İstimdâd, Tevessül Ve Râbıta Konularında Doğru Tavır
10.10.2017 tarihinde Genel kategorisine eklenmiş, Kişi Okumuş ve 1 Yorum Yapılmış.
Câmi müezzininin salâsında, şiir, naat ve kasidelerde veya yemek duâsı esnasında söylenen ” Şefaat yâ Rasûlallah” cümlesi şirk midir? Veya “Allâhım, falan zâtın hürmetine… hakkı için… senin katındaki değer ve mertebesinden dolayı duâmı kabul buyur!” demek caiz midir? Veya şehidlerin, velîlerin ve takva sahibi kişilerin ruhâniyetinden fayda bekleme şeklindeki “ Medet ya fulan!” denilebilir mi? Mürşide rabıta olayının aslı var mıdır, varsa nasıl yapılmalıdır? Eğer yoksa yapılmasındaki sakıncalar nelerdir? Râbıta tevessül müdür yoksa istimdâd kapsamında mı değerlendirilmelidir? Râbıta şirk midir?… gibi sorular yüzyıllar boyunca güncelliğini ve tazeliğini koruyan aktüel ve hassas sorunlardır.
Kur’ân da ve hadislerde Allah’a yakınlığı sağlayan şeyler olarak ifadesini bulan Tevessül ve bu kavrama bağlantılı olarak şefaat, istimdâd ve istigâse kavramları, İslâm düşüncesinde tartışılan temel problemlerden biridir. Konunun tarih boyunca tartışılması; Özellikle Takıyyüddîn İbn Teymiyye ve Takıyyüddîn es-Sübkînin yaşadığı hicrî sekizinci asırdan bu yana canlılığını muhafaza etmesi, bugün İslâm dünyasında yapılan telif ve tercüme çalışmalarının yanı sıra, gazete, dergi ve internet gibi basın-yayın organları vasıtasıyla kamuoyuna intikal ettirilmesi bunun açık bir göstergesidir..[1]
Baştan ifade edelim ki, Tevessül ve istimdat gibi oldukça netameli ve ihtilaflı bir mevzuda birbirinden farklı- hatta karşı tarafı şirkle ve ilhadla suçlayabilecek kadar- görüş farklılıklarının olduğunu görmekteyiz. Her meselede olduğu gibi bu meselede de ifrat ve tefrit içindeki Müslümanları görmekteyiz. Allah’a yakınlaşmak için salih amellerle, toplumun manevî önderlerinin vesîle edinilebileceği görüşünü savunanların yanı sıra; Kul ile Allah arasına peygamber bile olsa hiç kimsenin giremeyeceğini ifade ederek tevessülü kabul etmeyenler de bulunmaktadır. Her grup kendi düşüncesinin doğruluğunu ispat etmek için deliller getirmekten de geri durmamaktadır.[2]
Sosyal ilişkilerde Kurân ve sünnet ahlâkını hayata geçirmek zorunda olan Müslümanlar, ihtilafa düştükleri konuları sözlü veya yazılı tartışırlarken, nezaket ve müsamaha göstererek çok daha merhametli, temkinli ve itidalli olmak durumundadırlar. Çünkü, kendi izinden gidilmesi halinde hayat ve diriliş vaad eden Yüce Kurân, Müslümanların kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise merhametli olmalarını ve onların, birlikte hareket edip güç birliği tesis etmek suretiyle kâfirleri öfkeden çatlatacak hale gelmelerini istemektedir.[3]
Konumuzu daha iyi anlayabilmek için önce tevessül, istigâse ve istimdat kavramları üzerinde duralım: Sözlükte; vasıta, yakınlık, derece, mertebe, yol, rağbet, kendisiyle istenilen, arzu edilen bir şeye ulaşmaya yarayan şey anlamına gelen tevessül ve vesîle kavramları, Arapça “v-s-l” kök fiilinden türetilmiştir. Vesîle, ilim ve ibadetle Allah’a yaklaşmak, O’nun rızasını istemek ve kendisiyle başkasına ulaşılan şey şeklinde tarif edilir. Bununla beraber vesilenin kıyamet günündeki umûmî şefaat, cennetteki bir yer veya cennetin arşa en yakın bölgesi olduğu rivayet edilir. Tevessül de, kendisi ile bir şeye kavuşulan, yakınlık kazanılan, Allah Teâlâ ya yakınlaşmaya sebep olan şeylerdir.[4]
İstiğâse, “gavs” kökünden türemiştir. Lügatta “gavs”, sıkıntılı durumlarda yardım dileme anlamına gelir. Kendisinden yardım istenene de “müstağâs” denir. İstiğâse, sıkıntılı anlarda sıkıntının giderilmesini isteme anlamına gelmektedir. Sözlükte “tehlikeli durumlarda yardım isteme, imdada çağırma” anlamlarına gelen istimdad, tasavvufta ” peygamber ve velilere sığınıp herhangi bir dileğin gerçekleşmesi için onlardan yardım dilemek” manasında kullanılmıştır.[5] Bu anlamda istigâse, istiaze, iltica ve himmet ile aynı manada kullanılmıştır.
Sûfîlerin çoğu, hayatta olsun veya olmasın bir velînin mâneviyatından yardım dilemenin câiz, hatta gerekli olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre çok uzakta bile olsa bir velî kendisinden istimdadda bulunanların yardımına yetişme gücüne sahiptir. Hayatta olan velîlerin mâneviyatından bu şekilde yardım isteme düşüncesinin ilk sûfîlerden itibaren mevcut olduğu bilinmektedir. Ma‘rûf-i Kerhî (ö. 200/816) yeğenine, “İhtiyacın olan bir şeyi Allah’tan talep ettiğin zaman beni aracı kılarak iste” demiş (Ebû Nuaym, VIII, 364), müridi Serî es-Sakatî’ye de benzer bir tavsiyede bulunmuştur.[6] Tarikat mensupları, özellikle tarikatlarının silsilesinde yer alan şeyhler aracılığıyla Allah’tan kendilerine feyiz ve yardım geldiğine inanmışlardır.
İstimdadı benimseyenler tarafından ileri sürülen başlıca deliller şunlardır:
- İstimdad “Allah nezdinde değerli bir kul olan velînin şefaatçı olması” anlamına gelmektedir. Allah’ın kendilerine şefaat etme izni verdiği kullarının bulunduğu ve bunların âhirette şefaat edeceği (el-Bakara 2/255; Tâhâ 20/109), ayrıca O’na yakın olmak amacıyla vesile edinmenin gerektiği Kur’an’la sabit olan bir husustur (el-Mâide 5/35)[7]. Peygamberler gibi ledünnî ilimleri Allah’tan vasıtasız alabilen velîler hayatta olmasalar bile istimdadda bulunan insanlara yardım edebilirler.[8]
- Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Peygamber’in haklarında istiğfarda bulunduğu kimselerin affedileceği bildirilmiştir (en-Nisâ 4/64); İstimdad da buna benzemektedir.[9] (Yûsuf Şevkī el-Ûfî, s. 8).
- Duaların her konuda etkili olduğu âlimlerce kabul edilen bir husustur. Velîlerden yardım istemek onların Allah nezdinde makbul olan dualarını talep etmek demektir.
- Günahkâr bir kulun doğrudan Allah’a yönelmesi uygun olmadığından ilâhî dostluğu kazanmış bulunan velîlerin aracı kılınması gerekir.
- Bu hususta bazı rivayetler de delildir. Mesela: Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Sizin biriniz bir şey kaybederse yahut yanında arkadaşı bulunmadığı bir yerde yardım dilerse ‘Ey Allah’ın kulları bana yardım edin! Ey Allah’ın kulları bana imdat edin!’ desin. Çünkü Allah’ın bizim görmediğimiz kulları vardır.” [10] buyurmuştur. Bir diğer rivayette de : “İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz.”[11] buyrulmaktadır.
İstimdadı benimseyenler tarafından ileri sürülen başlıca delilleri serdettik. İslâm âlimlerinin cumhuru ise, ileri sürülen delillerin sûfîlerce benimsenen anlamda bir istimdadı kanıtlayıcı mahiyet taşımadığı kanaatindedirler. Zira Allah’ın dışında başka kişilerden, ölülerden, mezarlardan, yatırlardan, şeyhlerden ve somut veya soyut putlardan, Allah’tan istenebilecek şeyleri onlardan istemek, bu anlamdaki sıkıntıların onlar tarafından giderilmesini beklemek Tevhid inancına aykırıdır. Allah’tan istenebilecek bir şey kesinlikle ne sağ ne de ölmüş kullardan istenir. Ölmüş kişilerin kendisi için Allah’a duâ etmelerini istemekte aynıdır. Bilindiği gibi ölenlerin böyle şeylere güçleri yetmez. Çünkü dünyada iken fani ve gücü çok sınırlı olan insan, öldükten sonra çürüyüp toprak olur. Kendisine bile bir hayrı olmayan kemiklerin, dirilere ne faydası dokunabilir? Ölmüşlerden veya yaşayan şeyhlerinden medet umanların bu anlayışlarını anlamak mümkün değildir. Böyle bir tavır İslâmla bağdaşmaz.
Bu hususta İmam Birgivî şöyle der: “Şeriate en uzak olan bid’at, birçok insanın yaptığı gibi, ölüden murâdının husûlü için yardım istemektir. Bu hal, puta tapmak gibidir. …Ölüden medet dilemek, şeklî bir benzeyiş değil; fiilî bir putperestlik, müşrikliktir. Ölüden yardım (dilemek avâmı) zavallılığa düşürmüştür. İnsanın büyüklüğüne inandığı ölünün kabrine tâzim ederek şirke düşmesi, ağaca, taşa taparak şirke düşmesinden kolaydır. Bu kolaylıktandır ki, çok insanlar mescitlerde duymadıkları huşû ve hudûu kabirlerde hissederler… Allah ile kendi arasında bir vâsıta ve şefaatçiyi kabule kendisini mecbur bilen adam, ya zanneder ki, Allah, kulunun istediğini bilmiyor. Yahut kendi uzaklarda olduğundan işitmiyor da böyle bir vâsıtaya muhtaç oluyor. Bir hükümdarın, kabul etmek istemediği dileği vezir ve memurlarının tesiriyle kabul ettiği gibi dünya büyüklerinin idarelerinde vâsıtaya mecbur oldukları gibi. Böyle fâsid ve bâtıl zanlara kapılan adam bilmiyor ki, padişah bu vâsıta ve müşâvirlere muhtaçtır.
