Muslim, Mesâcid, 142

[75] Muslim, Mesâcid, 146; Nesâî, Sehv, 96

[76] Ahmed b.Hanbel, Müsned, c.4, s.124; Taberânî, el-Mu’cemu’l Kebîr, c.7,s.289-290

[77] Ahmed Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, s.341,  TDV Yayınları, Ankara, 2000

[78] Müslim, Zikir, 25

[79] Tirmizî, Deavât, 82; Müsned, c.3, s150. Tirmizî, rivâyet hakkında Hasen- Garib demiştir.

[80] Tezkiretü’l-Kurtubî’den nakleden Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, c.2, s.256-257, Uysal Kitabevi, Konya

[81] İmam Şâtıbî, El-İ’tisâm, c.2, 269-271

[82] İlk Müslümanlardan biri, Kûfe tefsir ve fıkıh mekteplerinin kurucusu. Fakir bir ailenin çocuğu olduğu için İslâ­miyet’e girmeden önce pek tanınmayan Abdullah b. Mes’ûd, çocukluğunda Ukbe b. Ebû Muayt’ın sürülerine çobanlık yaptı. Hz. Hatice ve Hz. Ali’den sonra İslâmiyet’i kabul eden üçüncü kişi oldu­ğu söyleniyorsa da bizzat kendisi, altın­cı Müslüman olmaktan şeref duyduğu­nu belirtmektedir. Mekke’de diğer Müslümanlarla bir­likte o da müşriklerin eziyet ve işkence­lerine mâruz kaldı ve bundan kurtulmak için Habeşistan hicretlerine katıldı. Rasûlullâh’dan sonra Kabe’de aşikâre Kur’an okuyan ilk sahâbî olan Abdullah b. Mes’ûd, aynı zamanda Medine’ye ilk hicret edenler arasında yer aldı. Kaynaklar onun Rasûlullâh zamanındaki bütün savaşlara katıldığını bildirmektedir. Güzel sesliydi ve çok güzel Kur’an okurdu. Sahabe arasında ahlâk ve yaşayışı bakımından Rasûlullâh’a en çok benzeyen bir kimse olarak kabul edilirdi. Rasûlullâh ‘ın hayat tarzını, kıyafetini, ahlâk ve tavırlarını örnek almada son derece gayret göste­rirdi. Rasûlullâh ‘ın vefa­tından sonra meydana gelen ridde olaylarında Medine’nin savunulması ve stratejik noktalarının korunması mak­sadıyla, Halife Ebû Bekir tarafından seçilenler arasında o da yer almıştır. İbn Mes’ûd, Hz. Ömer tarafından Kû­fe kadılığı ve beytülmâl idaresi ile gö­revlendirildi. Kûfe’de resmî vazifesi yanında ilmî faaliyeti ve yetiş­tirdiği talebeler vasıtasıyla Kûfe tefsir ve fıkıh mekteplerinin de temellerini atmış bulunan Abdullah b. Mes’ûd, da­ha sonra Hz. Osman tarafından Medi­ne’ye çağrıldı. Me­dine’de bir süre kaldıktan sonra hasta­landı ve altmış yaşını geçmiş olarak ve­fat etti. Cenaze namazı Hz. Osman veya Ammâr tarafından kıldırıldı ve Bakî’ Mezarlığı’na defnedildi. Rasûlullâh, İbn Mesûd’u şöyle övmüştür: “Kur’an’ı şu dört kişiden öğreniniz: İbn Ümmü Abd (İbn Mes’ûd), Muâz b.Cebel, Übey b. Kâ’b ve Sâlim” (Buhârî, Fezâ’ilü’l-Kur’ân, 8). İbn Mes’ûd, gerek ilk dönemde Müs­lümanlığı kabul edişi, gerekse Rasûlullâh ‘la olan yakın münasebeti sebe­biyle ondan birçok hadis duymuş ve ri­vayet etmiştir. Ayrıca Hz. Ömer, Osman, Ali ve diğer sahâbîler vasıtasıyla rivayet ettiği hadisler de vardır. Kendisinden de Ebû Mûsâ el-Eş’arî, İbn Abbas, İmrân b. Husayn, Câbir b. Abdullah, Enes b. Mâlik gibi birçok sahâbî ile Alkame b. Kays, Mesrûk, Esved b. Yezîd, Abîde es-Selmânî, Amr b. Surahbil, Haris b. Kays vb. büyük tabiiler rivâyette bulun­muşlardır. Ondan gelen 848 kadar hadisin büyük bir kısmını bizzat Rasûlullâh’tan rivâyet etmiştir. Hayatı hakkında geniş bilgi için bakınız: Türkiye Diyânet İslâm Ansiklopedisi, c.1, s.114-117, İstanbul, 1988.