Bazı câhiller “ziyâret” denilen türbelere giderek kıtlık, kuraklık, düşman istilâsı gibi felâketlerden korunmak, murâdına kavuşmak için ölüden medet umarlar. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz, peygamberlerin kabirlerini mescid yaptıklarından dolayı yahûdilere ve nasârâya lânet etmiştir. Bu türlü hareketler insanı İslâm’dan uzaklaştırır, putperestliğe doğru götürür. Rasûlullah’ın şiddetle men ettiği kötülükleri teşvik edenler, kendilerine uyan câhilleri uçuruma sürüklemektedirler. Türbelere, mezarlara mum yakmak, çaput bağlamak bu gibi yerlerden, bu türlü hareketlerle peygamberlere velilere hürmet ve tâzimde bulunduklarını sananlar putlara tapanların, bu putlara gösterdikleri hürmete benzer. Öncekiler de, başlangıçta sevdikleri saydıkları ölülerin kabirlerine tâzimde bulunmuşlardı. Bu türlü bâtıl âdetleri terketmeyi saygısızlık sanma. Bid’atlerle meşgul kalpler sünnetlerden nefret ederler. Kendi bildiğince devam edenlere dikkat ederseniz, Müslümanların ihyâ etmeye çalıştıkları sünnetlerden yüz çevirdiklerini, hep bid’atlerle uğraştıklarını görürüz. Peygamberlere tâzim, sünnetlerine uymakla velîlelere muhabbet, nasihatlerini dinlemekle olur. Kabirlerin üzerine türbeler binâ etmek, bunlara duâlar edip adak adamak gibi bâtıl inanç ve geleneklerin hemen hepsi putperest aşıların tezâhürleridir, müşrikleri taklit etmektir. Kabirde yatanın velî olması, şeyh olması, duâya ihtiyacı olmadığı mânâsına gelmez. Birtakım bid’at ve dalâlet ehli sapıklar, ölüye yardım için yapılan duâyı, ölüden yardım şekline çevirdiler. Ondan medet beklemek, şifâ talep etmek mânâsında bozdular. Birtakım bid’atçiler çıkarak emrolunanlardan sapmış, nehyedilenleri irtikâba başlamışlardır. Gâfil ve safdil Müslümanlar maalesef bu sapıklığın yayılmasına âlet olmuşlardır.”[12]
Ayrıca bu konuda istimdatı savunanların delillerinin bir kısmı zayıf, bir kısmı da doğrudan doğruya istimdad konusuyla alâkalı değildir. Nitekim delil olarak zikredilen şefaat âyetleri âhiretle ilgili olup bunlarda hiçbir şekilde istimdada temas edilmemiştir. Bunun yanında Hz. Peygamber’in, haklarında istiğfarda bulunduğu kimselerin ilâhî affa mazhar olacağı belirtilmekteyse de bu âyet münafıklardan bahseden bir grup âyet içinde yer almakta olup konunun istimdadla ilgisi yoktur.
Bu hususta en çok kullanılan “İşlerinizde çaresiz kaldığınız zaman kabir ehline (yatırlara) muracaat ediniz.” veya: “Ne yapacağınızı bilemez /şaşkın bir duruma düştüğünüz zaman kabir ashabından (ölülerden) yardım isteyiniz.”anlamındaki rivayetler hakkında Şeyhulislam İbn Teymiyye şunları söyler: “Hadis ilmine vakıf insanların icmaına göre bu hadis Peygamber (s.a.v.)’e iftira yoluyla uydurulmuş yalan bir hadistir. Âlimlerden hiç kimse böyle bir şey rivayet etmemiştir, güvenilir hadis kitaplarında da böyle bir şey yoktur”[13] İbn Teymiyye başka bir yerde de şunları söyler: “Onlar -yani bid’atçılar- hadis ilminin uzmanlarınca yalan kabul edilen bir hadisi rivayet ediyorlar. O da şudur: İşleriniz sarpa sardığı zaman kabir ehline müracaat ediniz. Bu hadis olsa olsa ancak şirke kapı açmak için uydurulmuştur”[14]
Âlimlerimizin cumhuru istimdat ( istigase, istiane) ile tevessülü birbirinden ayırırlarken, başta Takıyyüddîn es-Sübkî olmak üzere bazı alimler tevessül ile istimdatı aynileştirmişlerdir. Bu konuda Takıyyüddîn es-Sübkî: “Merâmı ifade esnasında kullanılan tevessül, istiğâse, istiâne, teşeffu, istişfâ, tecevvüh ve teveccüh lafızları arasında fark yoktur. Bu noktada, kalıplardan ziyade mânanın dikkate alınması icap eder. Bu lafızlarla kastedilen mâna da, ‘Hz. Peygamber (vasıtası) ile Allahtan istemektir (ve hüve süâlullâh bin-nebiyyi). Selef de bunu böyle anlamaktaydı. Bununla da, kulun, Allah nezdinde değer ve mertebesi olduğuna inandığı zât ile Allah Teâlâdan isteyebileceği kastedilmektedir. Kuşkusuz, Peygamberin (s.a.) Allah nezdinde büyük mevkii, yüksek değer ve mertebesi vardır… Biz kesinlikle Allahtan başkasından istememekte ve ondan başkasına duâ etmemekteyiz. Burada sevilen zâtı (mahbûb) zikretmek veya onu büyük telakki etmek, sadece Allâha yapılan duânın kabulüne sebep olmaktadır. Bu tevessül şekli, sahih hadislerde yer alan, “Allâhım! Sana ait olan her isimle ve esmâ-i hüsnâ ile senden istiyorum…” veya sâlih amellerle tevessülü ifade eden mağara hadisindeki duâsından farklı değildir”[15] demektedir.
Merhum üstad Saîd Havvânın tesbit ve değerlendirmesi ise şöyledir: “Yâ Muhammed, benim için Rabbine şefâatte bulun! (yâ Muhammed işfa lî ilâ Rabbike) diyen kimse ile yâ Muhammed, bana şefâat et! (yâ Muhammed eşfinî) diyeni birbirinden ayırırım. Birincisi tevessüldür. İkincisi ise istiğâseye girer. Sâlihlerin kabirlerini ziyaret esnasında bazı kimselerin, “ey falan, beni evlendir!”, “ey falan, bana şifa ver!” veya “ey falan, ihtiyacımı gider!” gibi sözlerle doğrudan istekte bulunduklarını görüyoruz ki, bu bir istiğâsedir… Şüphesiz bu nevi nidâlar için birtakım tevil yolları varsa da, en azından bazı kimseler hakkında bu, bir şirk kapısıdır… Sûfîlerin kullandıkları “medet” lafzı, sâlihlerin isimlerini anmakla meydana gelen teberrük bâbındandır. Bazı kimseler de ruhların, bu şehâdet âlemiyle olan münasebetlerine dayanarak bunu kabul etmektedir. Ancak yapılan tevil ne olursa olsun, tevhidin özünü etkilemesine imkân veren bu tür söz ve davranışları temize çıkarmak için yeterli değildir. Allah Teâlâ, gelip geçmiş kardeşlerimiz için duâ etmemizi emretmiştir, onları çağırmamızı değil!… Şüphesiz bu yanlış bir harekettir. “[16]
İstiğâse konusunda yukarıda işaret edilen tevil yolu, belâğat ilminde “mecâz-ı aklî” diye bilinmektedir. Mecâz-ı aklî, fiilin hakiki fâil ve müessirine (mâ hüve leh) değil de, o fâilin mekân, zaman, sebep gibi alâkası bulunduğu bir şeye isnad edilmesi demektir. Bu edebî sanata göre, meselâ “Yeryüzü ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman…”(Zilzâl,2) âyetinde, ağırlıkları dışarı çıkaran Allah olduğu halde, fiil hakiki fâile değil, fiilin mekânına isnad edilmiş ancak Allah murad edilmiştir. İşte özellikle sûfîler de, kendisiyle istiğâse edilen zâtın hakiki fâil değil, hakikatte yardım edenin Allah olduğuna inandıklarını ve Ondan istediklerini (ki aksi halde onlar da bunun açık bir şirk olduğunu kabul eder) söylemektedirler.[17]
Şüphesiz yapılan tevil, samimi duygu ve düşüncelerle istiğâsede bulunan muvahhid bir Müslümanın küfür veya şirke nisbet edilmemesi hususunda tabiî ki bizi ihtiyata sevketmelidir. Ne var ki Müslüman, Allahtan başkasının varlıklar üzerinde tesiri olabileceği izlenimini veren lafızlardan da kaçınmak zorundadır. Ayrıca selef devrinde başvurulmayan bu yolun, bir yöntem olarak benimsenmesi halinde, tevhidi sarsan şirke kapı aralamasından da endişe duyulmalıdır. Kişinin doğrudan Allahtan yardım istemesi, tehlikeli ve sıkıntılı zamanlarda sadece Ona sığınması, İslâm’ın itikad ve ibadet ilkeleri açısından tercih edilecek yegâne davranıştır. Bâzı kimselerin, sâlihlerin gıyablarında veya kabirlerini ziyâret esnâsında; “Ey filân zât! Bana şifâ ver! Benim şu ihtiyâcımı gider!” gibi sözlerle doğrudan doğruya kendilerinden talepte bulunmaları, türbelerin etrafırda toplanıp medet, şifa, imdat beklemeleri son derece yanlış ve şirke kapı aralayabilecek olan istigâse cümlesindendir. Şüphesiz bu tür istigâseler için birtakım teviller yapılabilirse de, gâyet hassas olan tevhîd akîdesinin özünü zedeleyebilecek bu ve benzeri câhilâne hareketlerden şiddetle sakınılmalıdır. Müşkillerin bertaraf edilmesinde, kâinâtın sevk ve idâresinde, Allâh’tan gayrısının mutlak tasarrufunun bulunabileceği intibâını veren bu nevî ifâdeler, aslâ kullanılmamalıdır .
İstigâse ve istimdâd hakkındaki açıklamalardan sonra asıl konumuz olan tevessül ve vesileye geçelim: Yaratılışı itibariyle insan, hem biyolojik hem de psikolojik bakımdan âciz ve zayıf bir varlıktır. Özellikle yaşanan sıkıntı ve çaresizlikten kurtulup huzur ve gönül rahatlığı içinde yaşamak için maddi-manevî bir vesile aramak, insanın yapısında var olan bir duygu ve düşüncedir. Bütün nevileriyle tevessülün, bu duygu ve düşüncenin birer tezahürü olarak ortaya çıktığını söylemek yanlış olmasa gerektir.[18]
Tevessül’ Arap dilinde ‘vesile’den gelen bir kelimedir. Vesile ise Arapça’da hacet/ihtiyaç anlamında kullanılmıştır. Nitekim Antere bir şiirinde vesile kelimesiyle ihtiyaç (hâcet) anlamını kastetmiştir. Vesile kelimesine çoğu kaynaklarda ise yakınlık anlamı verilmiştir. Bazı Arap dili sözlüklerinde “vesile” için özet olarak şu anlamlar verilmektedir: Sultanın yanındaki makam, derece, yakınlık. Meselâ: “Vesele Fulânun ilallâhi vesîleten”denildiği zaman “kişi Allah’a yaklaşabildiği bir iş yaptı” anlamı kastedilir. Diğer bir deyimle vesile, kendisiyle başkasına yaklaşılan şeydir. Çoğulu, “vüsül” ve “vesâil” gelir. Hadîslerde ise bu kelimeyle Allah’a yakınlık, bir kavle göre şefaat, bir diğer görüşe göre de cennetteki konaklardan biri kastedilmiştir.[19]
Râğıb el-Isfahânî’ye göre, vesile, bir şeye istekli ve arzulu olarak ulaşmaya gayret etmektir. Bu kelime, yani vesile, sad harfiyle yazılan vasîle’den daha özel bir anlama sahiptir. Çünkü vesile kelimesinde arzu ve rağbet anlamı mevcuttur.[20]
‘Vesile’den türetilen ve kavramlaşan ‘Tevessül’ün terim anlamı ise; Allah katında kıymet ve makam sahibi olan birini/birşeyi, duanın kabulü için vesile kılmaktır. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarını, Allah ve Resulü’ne olan imanı, sâlih amelleri, Peygamberleri ve salih zatları vesile kılmaktır.[21]
A) KUR’ÂN-I KERİM’DE TEVESSÜL
Kur’ân-ı Kerim’de vesile kavramı iki âyette geçmektedir. Bunlardan birincisi “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve Ona yaklaşmaya yol arayın (Mâide Sûresi, 35) âyetidir. Bu âyetin tefsirini yapan müfessirler, ‘Vesîle’yi, Allah ın rızasını kazanmak, Allah’a yakınlığa sebep olan şeyler, kendisi ile Allah a yaklaşılan ibadet ve taatlar ile terk edilen kötü davranışlar olarak yorumlamışlardır.[22] Fahreddin Râzî buna ilâveten şöyle bir açıklama yapar: “Allah’a isyan etmeyin ve O’na taati vesile edinin. Yahudiler babalarının yaptıkları ile övünürlerdi. Siz müminler olarak, salih amellerinizle iftihar edin, daha önceki babalarınızın ve geçmiş atalarınızın şerefi ile övünmeyin.”[23]
Şevkânî, vesileyi takvayı doğrulayan, tasdik eden, kulların Allah’a yaklaşmak için hayırlı, iyi işler yapması ve Allah’a yakınlık olarak değerlendirir.[24] Hâfız İbn Kesir de şunu kaydediyor: “O’na vesile arayın” İbn Abbas (r.a) dan “yaklaşma” diye nakledilmiştir. Mücahid, Ebû Vail el-Hasen, Katâde, Abdullah b. Kesîr, Süddî, İbn Zeyd ve daha bir çok kişi aynı görüşü paylaşıyor. Katâde âyeti şu şekilde tefsir eder: O’na boyun eğerek ve onu hoşnud edecek ameller işleyerek ona yaklaşın. Mezkûr imamların söylemek istedikleri de budur ve bu konuda müfessirler arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur.[25]
Vesîle kelimesini ihtiva eden ikinci âyet ise: “Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine vesile ararlar.”( İsrâ suresi, 57) âyetidir. Burada vesile Allah’a yaklaşmak için, O’na yakınlığından istifade edilmek istenen şey anlamında kullanılmaktadır. İbn Mes ud (r.a) şöyle açıklar: “(Âyet) bir grup Arap hakkında nâzil oldu. Bunlar bir kısım cinlere tapıyorlardı. Cinler Müslüman oldular. Onlara tapmakta olan insanlar ise (bunu) anlamıyorlar. Diğer bir rivâyette ise “insanlar cinlere ibâdeti bırakmadılar” diye geçer. (Müslim, Tefsir, 28, 29, 30; Buhârî, Tefsir, 7).”