[83] Dârimî, Mukaddime, Bab 1, Hadis no: 210; Taberâni, Mu’cemu’l Kebîr, c.9, s.  125; Taberânî bunu hasen bir isnad ile rivayet etmiştir.

[84] M. Yusuf Kandehlevî, Muhtasar Hayâtu’s Sahâbe, s.498, Ravza Yayınları, İstanbul, 1993

[85] Abdullah b. ez-Zübeyr b. el-Avvâm el-Kureşî. Emevî hânedanına karşı halifeliğini ilân eden ve abâdileden biri olan sahâbî. Babası aşere-i mübeşşereden Zübeyr b. Avvâm, annesi Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ’dır. Hicretin ikinci yılı zilkâde ayında (Mayıs 624) Medine’de doğdu. Muhâcirînin Medine’de dünyaya gelen ilk çocuğu olması dolayısıyla doğumu büyük bir sevinç uyandırdı ve adı Rasûlullâh tarafından konuldu. Henüz çocuk denecek bir yaşta babası ile birlikte Suriye’nin fethine katıldı ve Yermük Savaşı’nda bulundu. Halife Osman, Hz. Ebû Bekir tarafından mushaf haline getirilen Kur’ân-ı Kerîm’in nüshalarını çoğaltmak için kurduğu dört kişilik heyete, kurrâdan olması sebebiyle onu da dâhil etmişti. Abdullah b. Zübeyr, Hz. Muâviye’nin vefatından (M.680) sonra yerine geçen oğlu Yezid’e bey’at etmedi. Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid olduğunu işitince Yezid’in adamlarını Hicaz’dan çıkararak hilâfetini ilân etti. Mekke ve Medine, Hicaz halkı kendisine bey’at etti. Mîlâdî 684’te Abdülmelik b. Mervan, Emevîlerin başına geçince Abdullah’ın kardeşini Irak’ta öldürttü. Haccac kumandasında bir orduyu Mekke’ye gönderdi ve Mekke’yi kuşatıp tahrib etti. Muhasara altı aydan fazla sürdü. Abdullah’ın yiğitçe müdâfaasına rağmen iki oğlu ve yakınları Haccac’a teslim oldular. Abdullah’ın taraftarları dağıldı. Mancınıktan atılan bir taşla yaralandı. Kanlar içinde kıvranırken Abdülmelik İbn Mervan’ın adamları üzerine atılarak onu şehid ettiler. Şehid olduğunda yetmiş üç yaşındaydı. Bizzat Rasûlullâh’dan, babasından, annesinden, dedesi Hz.Ebû Bekir ile teyzesi Hz.Âişe’den, Hz.Ömer ve Hz.Osman gibi büyük sahâbîlerden rivâyette bulunmuştur. Rivâyet ettiği hadislerin sayısı otuz üç kadardır. Bunlardan altısı Sahîh-i Buhârî’de, ikisi Sahîh-i Müslim’de, biri de her ikisinde yer almıştır. Hayatı hakkında geniş bilgi için bakınız: Türkiye Diyânet İslâm Ansiklopedisi, c.1, s.145-146, İstanbul, 1988.

[86] Ebu Nuaym, Hilyetü’l Evliyâ, c.3, s.167’den naklen M.Yusuf  Kandehlevî, Muhtasar Hayâtu’s Sahâbe, s. 499

[87] Mehmed Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, s.241-243, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2000;  Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s.201-202, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2013.

[88] Ahmed Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, s.333,  TDV Yayınları, Ankara, 2000

İlk dört halifeye zikir telkini ile ilgili hiçbir sahih haber olmamasına karşın bazı yazarların yaptığı komik savunmalar çok ibretiamizdir. Halis Ece bu hususta şunları diyebilmekte: “ Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman,  Hz. Ali ve diğer büyük sahabîler (r.anhum) tek-tek ele alındığında hepsi büyük örnek şahsiyetlerdir, lâkin fıtratları / karakterleri ayrı ayrıdır. Biri son derece dışa dönük, teklifsiz ve rahat yapıya sahip iken; diğeri temkinli, teennili ve kısmen içe dönük bir hüviyet taşıyor. Bu bakımdan hoşlandıkları şeyler ve ruhî hayatları da farklılıklar arz edebiliyor. Bu cümleden olarak Hz. Ebû Bekir ve Hz. Osman’da  “zikr-i hafî” sırrı tecellî ederken, Hz. Ali ve Hz. Ömer’de (r.anhuma) “zikr-i cehrî” sırrı tecellî ediyor. Allah Teâlâ Kur’an-ı Hakîm’inde zikrin hafîsini de, cehrîsini de; yani gizlisini de açıktan olanını da emrediyor. [Bkz. A’râf suresi, 205; Hac suresi, 36] Âlemlere Rahmet Efendimiz (s.a.v.), her iki zikrin de muallimi ve tatbikçisidir / öğretici ve icracısıdır. Bu bakımdan tasavvufî telakkîye göre Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) Sevr mağarasında zikr-i hafîyi telkîn ve tâlîm buyurmuştur. Hadis kaynaklarında sarahaten geçmediği için, bazılarının karşı çıktığı bu rivâyeti (hadiseyi) Kur’an-ı Mecîd tasdik etmekte / doğrulamakta ve şöyle buyrulmaktadır:  “…Hani o kâfirler, onu Mekke’den çıkardıkları vakit sadece iki kişiden biri iken, ikisi de mağarada bulundukları sırada arkadaşına, ‘Üzülme; çünkü Allah bizimledir’ diyordu. Allah onun kalbine sekînet ve kuvvet (manevi huzur ve emniyet) indirmişti…” [Tevbe suresi, 40]… Hâsılı, Rasûlullah  Efendimiz tarafından Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) fıtratına / hılkatına / karakter yapısına en uygun olan hafî zikirle meşgul olmasının telkîni ve tamamen kalbî-ruhî bir hâl olan bu gizli zikir gibi dil ve kalbe ait bulunan cehrî zikrin de Hz. Ali’ye (r.a.)tâliminin, yazılı ve sözlü rivayetlerden çok, silsile yoluyla gönülden gönüle intikal eden bir in’i’kasın (aksedip yansımanın) neticesi olması gayet tabiîdir. Bunda şaşılacak, hayret edilecek, tereddüde düşülecek bir durum asla söz konusu değildir, olamaz! (http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/3396-peygamber-efendimizin-s-a-v-hafi-ve-cehri-zikri-telkini.html)

[89]  İsmail Ankaravî, Risâle-i Hucceti’s-semâ (Minhâcü’l-fukara içerisinde), s. 370, İstanbul, 1971

[90] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.138, Marifet Yayınları,  İstanbul, 1991;  Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s.222, Rehber Yayıncılık, Ankara, 1997

[91] Sühreverdî,  Avârifü’l-Meârif, (Terc. H. Kamil Yılmaz, İrfan Gündüz), s.260-261, Erkam yayıncılık, İstanbul,1990.