Hafız İbn Hacer ise şöyle açıklar: “Cinlere ibâdet etmekte olan insanlar yine onlara tapmaya devam ettiler. Oysa ki cinler artık Müslüman olduklarından ve onlarda rablerine vesile aradıklarından dolayı bundan razı olmuyorlardı. İbn Hacer, “Vesile’den kasıt, kurbettir” der (Fethu’l Bârî, VIII, 249). el-Mu’ cemu l Vasît te kurbet şöyle tanınırladır: “İyi ameller işlenerek kendisi ile Allah’a yaklaşılabilen”dir.Ayetin yorumunda; Hıristiyan ve Yahudiler ile diğer müşriklerin ilâh diye yalvardığı İsa, Meryem, Uzeyr, melek, ve cin gibi mahlukların da Allah a yakınlık için vesile aramalarına rağmen, o müşriklerin bunların ilâh olduğunu nasıl düşünebildiği sorgulanmakta, Allah’ın dışında, putları vesile edinmenin uygun olmadığı ifade edilmektedir.”[26]
B) HADİSLERDE TEVESSÜL
Kur’ân da olduğu gibi, Rasulullah efendimizin hadislerinde de tevessül ile ilgili sahih haberler mevcuttur. Kur’ân da mümkün görülen salih amelle vesileye ek olarak, hadislerde şahısların da vesile olabileceğine yer verilmiştir. Konu ile ilgili hadisleri şu şekilde sıralayabiliriz[27]:
a) Enes b. Mâlik (r.a.) anlatıyor: Halk kıtlığa maruz kaldığında Ömer b. el-Hattâb (r.a.), Abbas b. Abdilmuttalib ile istiskâda bulunarak: “Allâhım! Peygamberimiz ile sana tevessül ederdik de bize yağmur verirdin. (Şimdi ise) Peygamberimizin amcası ile sana tevessül ediyoruz, bize yağmur ver!” derdi. Bunun üzerine yağmur yağar ve halk suya kavuşmuş olurdu.[28]
Hz.Ömer’in hilafeti zamanında gerçekleşen bu hadiseyi bir de İbn Abdilber’in nakline göre okuyalım: Hz. Ömer istiskâda bulunmak üzere Abbâs’ı da yanına alarak (musallâya) çıktı ve şöyle dedi: “Allâhım! Biz, Peygamberimizin amcası ile sana yaklaşıyor (tekarrub) ve onun şefaatçi olmasını diliyoruz (istişfâ). Peygamberin için onu gözet! Nitekim sen, ana babasının iyilik ve salâhı sebebiyle iki (yetim) çocuğu gözetmiştin. Biz, istiğfar ve istişfâ ederek sana geldik!”. Sonra Hz. Ömer insanlara yönelerek şöyle seslendi: Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O çok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki) üzerinize bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!”. Sonra da Abbas ayağa kalkarak duâ etti. Abbâs’ın gözleri yaşla doluydu. (Bu vesileyle Allâh’ın yağmur ihsan etmesinden sonra) halk, “Seni tebrik ediyoruz, ey Haremeyn sâkîsi!” diyerek Abbâs’a ellerini sürmeye başladı.[29]
b) Osman b. Huneyf (r.a.) anlatıyor: Gözleri görmeyen bir adam Peygambere (s.a.) gelerek: Yâ Rasûlallah! Gözlerimi iyileştirmesi için Allâh’a duâ et, dedi. Rasûlullah (s.a.):İstersen duâ edeyim, istersen sabredersin! Sabretmek senin için hayırlıdır, buyurdu. Adam: Allâh’a duâ buyur (da gözlerim açılsın!) deyince, Rasûlullah (s.a.) onun, gereği gibi abdest almasını ve şu duâyı yapmasını emretti: “Allâh’ım! Peygamberin; rahmet peygamberi Muhammed ile senden istiyor ve sana yöneliyorum. Şu hâcetimin yerine getirilmesinde (gözlerimin açılmasında) ben seninle (Peygamber ile) Rabbime yöneldim. Allâh’ım, onu benim hakkımda şefaatçi kıl (onun hürmetine duamı kabul buyur!)” . Adam (söyleneni) yaptı ve şifa buldu.”[30]
Bu hadisin râvisi olan sahabeden Osman b. Huneyf’den, Hz. Osman’ın hilâfet devrinde meydana gelen hadise şudur:
Bir adam, bir hâceti için Hz. Osman’a gelir giderdi. Fakat Hz. Osman ona aldırış etmezdi. Derken adam Osman b. Huneyf’le karşılaştı ve durumu ona arz etti. Bunun üzerine Osman b. Huneyf ona şunları söyledi: Su kabını getir ve abdest al. Sonra mescide git ve iki rekât namaz kıl. Sonra da, “Allâh’ım! Peygamberimiz, rahmet peygamberi Muhammed ile senden istiyor ve sana yöneliyorum. Yâ Muhammed! Seninle hâcetimin yerine getirilmesi için Rabbime yöneliyorum” diye söyle ve ihtiyacını arz et. Sonra bana gel de beraber (Hz. Osman’a) gidelim! Nihayet adam gitti ve onun kendisine söylediklerini yaptı. Sonra Hz. Osman’ın kapısına geldi. Kapıcı gelip adamın elinden tutarak Hz. Osman’ın huzuruna götürdü ve onu sergi üzerine Hz. Osman’ın yanına oturttu. Hz. Osman: Nedir hâcetin? diye sordu. Adam hâcetini söyledi ve Hz. Osman da onun işini gördü. Sonra Hz. Osman, şu vakte kadar senin hâcetini hatırlamamıştım, bundan böyle bir işin olursa bize gel! dedi. Adam Hz. Osman’ın huzurundan ayrıldıktan sonra Osman b. Huneyfle karşılaştı ve ona: Allah seni hayırla mükâfatlandırsın (Rabbim senden râzı olsun!). Benim hakkımda sen Hz. Osman’la konuşana kadar işime bakmıyordu, dedi. Osman b. Huneyf de: Vallâhi, senin hakkında Hz. Osman’la görüşüp konuşmamıştım. Ancak âmâ bir adamın Peygambere (s.a.) gelerek duyduğu rahatsızlıktan şikayeti üzerine Rasûlullâh’ın ona “Sabreder misin?” dediğine şâhit oldum. Adam: Yâ Rasûlallah! Yanımda (elimden tutarak) beni götürecek kimse yok! Bu ise benim için hakikaten çok meşakkatli olmaktadır, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):Su kabını getir ve abdest al. Sonra iki rekat namaz kıl. Daha sonra da şu şekilde duâ et, buyurdu. Osman b. Huneyf diyor ki: Vallâhi biz henüz ayrılmamıştık, aramızdaki konuşma uzamıştı. Derken o âmâ adam geldi. Sanki onda hiçbir rahatsızlık olmamıştı (daha önce âmâ değildi) .[31]
c) Ümeyye b. Abdillah b. Hâlid b. Esîd diyor ki: “Rasûlullah (s.a.), muhâcirlerin fakirleri ile (Allahtan) zafer isterdi”[32
d) Ebû Saîd el-Hudrîden rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Kim namaz kılmak üzere evinden çıkar ve ‘Allâh’ım, senden isteyenlerin senin katındaki hakkı için senden diliyorum. Şu yürüyüşüm hakkı için senden diliyorum. Zira ben ne büyüklenmek, ne de kendini beğenmek için ve ne gösteriş ne de duyurmak için çıktım. Ben yalnız senin gazabından sakınmak ve senin rızânı aramak için çıktım. Ben senden beni ateşten kurtarmanı ve günahlarımı bağışlamanı istiyorum. Çünkü günahları ancak sen bağışlarsın! derse, Allah ona rızâsıyla yönelir ve ona yetmişbin melek istiğfar eder”.[33]
e) Ebû Ümâme el-Bâhilî diyor ki: Rasûlullah (s.a.) sabah akşam şöyle duâ ederdi: “Allâhım! Anılmaya en lâyık olan sensin… Sana ait olan her hak için ve senden isteyenlerin hakkı için senden bu sabah ve akşam vaktinde beni kabul buyurmanı ve kudretinle beni cehennemden korumanı istiyorum!”.[34
f) Enes b. Mâlik diyor ki: Ali b. Ebî Tâlib’in annesi Fâtıma bint Esed vefat ettiğinde Rasûlullah (s.a.) yanına girerek onun başucunda oturmuş ve şöyle buyurmuştur:“Allah sana rahmet eylesin anneciğim! Sen benim ikinci annem idin. Kendin aç kalır, beni doyururdun. Kendin açık durur, beni giydirirdin. Güzel yiyeceklerden kendini alıkoyar, bana tattırırdın. Böyle yapmakla da hep Allâhın rızâsını ve âhiret yurdunu gözetirdin”. Sonra Rasûlullah (s.a.) onun üç defa gasledilmesini emretti… Sonra da kabir kazmaları için Üsâme b. Zeyd, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ömer b. el-Hattâb ve zenci bir genci çağırdı. Onlar kabrini kazdılar. Lahide ulaştıklarında ise Rasûlullah (s.a.) onu eliyle kazdı ve toprağını yine eliyle çıkardı. Kazı işi bittiğinde, Rasûlullah (s.a.) kabrin içine girdi ve orada yan yatarak şöyle buyurdu: “Dirilten ve öldüren Allahtır. Hiç ölmeyen diridir O. Rabbim! Annem Fâtıma bint Esed’i mağfiret eyle. Hüccetini (kelime-i tevhidi) ona telkin et ve onun kabrini geniş rahat kıl! Peygamberinin ve benden önceki peygamberlerin hakkı için duâmı kabul buyur. Şüphesiz sen merhametlilerin en merhametlisisin!”. Nihayet Rasûlullah (s.a.) cenaze için dört tekbir getirdi ve onu kendisi, Abbas ve Ebû Bekir es-Sıddîk kabre koydular .[35]
g) Abdullah b. Mesûddan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Sizden birinizin hayvanı ıssız bir yerde çölde aniden boşanıp gittiği zaman, ‘Ey Allâhın kulları, (hayvanımı) tutunuz! diye nidâ etsin. Çünkü yeryüzünde Allâhın hazır kulu vardır, onu sizin için tutacaktır”.[36]
ğ) Hz. Âişe diyor ki: Ben Rasûlullâhın (s.a.) şöyle dediğini işittim: “Allâhım! Ben senin tâhir, tayyib, mübârek ve sana en sevimli olan isminle senden diliyorum. O isim ki, onunla sana duâ edildiğinde icâbet edersin, onunla senden istendiği zaman verirsin, onunla senden merhamet talep edildiğinde rahmet edersin ve sıkıntıdan kurtulmak için onunla senden yardım dilendiği zaman çıkış yolu genişlik verirsin!”.[37]