[92] İbn Teymiyye, Mecmuâtu Resâilil Muniriyye, c.3, s.169, Mısır,1346.

[93] Aliyyu’l Kârî, El-Esrârul Merfûa, s.274, Beyrut, 1986.

[94] İmam Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-dîn , c.2, s.748, Bedir Yayınevi, İstanbul,1987

İslâm dünyasının en büyük mütefekkirlerinden sayılan Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, m. 1058 (h.450)’de Horasan Bölgesinin Tus şehrinde dünyaya gelmiş, 14 Cemaziyelahir 505 (18 Aralık 1111) tarihinde ve 53 yaşlarında memleketi Tus’ta vefat etmiştir. İhyâu Ulûmi’d-dîn, Gazzâlî’nin  Bağdat’tan ayrılarak Şam’da yazmaya başladığı ve inzivâ dönemine rastgelen altı yılda tamamladığı, bilinen en meşhur eseridir. Gazzâlî’nin en hacimli ve en önemli eseri olan İhyâu Ulûmi’d-dîn  hakkında, “İslâm’a dair bütün kitaplar kaybolup sadece İhyâu Ulûmi’d-dîn kalsaydı diğerlerini aratmazdı” şeklinde yaygın bir kanaat bulunduğu ifade edilir (Kâtip Çelebî, Keşfü’z-zunûn, I, 23) Buna karşın başta Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî olmak üzere Ebû Bekir İbnü’l-Arabî,  Kâdî İyâz, İbn Ebû Rendeka et-Turtûşî ve Ebû Abdullah Ali b. Ömer el-Mâzerî gibi âlimler, esere ağır eleştiriler yöneltmişlerdir. Son dönem âlimlerinden Mustafa Sabri Efendi, İhyâu Ulûmi’d-dîn’deki fikirleri dolayısıyla Gazzâlî’yi tenkit edenler arasında yer almıştır (Mevķıfü’l-aķl ve’l-ilm, I, 266-270). Esere yöneltilen en ciddi eleştiriler hadislerin sıhhatiyle ilgilidir. Kitapta çok sayıda zayıf ve uydurma hadis bulunduğu belirtilmektedir. Zeynüddin el-Irâkî İhyâu Ulûmi’d-dîn’deki hadislerin tahrîci için  büyük, orta ve küçük hacimde üç eser hazırlamıştır. Irâkî’nin isnadını bulamadığı 271 rivâyet, Muhammed Emîn es-Süveydî tarafından ‘el-Mevzûât fi’l-İhyâ ev el-İtibâr fî hamli’l-esfâr’ adlı eserde bir araya getirilmiş, bu kitabı neşreden Ali Rızâ b. Abdülvehhâb (Demenhûr [Mısır] 1414/1993), Süveydî’nin dikkatinden kaçan otuz altı rivayeti bu listeye eklemiştir. Geniş bilgi için bakınız: Türkiye Diyânet İslâm Ansiklopedisi, c.22, s.11-13, İstanbul, 2000.

Hâl böyle iken İhyâu Ulûmi’d-dîn’in Türkçe çevirisine önsöz yazan Ubeydullah Küçük’ün ( Mehmet şevket Eygi’nin müstear ismi): “Bir Müslüman’ın ‘İhyâ’ da uydurma hadis bulunduğunu söylemekle hem ayıp, hem günah işlemiş olacağını ve hem de gülünç bir duruma düşeceğini” (s.70-71, Bedir Yayınevi)  iddia etmesi ne acı bir durumdur. Gazzâlî’nin az hadis bilmesi onun büyüklüğüne bir nok­sanlık getirmiş olsa bile, o yine de ilim ve irfanı ile tarihteki yerini almış bu­lunmaktadır. Nitekim Gazzâlî’nin kendisi de bizzat hadis ilimleriyle fazla uğraşmadığını, bu ilimdeki ihatasının yeterli olmadığını itiraf etmiş, Kânûnu’t-te’vîl adlı eserinde ‘Bizâatî fî ilmi’l-hadis müzcât: Hadis ilmindeki ser­mayem azdır’ demiştir.

[95] Ahmed Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, s.367- 368,  TDV Yayınları, Ankara, 2000

 

[96] Kadı Iyâd,  Tertibul Medârik,  c.2, s.54, Mektebetul Hayat,  Beyrut

[97] Vehbe Zuhaylî,  et-Tefsirü’l-Münir,  c.8, s. 492-495,  Risale Yayınları, İstanbul, 2013

[98] Şeyhulislâm el Ensârî, el İ’lâm vel İhtimâm, s. 490-491, Beyrut 1404/1984

[99] Ahmed b. Abdilehad b. Zeynilâbidîn el-Fârûkî es-Sirhindî. Nakşibendiyye tarikatının Müceddidiyye kolunun kurucusu. 14 Şevval 971 ‘de (26 Mayıs 1564) Doğu Pencap’taki Sirhind’de (Serhind) doğdu. Nakşibendiyye tarikatı mensupları arasın­da İmâm-ı Rabbânî  ve “Müceddid-i elf-i sânî”  ünvanlarıyla tanınır. 8 Safer 1034’te (20 Kasım 1624) vefat eden Ahmed-i Sirhindî Sirhind’de defne­dildi.

[100] İmam Rabbânî, Mektûbât, s.276, 266. Mektub.

[101] İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye, “el-Kelâmu fi Mes’eleti’s-Semâ” , s.106-108

[102] Abdulfettâh Ebû Gudde’nin İmam Leknevî’nin  ‘Sibâhatü’l-Fikr fi’l-Cehri bi’z-Zikr’(Beyrut, 1986)  kitabına yazdığı önsözden.

[103] Mevdûdi’den naklen; Ebu’l Hasan Ali Nedvî, İslâm’ın Siyasî Yorumu, s. 77, Bedir Yayınları, İstanbul, 2007

[104] Vahdet-i Vücûd inancı ‘Vücud’un tek olduğu ve bunun da Vücud-u Mutlak olan Vücud-u İlâhi‘den ibaret olduğu anlamına gelir. Buna göre âlem (kâinat) Allah’ın (Vucud-u İlâhî’nin) dış görünüşünden ibarettir. Allah ise âlemin iç görünüşüdür, ikisi arasında cevher, araz farklılığı varsa da bu görünüşten ibaret olup, gerçekte her ikisinin de sıfatlarında fark mevcut değildir. Başta İbn Arabî olmak üzere en açık biçimiyle Sadreddin Konevî (673/1274) Celâleddin Rumî (672/1273), Abdulkadîr el-lci(756/1355), İbn Seb’în(669/1270), İbnu’l Fârız(632/1235), Tîlimsanî gibi ünlü sufîlerin söz ve yazılarında kolaylıkla bu­lunabilecek Vahdet-i Vücûd inancı, günümüz araştırıcılarının çoğunun zihnin de Batı kökenli Panteizm kavramını çağrıştırır bir şekilde yer etmiştir. Çünkü Panteizme göre de Allah’ın âlem­den ayrı ve müstakil bir şahsiyeti yoktur. Vahdet-i Vücûd anlayışında olanlar için kâinatla, Allah bir bütün ve aynı şeydir. İslam’a göre kâinatla, Allah ayrı ve tamamen farklıdır, bir birlerine benzerlikleri yoktur ve bütün kâinat Allah tarafından yoktan var edilmiş olup, İlâh’lıktan pay almamıştır, yani kâinattaki hiç bir şeyde İlâh olma özelliği yoktur. İlâh olarak yalnız Allah vardır. Bunun aksini iddia etmek İslâm’a göre şirk koşmak demektir.