ı) Abdullah b. Ömer’den rivâyet edildiğine göre Peygamber (s.a.), geçmiş ümmetlerden yolculuğa çıkan üç kişinin durumunu şöyle haber verir: “Sizden evvelki gelip geçen ümmetlerden üç kişilik bir topluluk yürüyüp giderlerken birden kendilerini bir yağmur yakaladı. Hemen bir mağaraya sığındılar. Akabinde mağaranın çıkışı, büyük bir kaya ile bunların üzerine kapandı. Bunlar birbirlerine: Şurası muhakkak, vallahi ey şu mağara içinde bulunanlar! Sizi buradan doğruluktan başka bir şey kurtaramaz. Onun için sizden her bir kişi doğru söylediğini bildiği bir şeyle Allah’a dua etsin, dediler. Bunlardan birisi: Ey Allah’ım! Katî olarak bilmektesin ki benim ücretli bir işçim vardı, o bana üç sâ[38] ölçeği pirinç karşılığı çalışıyordu. Bu işçi hak ettiği ücreti almadan bırakıp gitti. Ben bu ücret pirincini alıp ektim ve iyi mahsûl oldu. Onu satıp parasıyla bir sığır satın aldım. Bir müddet sonra o işçi bana gelip ücretini istedi. Ben de ona: Şu sığırları alıp önüne kat da sür git, dedim. O kişi: benim, senin yanında üç sâ ölçeği pirinç hakkım var, dedi. Ben yine ona: Şu sığırları al. Zira onlar senin o üç sâ ölçeği pirincin ücretinden çoğaldılar, dedim. İşçi onları sürüp gitti. Ey Allah’ım, Sen bilmektesin ki, ben bunu senin haşyetinden ötürü böyle yaptım. Onun hatırına bizden şu kayayı aç! diye dua etti. Kaya onların üzerinden biraz açıldı. Diğer biri de, Ya Allah! Şüphesiz Sen bilmektesin ki, benim ihtiyar anamla babam vardı. Ben her gece bunlara koyunlarımın sütünden getirip içirirdim. Bir gece bir engel sebebiyle bunlara süt getirmekte geciktim. Geldiğim de bunlar uyumuşlardı. Ailem ve çocuklarım açlıktan feryat ediyorlardı. Fakat ben, anam ve baham süt içmeden çocuklarıma içiremezdim. Ancak onları uyandırmaya da kıyamadım. Süt tasını bırakayım da onlar uyanınca içsinler de diyemedim. Süt tası elimde sabaha kadar bekledim. Allah’ım, Sen bilmektesin ki, ben bunu sırf senin haşyetinden dolayı yaptım. Bizden bu sıkıntıyı gider! dedi. Akabinde kaya biraz daha açıldı, hatta gökyüzünü bile gördüler. Üçüncüsü de:Ya Allah! Sen kesin olarak biliyorsun ki, benim bir amcakızım, vardı. O bana insanların en sevgilisi idi. Ona sahip olmak istedim, fakat o benden çekindi. Ancak kendisine yüz dinar getirmemi söyledi. Ben bu yüz altını zar zor kazandım ve kendisine getirip verdim. O da kendini bana teslim etti. Ben o yasak, fiili tam işleyeceğim sırada kız, Allah tan kork! Yaratıcı kudretin bekâret mührünü bozma. O mühür ancak bir hakla, yani nikâhla açılır, dedi. Bu sözü üzerine ben üstünden kalktım, yüz dinarı da ona bıraktım. Şüphesiz Sen bilmektesin ki, ben bunu ancak Senden korktuğum için böyle yaptım. Bu kaya belâsından bizi kurtar! dedi. Bu dua biter bitmez Allah Teâla mağaranın önünü açtı, onlar da çıkıp gittiler.”[39]
i) Enes bin Mâlik’ten rivâyet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) bir cuma günü hutbe irad ederken birisi geldi ve şöyle seslendi: Yâ Rasûlallah! Mallarımız hayvanlarımız mahvoldu, her taraf kurudu. Allâha duâ ediver yağmur yağsın! Bu talep üzerine Rasûlullah (s.a.) ellerini kaldırarak: Allâh’ım bize yağmur yağdır, Allâh’ım bize yağmur yağdır! diye duâ etti. Ortada hiç bulut yokken yağmur yağmaya başladı. Ertesi cuma o adam ayağa kalkarak: Yâ Rasûlallah! Yağmurun çok yağmasından evler yıkılmaya, yollar bozulmaya ve mallar hayvanlar sel altında kalmaya başladı. Bize duâ buyur! dedi. Rasûlullah (s.a.) da tebessüm ederek ellerini kaldırdı ve: Allâh’ım, üzerimize değil, etrafımıza (dağ başlarına ve tepelere) yağmur yağdır! diye duâ etti. Bunun üzerine yağmur kesildi.[40]
k) Peygamber (s.a.), umre yapmak için kendisinden izin isteyen Hz. Ömer’e: Bizi de duâdan unutma kardeşim! demiştir.[41]
l) Ömer, Rasûlullâh’ın (s.a.) şöyle buyurduğunu söylemektedir: “Size Yemenden Üveys[42] isminde bir adam gelecek. O, Yemende annesinden başka kimse bırakmayacak. Onda bir beyazlık vardı. Allâh’a duâ etti de onu kendisinden giderdi, yalnız dinar veya dirhem yeri kadar (ondan iz) kaldı. Artık sizden kim onunla karşılaşırsa, sizin için o mağfiret talebinde bulunsun!”. [43]
m) Mâlik ed-Dâr -ki o Hz. Ömerin haznedârı idi- anlatıyor: Hz. Ömer devrinde halk şiddetli bir kıtlığa maruz kalmıştı. Derken bir adam Peygamberin (s.a.) kabrine gelerek:Yâ Rasûlallâh! Ümmetin için yağmur yağmasını iste. Zira onlar helak oldular! dedi. Bunun üzerine rüyasında adama şöyle denildi: Ömere git, ona selam götür, halkın suya kavuşacağını haber ver ve ona şunu söyle: “Senin vazifen, iyi muamelede bulunmak, muvazeneli ve güzel hareket etmektir”. Adam derhal giderek durumu Ömer’e bildirdi. Bunun üzerine Ömer ağladı ve sonra da: Rabbim! Üstesinden gelemediğim şeyler hariç, çaba sarf etmekten geri durmuyor ve elimden geleni yapıyorum! dedi .[44]
n) Ebû Mansûr es-Sabbâğın da bulunduğu bir grup âlim, el-Utbîden şu meşhur kıssayı nakleder. el-Utbî anlatıyor: Peygamberin (s.a.) kabri yanında oturuyordum. Derken bir bedevi gelerek, selam sana ya Rasûlallah! dedi ve şöyle devam etti: Ben Allah Teâlâ’nın, “Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allahtan mağfiret dileseler ve Rasûl de onlar için mağfiret talebinde bulunsaydı, Allâh’ı çok affedici ve esirgeyici bulurlardı” buyurduğunu işittim. İşte günahlarımdan tevbe edip mağfiret dileyerek ve benim için Rabbime şefâatte bulunmanı isteyerek sana geldim, dedi. Sonra bir şiir okudu ve oradan ayrıldı. O esnada bana bir uyku bastı. Rüyamda Peygamberi (s.a.) gördüm. Bana, “Ey Utbî, bedevîye yetiş ve Allâh’ın onu bağışladığını kendisine müjdele!” buyurdu.[45]
o) Ebul-Cevzâ Evs b. Abdillah anlatıyor: Medine halkı şiddetli bir kıtlığa maruz kalmıştı. Onlar Hz.Âişe’ye gelerek durumdan yakındılar. Bunun üzerine Hz.Âişe: Peygamberin (s.a.) kabrine bakın, ondan semaya doğru bir delik açın. Onunla sema arasında da hiçbir tavan engel olmasın! dedi. Onlar da hemen dediğini yaptılar. Bunun üzerine bize öyle bol yağmur yağdı ki, otlar yeşerdi, develer yağdan çatlarcasına semizleşti. Bundan dolayı o yıla çatlama mânasına gelen âmul-fetk adı verildi.[46]
ö) Muâviye b. Ebî Süfyan (r.a) zamanında şiddetli bir kuraklık olmuştu. Muâviye (r.a) Şamlılarla birlikte yağmur duası yapmak için minbere çıktı ve oturduğu zaman Yezîd b. el-Esved el-Cüreşî[47]’nin nerede olduğunu sordu. Orada bulunanlar Yezîd b. el-Esved’i çağırdılar. Geldiğinde Muâviye (r.a) ona minbere çıkmasını söyledi. Yezîd b. el-Esved minbere çıktı ve Muâviye (r.a) ın ayaklarının yanına oturdu. Akabinde Muâviye (r.a) şöyle dua etti: “Allah’ım! Bugün en hayırlımız ve en efdalimiz olan kişiyi bizim için sana aracı yapıyoruz. Allah’ım! Yezîd b. el-Esved el-Cüreşî yi bizim için sana aracı yapıyoruz. Ey Yezîd, ellerini kaldır!” Bunun üzerine Yezîd b. el-Esved ellerini kaldırdı; orada bulunanlar da ellerini kaldırdılar. Hemen oracıkta batı tarafından bir bulut beliriverdi ve bir rüzgâr çıktı. Ardından da öyle bir yağmur yağdı ki, neredeyse insanlar evlerine ulaşamayacaktı.[48]
VESÎLE VE TEVESSÜLLE İLGİLİ ÂLİMLERİMİZİN GÖRÜŞLERİ
İslâm âlimleri tevessül ve vesile konusunda farklı görüşler taşımakla birlikte, şu üç çeşit vesîle anlayışını ittifakla kabul ederler. Zira bu tür vesilelerle ilgili olarak hem Kur’ân da hem de hadislerde örnekler ve tavsiyeler bulunmaktadır:
1) Allah’a Esmaül-Hüsnâsı (Güzel İsimleri) ve Yüce Sıfatları ile Tevessül: Allah’a güzel isimleri ve yüce sıfatlarıyla tevessül, mü’min kul için en yararlı, en büyük ve en hayırlı vesilelerdendir. Zira mümin kul, duasında boş çıkmaz ve Rabbinin icabetinden mahrum kalmaz. Bu konudaki delillerden biri şu âyettir: “Güzel isimler Allah’ındır. Onlarla Allah’a dua edin ve Allah’ın isimlerinde ilhada sapanları bırakın. Onlar, yaptıklarının karşılığını göreceklerdir.”( Araf, 180)
Sünnetteki delil ise Allah Resûlünün sallallahu aleyhi ve sellemin şu sözüdür: “Tasası çoğalan desin ki: ‘Allah’ım! Şüphesiz ben senin Kulunum. Kulunun oğluyum. Alnım (kaderim) elindedir. Hakkımda senin hükmün geçerlidir. Hakkımda kazâ buyurduğun adalettir. Nefsini isimlendirdiğin, bir yarattığına bildirdiğin kitabında indirdiğin veya katındaki gayb ilmine sakladığın tüm isimlerinle Senden, Kur’ânı kalbimin baharı, göğsümün nuru, hüznümün gidericisi, tasamın gidişi kılmanı isterim’ desin. Allah, bu kimsenin hüznünü ve tasasını giderir ve yerine sevinç verir.”[49]
2) Salih Amelle Tevessül: Bir Müslüman’ın “Allah’ım! Sana olan imanım, Rasûlüne duyduğum sevgi ve inançla beni rahata erdirmeni senden dilerim” demesi bu türdendir. Kulun; namaz, oruç, cihad, Kur’an tilaveti, zikir, istiğfar, hayır işleyip haramdan sakınmak gibi sâlih amellerle Allaha yakınlık aramasıdır. Buna delil olarak: “Derler ki -Rabbimiz! İman ettik. Günahlarımızı bağışla ve bizi cehennem azabından koru…”( Âli-İmrân, 16) ayetini verebiliriz. Sünnetten getirilecek delil ise yukarıda zikrettiğimiz mağara ashabının kıssasıdır.