[105] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 9, s. 342, Hikmet Yayınları, İstanbul, 1994

[106] Rasûl Bozyel, Zikir Üzerine, Haksöz 8 (Kasım 91), s. 7

[107] Mehmed Göktaş, Cihad-Zikir Ayrılmazlığı, s. 54-55, İstişare Yayınları, Konya, 1988

[108] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları,  s.861, Beyan Yayınları, İstanbul, 2017

[109] Zikrin faydaları hakkında bakınız: İbn Kayyım El-Cevziyye, Zikir ve Zikrin faziletleri, Polen yayınları, İstanbul, 2010

[110] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları,  s.860- 861

[111] Kemaleddin Erdil, Yaşayan Hurâfeler, s. 11, Diyânet Vakfı Yayınları, Ankara, 2008

[112] Geniş bilgi için bakınız: Reşat Öngören, Osmanlılarda Tasavvuf, İz Yayıncılık İstanbul, 2000; Necdet Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları.

[113] Kemalpaşazade, Risâle fi tahkiki raks ve”d-devrân, Konya Bölge Yazmalar Ktp. No. 859/9, s. 96-97’den naklen Reşat Öngören, Osmanlılarda Tasavvuf,  s. 372

[114] İbrahim Halebi”nin “Risâletü”l-rahs ve’l raks li müstahilli’r-raks” adlı eserinden naklen R. Öngören,  A.g.e., s. 378.

İbrahim Halebî, başta Muhyiddîn-i Arabî olmak üzere felsefî tasavvufu savunan mutasavvıflara karşı çok sert bir tavır takınmıştır. ‘Ni’metü’z-zerîa fî nusrati’ş-şerîa’ adlı eserinde, İbnü’l-Arabî’nin özellikle Fusûsu’l hikem’inde yer alan pek çok görüşünü tenkit etmiştir. Hatta bu tenkitlerinde o kadar ileri gitmiştir ki, Fusûs’tan naklederek değerlendirmesini yaptığı, hemen hemen her paragrafta, İbnü’l-Arabî’ye “yalan söylemek, bühtan, edepsizlik, demogoji ve tahrif yapmak, büyük cehâlet, hamâkat ve hezeyân içinde olmak, hurâfeye sapmak, şeriata muhalefet etmek; Peygamber, Kur’ân ve Allah üzerine yalan söylemek ve iftira etmek, sapıklık, ilhâd, apaçık şirk ve küfür içerisinde bulunmak…” şeklinde sert eleştirilerde bulunmuştur.

[115] B. Kemikli, “Türk Tasavvuf Edebiyatında Risâle-i Devrân ve Semâ Türü ve Gaybî’nin Konuya İlişkin Görüşleri”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 37, Ankara, 1997, s. 456.

[116] Ferhat Koca, Osmanlılar Dönemi Fıkıh – Tasavvuf İlişkisi: Fakılar İle Sofular Mücadelesinin Tarihi Serüveni, s.98, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2002/I

 

[117] İmam Birgivî, Tarikat-i Muhammediyye,  s.469, Demir Kitabevi, İstanbul, 1996.

İmam Birgivî zamanındaki bid’atlerle mücadelesinde maalesef yalnız kalmış ve şu sitemkâr cümleleri dillendirmiştir: “Öyle ki, insanların o bid’atları terk ederek benim sözlerimi kabul etmelerine ihtimal yoktur. Zira beni, ölçüsüz konuşanlardan hatta başkanlık sevdasında olan riyakarlardan; yapageldikleri şeylerin câiz ve sünnet olduğuna dair fetva verenleri de olgun âlimlerden sayıyorlar. Artık onların benim sözlerimi kabul etmeleri nasıl düşünülür?”( Ahmet Turan Arslan, İmam Birgivî Hayatı, Eserleri ve Arapça Tedrisatındaki Yeri, s.52, İstanbul, Seha Neşriyat, 1992)

[118] Vânî, Tasavvufi bid’atlar, vr. 187-189’dan naklen Muhammed Raşit Akpınar,  Osmanlı Toplumunda Selefi Düşüncenin Tipik Bir Temsilcisi Olarak Kadızadeliler, s.310, İlâhiyat Akademi Dergisi, Gaziantep, 2015.