3) Salih Kimselerin Dualarıyla Tevessül: Kul dara düştüğünde kendini Allaha karşı günahkâr hissederek sâlih bir kimsenin duasını talep edebilir. Ancak bu kimse itikadı düzgün, ilim ve takva sahibi bir kimse olmalıdır. Bu tevessül türüne delil olarak: “Rabbimiz! Bizi ve imanda bizi geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla!”( Haşr, 10) ayeti verilebilir. Ayrıca Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellemin: “Müminin, Müslüman bir kimsenin gıyabında kardeşi için yapmış olduğu dua kabul edilir”[50] hadisi de bu tevessül türüne delildir.
Bu üç çeşit meşru vesîle (tevessül ) dışındaki hususlarda (Peygamberler ve sâlihlerin Allah nezdindeki mertebesi ile tevessül, Peygamberler ve sâlihlerin Allah nezdindeki hakkı ile tevessül ve Vefatından sonra Peygamberler ve sâlihlerle tevessül vb.) farklı yorumlar yapılmış; İbn Teymiyye ve onun açtığı çığırı devam ettiren âlimler, söz konusu tevessül çeşitlerini kabul etmeyip -en azından- bidat olduğunu ifade ederlerken; Takıyyüddîn es-Sübkî ve onun çizgisini takip eden âlimler de söz konusu tevessül çeşitlerini kabul, hatta tavsiye etmişlerdir.
Zât ile tevessül konusunda taraflar arasındaki anlaşmazlığın temel sebeplerinden birisi, tevessül telakkisi yani, bir kavram olarak tevessülün yüklendiği mâna ve onun ifade ettiği espridir. Zat ile tevessül konusunda her iki tarafında sahih olduğunda ittifak ettikleri meşhur hadisi burada tekrar zikredelim:
“ Enes b. Mâlik (r.a.) anlatıyor: Halk kıtlığa maruz kaldığında Ömer b. el-Hattâb (r.a.), Abbas b. Abdilmuttalib ile istiskâda bulunarak: Allâh’ım! Peygamberimiz ile sana tevessül ederdik de bize yağmur verirdin. (Şimdi ise) Peygamberimizin amcası ile sana tevessül ediyoruz, bize yağmur ver! derdi. Bunun üzerine yağmur yağar ve halk suya kavuşmuş olurdu .”
Vefatından sonra zât ile şahısla tevessülü kabul etmeyenler hadisi tevile tâbi tutmuşlar, hadis metninde geçen “Peygamberimiz ile …” (bi nebiyyinâ) ve “Peygamberimizin amcası ile …” (bi ammi nebiyyinâ) terkiplerinde duâ ve şefâat kelimelerini takdir ederek bunun, “Peygamberimizin amcasının duâsıyla …” (bi duâi ammi nebiyyinâ) mânasına geldiğini, bu yüzden de Hz. Ömer’in Peygamber ile tevessülü bırakarak amcası Abbas ile tevessülde bulunduğunu ve bunun zât ile değil, duâ nitelikli bir tevessül çeşidi olduğunu ifade etmişlerdir. Onlara göre, evlâ konumda olan Hz. Peygamber yerine Abbas ile tevessül edilmesi, sağlığında iken Hz. Peygamber ile yapılan tevessülün artık vefatıyla imkânsız hâle geldiğini de göstermektedir. [51]
Zât ile tevessülü kabul edenler ise, Hz. Ömer’in sözünü tevil etmeksizin metnin açık ifadesini dikkate almışlardır. Nitekim onları temsil eden âlimlerden Kevserî, konu hakkında özetle şu bilgiyi vermektedir: “Bu rivâyet, sahâbenin sahâbe (Abbâs’ın şahsı) ile tevessülünü gösteren açık bir delildir. Hz. Ömer’in, “Biz Peygamberimiz ile sana tevessül ederdik” ifadesi sahâbenin, hem hayatta iken hem de vefatından sonra (Hz. Ömer devrinde vuku bulan) kuraklık ve kıtlık yılına (âmur-ramâde) kadar Peygamber ile tevessülde bulunduklarını ortaya koymaktadır. Peygamber ile tevessülü vefat öncesine tahsis etmek, hevâdan kaynaklanan bir eksikliktir. Ayrıca bu, hadisin metnini tahrif etmek ve mesnedi olmayan bir tevil demektir. İstiskâ esnasında Hz. Ömer’in Abbâs’a yönelmesinden hareketle, vefatından sonra Peygamber ile tevessülü inkâra yeltenen kimse, muhal ve beyhude bir işe girişmiş ve kalbinden geçmemiş olan bir şeyi Hz. Ömer’e nisbet etmiş olur.”[52]
Müfessir Âlûsî der ki: “Hayatta olan birisinden dua etmesini istemek caizdir. Fakat ölü birisinden dua, yardım vs. istemek veya bu durumdaki birisini duada aracı olarak zikretmek caiz değildir. Bunu daha önce seleften hiçbir kimse yapmamıştır. Kabir ziyaretinin meşru dairede yapılmasında bir sakınca yoktur. Fakat kabirde yatan her kim olursa olsun, ondan medet ummak kesinlikle İslam’a zıttır. Yalnız burada Rasulullah’ı diğer insanlardan ayırmak gerekir. Onun ölü veya sağ olması durumunda onunla tevessül olabilir. Fakat bu tevessül, onun şefaatini ve duasını istemek şeklinde olmalıdır. İkinci bir şart da, yine bu tevessülün Rasulullah’ın kabrinin başında yapılmamasıdır. Ama duaların en güzeli, Rasulullah da olsa hiçbir kimseyi arada zikretmeden direkt Allah’a yapılanıdır.”[53]
Netice olarak başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğuna göre göre ( İmam Nevevi, Bedreddin Aynî, îbn Hacer , İmam Subki, Şevkânî , Âlûsî, Gumârî, Kevserî ve Saîd Havvâ gibi) Hz. Peygamber in sağlığında ve vefatından sonra onu vesîle edinmek caizdir, Hz. Peygamber ile tevessül edildiği gibi, diğer peygamberlerle de tevessül edilebilir. [54]
MEZARDAKİLERLE TEVESSÜL
Kabirleri ziyaret edenlerden bazıları “Allah’ım burada yatan büyük zatın yüzü suyu hürmetine duamı kabul et” diye dua etmekteler. Mesela ‘Ya Rabbi, Abdulkadir Geylani hazretlerinin yüzü suyu hürmetine duamı kabul buyur’ şeklinde dua edilmekte. “Filan kulunun (peygamberin, şeyhin, velînin…) başı, hatırı, nezdindeki yeri… için bana şunu ver, lütfet, şu dileğimi kabul buyur…” denirse bu şirk olur mu? Şirk olmazsa meşru mudur, faydası var mıdır?
Yazımızın bu bölümünde bu sorulara cevap bulmaya çalışacağız: En çok tartışılan ve sert eleştirilerin konusu olan ruhlarla tevessül, özellikle sâlih/iyi insan olduğu kabul edilen kişilerin ruhlarıyla yapılan tevessüldür. Denilebilir ki, tevessül denilince genelde onun bu türü anlaşılmaktadır. Ruhlarla tevessül, kabirlere gidilerek, burada iyi olduğu kabul edilen insanların ruhlarının hürmetine Allah’tan yardım talep etme, yahut duâ etmek için özellikle türbelerin tercihi veya onların eşyaları ile teberrük gibi birkaç şekilde icrâ edilmektedir.
Ruhlarla tevessül kabir ziyâretine bağlı olarak çıkmış bir olgudur. Ancak, ruhlarla tevessülün meşrûluğu, Tevhid yönüyle Müslümanlar açısından tartıtışılagelmiştir. Bu anlayışın çıkış kaynağı bazı mezarlara kudsiyet atfetme ve özellikle bazı sâlih insanlara âit kabirlerin çevrelerinin maddî ve mânevî musîbetlerden kurtuluş yeri olarak telâkkî edilmesi olmuştur. Bu da ruhlarla tevessül olarak isimlendirilen bir anlayışın doğmasına sebep teşkil etmiştir.
Tevessülün önemli icra alanlarından birisi kabirlerdir. Asr-ı Saadet’te Hz. Peygamber’in öğrettiği şekilde kabir ziyareti yapılırdı. Kabristana edep içinde girilir, oradakilere toplu selam verilir, kabirlerde
yatanlara dualar edilir hatta dirilere bile dualar edilirdi. Kısaca ziyaretlerin gayesi ölülerin affını istemek ve onlardan ibret almaktı. Yani kimse kendi menfaati için oralarda dua etmediği gibi, orda yatandan da herhangi bir talepte bulunmazdı. Böyle bir ihtiyacı var ise ya kendisi dua eder veya Rasulullah’a baş vurur, ondan dua etmesini isterdi. Sahabenin bu konudaki anlayışı çok saf olduğundan, kabirde yatandan meded isteme veya onun hürmetine isteme, orada duaların kabulünü dileme vs. konularında onların herhangi bir problemleri yoktu. Bu meselelere ait tartışmalar sahabe devrinden çok sonraları ortaya çıkmıştır.[55]
Sahabe devrindeki bu safiyetin daha sondaki dönemlerde yavaş yavaş bozulduğunu biliyoruz. Tasavvuf hareketinin başlaması ile bu konularda bir hayli tartışmalar yapılmıştır. Bu konuda yapılan tartışmalar birçok ihtilafları doğurmuş ve bu konuda farklı kanaatler meydana çıkmıştır:
a) Tasavvufçuların tamamı ve kendini Ehl-i Sünnet’e nispet eden bazı âlimlere göre, Ölümlerinden sonra da Allah’ın iyi kullarını diğer kulları hakkında vasıta kılması mümkündür. Zira tevessülle elde edilen sonucu yaratan Allah olduğundan kendisiyle tevessül edilen salih kulun diri veya ölü olması durumu değiştirmez, onlarda hiçbir ulûhiyet gücü yoktur, bu sebeple onlarla tevessül caizdir. İyi kullarla tevessülün sebebi onların Allah nezdindeki dereceleridir, ölümle birlikte dereceleri yok olmamakta, aksine ölünce ruhları dünya meşguliyetlerinden kurtulabildiği için sadece Allah’a teveccüh edip yükselmektedir. Dünyada eksik ruhları tamamlama görevi verilen iyi kulların bu fonksiyonunu öldükten sonra da sürdürmesi tabiidir. Sanıldığı gibi ölümle birlikte ruhlar yok olmamakta ve dünyadakinden daha açık bir şekilde algılamaya devam etmektedir.
Kur’an’da kâfirlerin kabir ashabından ümit kesmesinden ve ölenlerin nimet veya azap içinde bulunduklarından bahsedilmesi bunu kanıtlar. Ölülere selam verilmesi onların da ruhen buna mukabele etmelerini gerektirir. Bu itibarla yüce ve temiz ruhların kabirlerini ziyarete gelenlerin ruhlarıyla ilişki kurup onları hayır yönünde etkileyip nurlandırması mümkündür. Basiret ehlinin bu tür müşahedeler yaşadıkları nakledilmiştir. Nitekim Şâfiî Ebû Hanife’nin, İbn Huzeyme Ali er-Rıza’nın, Ebû Ali el-Hallâl de Musa Kazım’ın kabrine giderek tevessülde bulunmuştur. Fahreddin er-Râzî, Teftâzânî, Cürcânî gibi önemli âlimlerin bu tür tevessülü caiz görmesi ashaptan itibaren müslümanların uyguladıkları bu fiilin meşru bir temele dayandığını gösterir.[56]
Tasavvuf erbabı, bu gibi hususlarda, hiçbir mahzur görmemişler, hatta bunun lüzum ve faydasından bahsetmişlerdir. Onlara göre, resul ve velilerin kabirlerini ziyaret etmenin en önemli gayesi budur. En mühim ve en faydalı kabir ziyaret şekli de budur. Evliyaya dua ederek onlara faydalı olmak veya kabirlerinden ibret alarak istifade etmek, ekseriya türbe ve yatır ziyaretçilerinin aklından geçmez. Bütün türbelere, dergâhlara, âsitânelere, tekkelere, yatırlara ve tarikat ehline hâkim olan anlayış, düşünüş ve inanış budur. Tasavvuftan sağ ya da ölü şeyhlerin yeryüzündeki insanlar için, Allah katında şefaatçi ve yardımcı olacaklar inancı erken başlamıştır. Bütün tarikatlarca makbul bir veli sayılan Ma’ruf Kerhî (ö. h. 200), müridi Seriyyu’s-Sakatî’ye şöyle demiştir: “Allah’a bir ihtiyacın olursa, beni vasıta ve vesile kılarak iste. Allah’tan hacetini bana and içerek dile”[57] Sûfiler tıpkı diri mürşidler gibi ölü evliyanın ruhlarının sağ insanları terbiye ve irşad ettiklerine, bazı velilerin öldükten sonra da dünyada tasarrufta bulunduklarına, bu âlemdeki nizama ve hadiselere yön verdiklerine itikad ederler.
Tasavvuf ehline göre bazı ârifler, velînin vefatından sonra, hayatında olduğundan daha kuvvetli bir kerâmete sahip bulunduğunu ifâde etmişlerdir. Zira onlar mahlûk ile alâkayı kesmiş, rûhu sadece Yaratana yönelmiştir. Allah Teâlâ onunla tevessülde bulunanların isteklerini verir.[58] Bu kanaatin ispatı hususunda benimsenen temel prensiplerden birisi de budur. Sûfî inancına göre görünmeyen âlemin temsilcisi olan velîler (Ricâlu’l-gayb), bu dünyada oradan aldıkları bir misyonu (ilâhî görevi) yerine getirmektedirler. Bu velîler yaşayan bazı insanlar olabileceği gibi, âhirete intikal etmiş velîlerin ruhları da olabilir.[59]
Başı darda kalan bir müridin, “Yetiş ya pir, destur ya pir” diyerek, uzaklarda bulunan şeyhinden yardım istemesi, mürşidine rabıta yaparak manevî himayesine sığınması da söz konusu inançla ilgilidir. Denebilir ki, önemli ölçüde tasavvuf bu inançtır. Şeyhlerin ölü olarak evliyanın ruhlarıyla irtibat ve münasebet kurmaları, tarikat silsilelerine verilen önemde de kendisini göstermektedir. Bu meyanda; Tasavvufçular, evliya ve salihlerin bedenleri, bedenlerinden ayrılan ter, tükürük, sümük, kıl gibi şeyler, yiyip içtikleri, abdest aldıkları sulardan arda kalanlar veya bulundukları, oturdukları, dokundukları yerlerle mezar ve türbelerini teberrük etmek, bunlara el, yüz, göz sürüp şifa ve bereket umarak bunlar vasıtasıyla hayrın artmasını istemenin de doğru olduğunu savunmaktadırlar.
Bu hususta Şeyh Muhammed Emin şöyle diyor: “Şeyhten istemekle Allah’tan istemek arasında herhangi bir fark yoktur. Şeyhten istemek Allah’tan istemenin tıpkısıdır. [Ona bir yol arayın]. (Maide: 5/35) O yüzden Allah’tan bir şey isteyeceğiniz vakit önce şeyhten isteyiniz. Yani şeyhi Allah’la aranızda vasıta kılınız. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Şeyh Kâbe gibidir. Kâbe’ye doğru secde edilir. Ama secde Allah’ındır. Maksatları teberrük, yani onu kudsî kabul edip ondan bir hayır, bir fayda, bir uğur, bir bereket ummak olunca; halkın, evliyânın eşiğini ve kabirleri üzerine konulan tabutu öpmelerinde bir beis (bir mahzur /sakınca) yoktur, (öpebilirler). Bu işte onlara itiraz etmek de münasip değildir. [Yani Müslümanların öteden beri yapa geldikleri ve dinen de bir mahzuru olmayan bu ameli kabul etmeyerek, yaptıklarına engel olmaya çalışmak doğru bir davranış olmaz.] Çünkü onlar, her şeyi yapanın ve her işte hakiki müessirin (gerçek tesiri-etkisi olanın, yaratanın) Allah Teâlâ olduğuna inanırlar. Ve yine onlar bunu, Allah Teâlâ’nın sevdiklerine olan muhabbetlerinden dolayı yaparlar, (bir başka niyet veya düşünce ile değil).”[60]
b) Ehl-i Sünnet mensubu fıkıh ve hadis âlimleri, tasavvufçuların bu görüşlerini hiçbir zaman kabul etmemiş, daima tenkit konusu yapmıştır. Bunlardan bir kısmı, mutasavvıfları ağır ve sert, diğer kısmı yumuşak ve ölçülü bir biçimde tenkit etmişlerdir. Bu konuda Hanefî âlimlerden İbn Eb’il-İzz şöyle diyor: “Kişinin, Allah’tan başkasını duasının kabulüne sebep kılması ve onunla tevessülde bulunması caiz değildir… O şöyle demek ister: “Falanca senin salih kullarından olduğu için duamı kabul eyle.” Onun Allah‘ın salih kulu olmasıyla berikinin duası arasında ne ilgi, ne bağlantı olabilir? Bu, duada taşkınlık yapmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Rabbinize için için ve yalvararak dua edin. O, taşkınlık yapanları gerçekten sevmez.”(Araf 7/55)
Bu ve benzeri dualar, sonradan uydurulmuştur. Böyle bir dua ne Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemden, ne sahabeden, ne tabiînden, ne de imamların birinden aktarılmıştır. Allah hepsinden razı olsun. Bu, ancak cahillerin ve bazı tarikatçıların yazdığı tılsımlarda bulunabilir. ”[61]
Tevessül ve vesile denilince ilk akla gelen isimlerden birisi Şeyhulislam İbn Teymiyye[62]’nin görüşlerini nakledelim: “Meleklere yalvarmak meşru olmadığına göre, kendileri dua edip şefaatta bulunsalar bile vefat etmiş peygamberler ve sâlih kullara yakarmamız ve onlardan dua ve şefaat talep etmemiz, iki sebepten dolayı meşru değildir. Bu sebeplerden birincisi şudur: Onlar, kendilerinden talep olunmasa bile, bu konuda Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine emrettiğini yerine getirir, kendilerinden talep olunduğunda da, emrolunmadıklarını yapmazlar. Dolayısıyla onlardan istekte bulunmanın hiç bir faydası yoktur. İkincisi ise: Bu durumda onlara yakarma ve onlardan şefaat dileme onlarla şirke düşmeye neden olur; burada böyle bir tehlike vardır. Onlardan istenilen şeyin bir faydasının olacağı farz edilse bile bu tehlike daha ağır basmaktadır; bu istekte hiç bir yarar olmadığı zaman ise ne demek lâzım?! Yalnız hayattayken ve huzurlarında onlardan istekte bulunmak böyle olmayıp bunda tehlike yoktur. Çünkü onlar, insanları kendileri sebebiyle şirke düşmekten alıkorlar. Hatta bunda menfaat dahi vardır.
Kabirlerin yanında işlenen bid’atler de derece derecedir: Bunun şeriatten en uzak olanı: Ölüden yardım etmesini ve ihtiyaçlarının giderilmesini istemektir. Nitekim halkın birçoğu bu gibi bid’atler işlemektedirler. İşte bu gibi kimseler tıpkı puta tapanlar gibidirler. Bu tür şeyler müşriklerin ve Kitap Ehlinin yaptıkları şeylerdir.
İkinci derece: Hürmet beslediği kimse yoluyla Allah-u Teâlâ’dan istemektir. Bu da Müslümanların ittifakıyla bid’attir.
Üçüncü derece: Hürmet gösterdiği kimsenin kabrinin yanında yaptığı duanın daha çok kabul edileceğine inanmaktır. Bu da tüm Müslümanlarca reddedilen bid’atlerdendir. Çünkü kabrin yanında dua ederken yaptığı duanın mescitte yaptığı duadan daha faziletli olduğuna inanmaktadır. Bu da haramdır. Bu konuda müçtehit imamlar arasında bir ihtilafın varlığını bilmiyorum. Halkın çoğu böyle yapıyor olsalar da, müçtehit imamlar bunun haramlığını belirtmişlerdir.
Bütün müslümanlar üzerine farz olan; ibadette ihlâslı olmanın emredilmiş olduğunu, Allah-u Teâlâ ve Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in yasakladıklarından uzak durmanın, şirk ve benzeri şeylerle tüm bağları koparmanın gerekliliğini bilmektir. Çünkü Allah-u Teâlâ, Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i bu dinle göndermiştir.” [63]
Büyük müfessir Âlûsî bu konuda diyor ki: “Bazı insanlar ayette geçen (Ey iman edenler! Allâh’tan korkun. Ona bir vesile edinin ve Onun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz. Mâide 35 ) ‘Vesile’yi fasit bir te’ville te’vil etmeye kalkışmışlar ve bu ayete dayanarak salih kullarla yardımlaşmanın, onları Allâh’la kullar arasında vasıta yapmanın, onlar adına Allâh’a yemin etmenin meşru olduğunu söylemişler ve kulun ‘Ey Allâhım! Filanı aracı yaparak sana yemin ediyorum ki bana şunu veresin’ demesinin caiz olduğunu iddia etmişlerdir. Hatta bazıları, salih kullardan yanında olmayanlara veya ölenlerine: ‘Ey filan! Allâh’a dua et de bana şunu nasip etsin’ derler ve bunun vesile arama olduğunu zannederler.