[119] Ebu’l Ferec İbnul-Cevzi,Telbis-i İblis’den naklen İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları, s. 9-15.

Yazar Hakkında

Yazar : imamoglumehmet

Yazar Hakkında : Ankara 1973 doğumluyum. Mamak İmam-Hatip Lisesinden 1991’de mezun oldum. 1996’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden İyi dereceyle mezun oldum. 1996’da Artvin’de öğretmenliğe başladım. Hâlen Ankara Keçiören Anadolu İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmenliği yapmaktayım.

Yazarın Tüm Yazıları İçin Tıklayınız

Yorumlar
İsminiz
E-Posta Adresiniz
Yorumunuz

Mahsun
14 Ekim 2017 - 11:12

Son devir Hanefi büyüklerinden İmam Tahtavi Ed-Dürrü’l-Muhtar haşiyesinde mekruhlar faslında şöyle dşor mescidler de halka olup yüksek sesle zikretmekten kimse men edemez zira zira mescidler de zikri men edenler Allahın mescidlerinde O’nun adının anılmasını men edenlerden daha zalim kim olabilir ayeti yine Abdulfettah Ebu Gudde bu konuda İmam Leknevi nin kitabını tahkik etmiştir ki orada 40 hadisi şerifle beraber Hanefi âlimleri nin caizliği yönünde ki fetvaları nakleder sesli zikir hakkında

Sitemizde En Çok Okunan İçerikler

Şehr-u Ramazân’ı Muvahhidce İhyâ EdelimRamazan ayı büyük bir heyecan dalgasıyla bir kez daha
Şehâdet Bir Çağrıdır Nesillere Ve Çağlara… Şubat ayı şehitler ayıdır. Şubat geldiğinde bunu en derinden
ÖLÜLERİN YAŞAYANLARIN AMELLERİNDEN İSTİFÂDE ETMESİ VE ÖLÜLERE KUR’AN MESELESİÖLÜLERİN YAŞAYANLARIN AMELLERİNDEN İSTİFÂDE ETMESİ VE ÖLÜLERE KUR’AN MESELESİ
Üç Ayları Nasıl İhyâ Etmeli “ Üç aylar” diye adlandırılan Receb, Şaban ve Ramazan

Sitemizde En Çok Yorumlanan İçerikler

Hangi Mevlânâ, Gerçek Mevlânâ? Mevlânâ[1] ve Mevlevilik Türkiye‘de öteden beri ilgi gören bir
İrtidat ve Yeni Dünya Düzeni
İrtidat ve Yeni Dünya DüzeniDr. Mehmet SÜRMELİ Dinin, “ hayat tarzı” olduğunu düşünürsek günümüzde
Ilımlı İslam(!)’ın Şövalyesi: Fethullah Gülen Ubeydullah TOPRAK ‘Ilımlı İslam’, adından da anlaşılacağı üzere, İslam Dini’ni
‘İhyâ mı İmhâ mı? Kitabımız Çıktı  ‘Tevhîd akidesini muhafaza ederek, ilim öğrenmek, ilim öğretmek, Şerîat’e
  • Videolar

    'Mü'minûn Sûresinden Âhiret Sahneleri' Sohbeti

    Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (1)

    Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (2)

    Âl-i İmrân Sûresi 190-195. âyetin tefsiri

    Düğün Sohbeti

    Suriye ve Mısır'daki Kardeşlerimiz İçin Dua

    Ahir Zaman Müslümanına Notlar

  • Arşiv

  • Etiketler

  • Tavsiye Siteler

    Islah Haber

    İmam Buhari Vakfı

    http://imambuharivakfi.org/

    İyiliğe Çağrı Yardım Derneği

    https://iyiligecagri.org.tr/

     

     

  • Ziyaretçiler

  • Sosyal Medya’da Paylaşın