Rasûlullah’ın ‘Sıkıntıya düştüğünüz zaman kabir ehline başvurun veya onlarla yardımlaşın’ yahut ‘Meselelerde ne yapacağınızı şaşırdığınız zaman kabir ehli ile yardımlaşın’ buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Bunların aslı astarı yoktur. Hepsi haktan fersah fersah uzaktır. Günümüzde insanlar bir şey istediklerinde, adı sanı duyulmayan, zerre kadar itibarı olmayan kişileri aracı yaparak ‘Ey Allâhım! Filanın hakkı için sana yemin ediyorum ki şunu bana veresin’ şeklinde yemin ederek oldukça aşırı gitmeye başlamışlardır. Bundan daha da aşırısı, kabir ehlinden hastalara şifa vermelerini, fakirleri zengin etmelerini, yitirdikleri şeyleri bulmalarını ve her zorluğu kendilerine kolaylaştırmalarını istemeleridir. Şeytanları onlara yukarıda geçen sözün hadis olduğu vesvesesini vermektedir. Hâlbuki bu söz, peygamberin hadislerine aşina olan âlimlerin ittifakıyla Rasûlullah’a karşı uydurulan bir iftiradır. Hiçbir âlim bunu rivayet etmemiştir ve güvenilen herhangi bir hadis kitabında mevcut değildir.
İnsanlar, Allâh’ın dışında salih kulları çağırmada -ölü olsunlar, diri olsunlar- oldukça aşırı gittiler. Öyle ki ‘Ey filan efendim! Beni kurtar.’ demeye başladılar. Bu tür sığınmalar caiz olmayan davranışlardır. Mümine yakışan bunları ağzına almamasıdır.“[64]
Allame Şankiti de şunları söylemektedir: “Vesilenin manasının tahkiki -ulemanın umumunun da kanaati olduğu vechile- Rasûl aleyhisselam’ın getirdiğine muvafakat ederek ihlâsla Allah’a ibadet edip O’na yaklaşmaktır. Bu tahkik ile şunu da öğrenmiş olursun: Tasavvuf iddiasındaki cahillere uyan birçoklarının, ayette tevessülden kasdedilen şeyin, kendi ile Rabbi arasında aracı olan “Şeyh” olduğunu iddia etmesi, ancak cehalet ve körlüğe dalıp gitmek, apaçık bir sapıklık ve Allah’ın kitabıyla oyun oynamak demektir. Zira Allah’ın dışında vasıtalar edinmek,-Allah’ın açıkça belirttiği gibi kâfirlerin küfrünün temelidir: “Bizi Allah’a daha da yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz. Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir, derler.” Mükellef olan herkese vacip olan; Allah’ın rızasına, O’nun cennetine ve rahmetine ulaştıracak yolun, sadece Rasûlüne ittiba etmek olduğunu bilmektir.”[65]
Son olarak Üstad Ebu’l-Âla El-Mevdudi’nin bu konuda kendisine sorulan bir soruya verdiği cevabı nakledelim: “Duada, Allah’a (c.c) herhangi birinin yüzü suyu hürmetini vasıta yapmak, O’nun ve Rasûlü’nün bize öğrettiği bir yol değildir. Bildiğiniz gibi, Kur’an-ı Kerim bu tür anlayışlardan uzaktır. Hadislerde de bu anlayışa temel oluşturabilecek bir örnek yoktur. Duada bu yolu uygulamış olan veya bir başkasına öğreten sahabeden herhangi birisini de hatırlamıyorum. Doğrusu Âlemlerin Rabbi’ne dua ederken herhangi bir kulun yüzüsuyu hürmetini referans göstermek veya filan kulun hatırı için benim istek ve ihtiyaçlarımı karşıla demek mânâsına gelen anlayış tarzı Müslümanlara nasıl musallat olmuş anlamakta güçlük çekiyorum. Ben böyle yapmanın yasak olduğunu söylemiyorum, sadece şu iki şeyi söylüyorum: Birincisi; bu şekilde dua yapmak, Âlemlerin Rabbinin bize öğrettiği dua yapma şekline ve metoduna aykırıdır. Hz. Peygamberin doğrudan doğruya ashabına öğrettiği dua tarzına da aykırıdır. Bu sebepledir ki, bu tarz duadan uzak durulmalıdır. Zira Peygamber, Efendimiz ve diğer bütün peygamberler, Allah ile kulları arasındaki ilişkinin ve bağın doğru şeklinin ne olduğunu açıklamak için gelmişlerdir. Öyleyse onların ne uyguladıkları ne de öğrettikleri bir dua şekli olan bu tarz bir dua şeklini, herhangi bir kimse uygulamaya kalkışırsa, şüphesiz o, muteber olan bir şekli terk edip, muteber olmayan bir şekli uygulamış olur.
İkinci olarak da, bu dua şeklinin nefrete şayan bir yol olduğuna inanıyorum. Başka bir kişinin bu dua şeklini benim gördüğüm gibi görmeyip başka bir açıdan bakması ve nefrete şayan bulmaması farklı bir durum. Ben ne zaman bu dua şeklinin zararlarına dikkat etsem, gözümün önüne hemen çok mert ve çok cömert bir zat gelir: Onun kapısına gelen herhangi bir insanın arzuları anında yerine getiriliyor, feyz ve keremi herkesi kuşatıyor, her isteyen ondan dilediğini talep edebiliyor, lütfu herkese açık ve herkes ona kolaylıkla ulaşabiliyor. Böyle bir zâtın karşısına bir kişinin doğrudan gelerek: “Ey kerem sahibi, cömert insan! Bana yardım et” demek yerine, filan kişinin hatırına benim ihtiyaçlarımı gider demesi ne kadar uygun düşer varın siz hesap edin. Bu isteme biçiminde, o cömert kişinin merhameti ve cömertliği sebebiyle başkalarının ihtiyaçlarım gidermediği, fakat arkadaşlarının, dostlarının ve akrabalarının hatırına lütuf ve ihsanda bulunduğu su-i zannı gizlidir. Eğer bunların vasıtasıyla dua edilmezse sanki o zaman ondan lıiç bir şey alamayacağınız zannıyla ümitsizliğe düşüyorsunuz. Filanın yüzü suyu hürmetine demek; aynı zamanda, istekte bulunduğunuz zâta baskı uyguladığınız mânâsına gelir ki, siz aslında şöyle demek istiyorsunuz: “Ben filan büyük insanın tavsiyesi ile geliyorum. Benim ricamı herhangi aracısız bir insanın ricası gibi düşünerek geri çevirmemelisiniz.” Eğer bu tarz dua bu söylediğim anlama gelmiyorsa, ne anlama geldiğini bana da öğretin. Böylece içimdeki sıkıntıdan kurtulacağım için memnun olurum. Fakat eğer bu tarz duanın anlamı gerçekten benim anladığım şekildeyse, o zaman Allah Teâlâ’nın kâmil sıfatları hakkında doğru bilgiye sahip bir şahsın böyle bir dua tarzını hayâl edebileceğini bile düşünemiyorum. Fıkıh âlimleri bu dua tarzının, bu gibi mahzurlarım dikkate alarak mekruh olduğu kanaatine varmışlardır. Nitekim Hanefî Fıkhının meşhur kitabı Hidâye de şöyle yazmaktadır: “Bir kimsenin dua ederken filanın hakkı için, filanın yüzüsuyu hürmetine veya peygamberlerin, nebilerin hakkı için demesi mekruhtur. Zira yaratılanın, yaratan üzerinde hiçbir hakkı söz konusu değildir.”[66]
Ruhlarla tevessül konusu çok çetrefilli ve bir o kadar da dallı budaklıdır. Bu karışıklıktan kurtulmak ve konunun daha iyi anlaşılabilmesi için tarafların görüşlerini derli toplu bir şekilde sunmaya çalıştık.
Bizce bu konuda farklı sonuçlara varmanın temelinde olaya yaklaşım tarzı yatmaktadır. Ehli tasavvuf, salih (evliyâ addedilen) kişilerin sahip oldukları manevi makamlarını göz önünde bulundurarak, mademki bunlar bu kadar değerli makamlara sahiptirler, o halde neden onlarla tevessül olmasın şeklinde bir yaklaşım sergilemektedirler. Yine, mademki Allah, kitabında salihleri övmüş ve onlara büyük makamlar vereceğini vaat etmiş, biz de sâlihleri övmeli, onları yüceltmeliyiz, bu yüceltme yollarından biri de onlarla tevessüldür demektedirler.[67]
(Özellikle kabirlerdekilerle ) tevessülü reddedenler[68] ise, konuyu İlah-Rab, kul ve ubudiyet üçlüsü etrafında değerlendirmektedirler. Bilindiği gibi, dua bir ibadettir ve ibadet, ancak Allah’a yapılır; yardım da -vasıtalı veya vasıtasız- yalnız Allah’tan gelir: “Ancak sana kulluk eder ve yalnız Sen’den yardım dileriz.” (Fatiha,4) Başta İbn Teymiyye olmak üzere bu tür tevessülü caiz görmeyenler, insanların şirke sapılmasından korkmuşlar; Bu bağlamda tevhid ilkesinin muhafazasına dikkat çekip ve bunu bozacak en küçük bir şüpheyi dahi reddetmişlerdir. Bu titizlikten dolayı birçok davranışı şirk olarak nitelendirdikleri doğrudur. Tevhid gibi yüce bir gayeye hizmet eden bu insanlara tepki, onların bu konudaki sert tutumlarından dolayı gelmiştir. Öyle ki, tepkiler bazen onlardan daha sert olmuş, tefrika büyümüştür. Öyle anlaşılıyor ki, bu tepkilerin sahipleri, zaman zaman karşıdakinin ne demek istediğini iyice anlamadan hareket etmektedirler. Her iki tarafın genel yaklaşım tarzı budur. Kendi içinde bu tarzları genişletmek ve çeşitlendirmek mümkündür.
Her iki gurubun delilleri mukayese edildiğinde, böyle bir tevessül şirk kabul edilmese de, bunun dinin ruhuna uygun bir davranış olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü bu tutum peygamber ve veli ruhu da olsa -Allah’dan başka varlıklara dua etmeye ortam hazırlamaktadır ki bir Müslüman’ın bu konuda oldukça duyarlı olması gerekir. Şu halde böyle tartışmalı tevessüllere başvurmaktansa, daha önce belirtilen ve bütün âlimlerin tartışmasız benimsediği, Kur’ân ve Sünnet’te mevcut tevessüllere yönelmek daha uygun bir davranış olur.
Günümüz Müslümanları İslamiyet’in özüne vakıf olmadıkları için, kabir ve türbeleri bir kurtuluş yeri olarak görmekte, hatta yaşadıkları olumsuzlukları oradaki şahısların çözeceğine inanmaktadır. Hatta türbelere, mezar taşları v.b. yerlere bez ve çaput bağlamakla bu dileklerinin gerçekleşeceğine inanmaktadır. Bu yanlış davranışlar, İbn Teymiyye gibi âlimleri ifrata sevk etmiş olabilir. Ancak bu işin bilincinde olan ve yanlış söz ve eylemlere dalmadan tevessülde bulunanları da şirk ve küfürle suçlamamak gerekir.
Bu konuda ihtiyatlı olmak önerilir. Bir kimsenin, hangi mertebede olursa olsun onun bir faydayı elde etmede veya zararı engellemede rolü olduğuna inanarak yaratılmışlardan birisiyle tevessül etmesi Allah korusun- kişiyi İslam dininden çıkaran en büyük şirklerden birisidir. Allah Teâlâ’ya işlerinde müdahale anlamı taşır. Ancak böyle bir inanca sahip olmaksızın bunu yaparsa, hataya yol açabilecek kapıyı kapamak için ölülerle tevessül yapmamak en doğrusudur. Bu kurala âlimlerimiz “sedd-i zeria” demişlerdir ki tanımını da; “Harama yol açacakları için bazı durumlarda bazı mubahların yasaklanması şeklinde izah edilebilir.
Aynı şekilde bu tür tevessülü kabul eden âlimlere karşı da ölçülü davranmak gerekir. Şüphesiz tevessül konusunda ileri gidip şirke düşme durumları çoktur. Ama her tevessülde bulunanı şirkle nitelemek de aceleciliktir. Mesele çok naziktir. Özellikle cahil halk tabakaları çok büyük hatalar içindedir. Şirk öğesi taşıyan birçok davranış büyük bir coşkunluk ve huşu içinde yapılmaktadır. Kişiye bu cehaletini anlatıp bilgilendirdikten sonra hala eski alışkanlıklarına devam ediyorsa o zaman hükmü vermek gerekir.[69]
TEBERRÜK
Bir kimseye olan muhabbetten dolayı, o kimseye gösterilen ta’zim, ona ait olan eşyalara, onun yaşadığı yerlere ve geçtiği yollara karşı gösterilen özel ihtimâm ve bu mekânları ziyaret etmek gibi eylemler, çoğalma, artma ve hayır anlamlarına gelen bereket kökünden türeyen, hayır ve bereket ummak anlamına gelen ‘Teberrük’, kelimesiyle ifâde edilmiştir.[70]
Müslümanların bazı şeyleri mübarek kabul etmesi, onları Allah’ın vereceği berekete vesile saymalarından ötürüdür. Allah c.c. kullarının faydalandığı ve pek çok hayır sağlayan bir takım şeyleri mübarek kılmıştır. Mümin her türlü hayrın, nimet, bereket ve bolluğun Allah’ın kullarına bir ikramı olduğuna inanır, dua, niyaz ve dileklerinde daima O’na yönelir, her şeyi O’ndan ister, her hayrı O’ndan bekler. Böylece iç dünyasında güven ve huzura kavuşur. Onun bu inancı davranışlarına da yansıyarak kâmil bir insan olmasını sağlar.
Bazı zamanlar, bazı mekânlar bereketli sayılmış ve hassaten âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz.Muhammed (Sallallâhu Aleyhi Vesellem) ümmet için bereket kaynağı addedilmiştir.
A) RASÛLULLÂH EFENDİMİZLE VE SÂLİHLERLE TEBERRÜK:
Önce bu konudaki belli başlı rivayetleri sıralayalım:
1) Rasûlullah Efendimizin Bardağı Ve Namaz Kıldığı Yer ile Teberrük:
Ebû Bürde radıyallahu anh şöyle anlatıyor: Bir kere Medine-i Münevvere’ye geldiğimde, Abdullah b. Selâm radıyallahu anh beni karşılayarak bana: “ (Haydi benimle beraber) ev(im)e yürü de, seni Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in içtiği bardaktan içireyim, hem de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kıldığı mescid (yer)de kılarsın.” dedi. Ben de onunla beraber gittiğimde bana sevîk (arpa ve buğday unundan yapılan çorba) içirdi, hurma yedirdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in mescidinde (namaz kıldığı yerde) de namaz kıldım.[71]
Mahmud b. er-Rabî el Ensârî radıyallahu anh şöyle anlatıyor: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabından, aynı zamanda Bedir’de bulunan Ensardan olan Itbân İbn Mâlik radıyallahu anh bir kere Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek: Yâ Rasûlullah! Gözümü beğenmiyorum (gözüm zayıfladı veya kör oldu). Ben kavmime namaz kıldırmaktayım, yağmurlar yağınca benimle onlar arasındaki vadi(de seller) akıyor, o zaman ben onların mescidine gidip kendilerine namaz kıldırmaya imkân bulamıyorum. Ya Rasûlallah! İstedim ki sen bana gelesin, evimde namaz kılasın da ben o yeri namazgâh edineyim.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona: “İnşallah (dediğini) yaparım.” buyurdu. Ertesi sabah Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Ebû Bekir radıyallahu anh ile beraber gün yükseldiği vakit bana geldiler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (içeri girmek için) izin istedi, ben de izin verdim. Eve girdiğinde oturmadı sonra: “Evinin neresinde namaz kılmamı istersin?” buyurdu. Ben evin bir tarafını ona gösterdim, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem namaza durmak üzere tekbir aldı, biz de durup saf olduk, iki rekât kıldırdıktan sonra selâm verdi.”[72]
2) Rasûlullah Efendimizin Abdest Suyu İle Teberrük:
Tâlik b. Alî anlatıyor: “Biz Allah Resûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem huzuruna çıktık. Ona biat edip beraber namaz kıldık. Sonra bizim memleketimizde olan bir kiliseden bahsettik. Bize temizlendiği suyun artığını vermesini istedi. O sallallahu aleyhi ve sellem, su isteyip onunla abdest alıp ağzını çalkalamış, sonra da onu bir kaba dökerek bize şunu emretmişti:“Gidiniz, topraklarına vardığınız zaman o kiliseyi yıkıp o mekânı bu suyla yıkayın, sonra da orayı mescit olarak kullanın.” Biz: “Topraklarımız uzak, hava da sıcak. Bu su yolda kurur” dedik. Bunun üzerine o:“Ona su katabilirsiniz. Su kattığınızda çoğalan su da temizdir” buyurmuşlardı. [73]
3) Rasûlullah Efendimizin Teri ile Teberrük:
Enes b. Mâlik radıyallahu anh şöyle buyurmuştur: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selem, Ümmü Süleym radıyallahu anhâ’nın evine girer o yokken yatağında uyurdu. Bir gün yine gelerek onun yatağında uyudu. Ümmü Süleym radıyallahu anhâ’ya: “İşte Peygamber senin evinde, yatağının üzerinde uyudu.” denildiğinde, Ümmü Süleym radıyallahu anh hemen geldi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem terlemiş, teri yatağın üzerindeki bir deri parçasına toplanmıştı.Derhal çantasını açarak bu teri kurulamağa ve onu kavanozuna sıkmaya başladı. O sırada Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem uyanıp:“Ey Ümmü Süleym! Ne yapıyorsun?” diye sordu. O:“Ya Rasûlallah! Çocuklarımız için bunun bereketini umuyoruz” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: İsabet ettin!” buyurdular.[74]
4) Rasûlullah Efendimizin Cübbesi İle Teberrük
Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahu anh’ın kızı Esma radıyallahu anhâ, Kisrâ’ya mensup (Acem hükümdarlarının giydiği) ipekten yaması bulunan, kenarları dîba (kalın kıymetli ipek) ile geçilmiş, taylasandan olan (iki parmak genişliğinde ipekten uzun şeritleri olan) cübbeyi çıkararak (göstererek): “İşte bu, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in cübbesidir, bu cübbe vefâtına kadar Âişe radıyallâhu anhâ’nın yanında idi. O vefât edince ben aldım. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onu giyerdi, biz de onu hastalar için yıkıyoruz, (suyunu onlara içiriyoruz) onunla şifâ talep ediliyor” dedi.[75]
5) Rasûlullah Efendimizin Saç ve Sakal Tüyleriyle Teberrük:
Osman b. Abdullah b. Mevheb radıyallahu anh şöyle anlatıyor: Ehlim (Talha ailesi veya hanımım) beni Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ailesi Ümmü Seleme radıyallahu anh’ya bir gümüş bardak içindeki su sebebiyle yolladı, o bardak içinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in saçları vardı. İnsanlardan birine nazar veya herhangi bir şey (hastalık) isabet ettiği zaman Ümmü Seleme validemize kabını gönderirdi. Ben de bu gidişimde Ümmü Seleme radıyallahu anh’nın yanında küçük bir kaba rastladım ki içinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ait bir takım kırmızı saçlar gördüm.”[76]
Cafer b. Abdillah radıyallahu anh’ın babasından rivâyetine göre, Yermük günü Halid b. Velid radıyallahu anh takkesini kaybedince: “Onu arayın” buyurdu. İnsanlar onu ne kadar aradılarsa da bulamayınca: “Tekrar arayın” buyurdu. Sonra bulunduğunda, onun eski bir takke olduğu görülünce, Halid radıyallahu anh (o takkeyi özellikle aratmasının hikmetini beyan etmek üzere) şöyle buyurdu: “Bir kere Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem umre yaptığında başını tıraş edince insanlar onun saçlarını almaya yarıştılar, ben hepsini geçerek alın saçını aldım ve bu takkenin içine yerleştirdim ve bu takkeyle beraber hangi muharebeye katıldımsa mutlaka (o mübarek saçın bereketiyle) yardım olunmakla rızıklandım (bana zafer nasip oldu).”[77]
6) Rasûlullah Efendimize Dokunan Eli Öpmek İle Teberrük:
İbn Cüd’ân radıyallahu anh şöyle anlatıyor: Bir kere Sabit radıyallahu anh, Enes radıyallahu anh’a “Elinle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e dokundun değil mi?” deyince, O: Evet” diye cevap vermesi üzerine onun elini öptü.[78]
7) Rasûlullah Efendimizin Kanını ve İdrarını İçme İle Teberrük:
Ömer b. es-Sâib radıyallahu anh’dan: Uhud günü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yaralanınca, Ebû Said el-Hudrî’nin babası Sinan radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yarasını temizleyip altı bembeyaz çıkıncaya kadar emdi. “Onu tükür.” denince, yutarak: “Vallahi onu ebediyen tükürmem.” dedi. O zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Cennet ehlinden bir adama bakmak isteyen bu zata baksın.” buyurdu. Rivayetin diğer bir varyantında ona: “Kan mı içiyorsun?” denince O: “Evet! Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kanını içerim” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onun hakkında: “Kanı benim kanımla karıştı, ona ateş değmez” buyurdu.[79]
Ümmü Eymen anlatıyor: “Bir gece Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem kalktı ve evin bir kenarındaki kabın içine bevletti; ben gece susamış vaziyette kalktım ve yanlışlıkla onun içindekini içtim. Sabah olunca Hz. Peygamber: “Ya ümmü Eymen! Kalk da şu kabın içindekini döküver” buyurdular. Ümmü Eymen: “Vallahi ben onun içindekini içtim ” deyince Rasulullah azı dişleri görününceye kadar güldü ve: “Bundan sonra asla karın ağrısı duymayacaksın” dedi.[80]
Rasulullah Efendimizle teberrükle ilgili belli başlı rivayetleri serdettik. Asıl konumuz olan Tevessül konusunda da gördüğümüz üzere, teberrük konusu da İslâm düşünce tarihinde çokça tartışılmış, bu konuda çok farklı fikirler ortaya çıkmıştır. Bu görüşleri maddeleştirecek olursak:
1) Nebi’ sallallahu aleyhi ve sellem ve O’na ait olan eşyalarla, onun Ehl-i Beyt’iyle, ya da Peygamber varisleri olan âlimler ve evliyalarla teberrük etmek mutlak doğrudur. Bu görüşü savunanlar tasavvufçular, Ehl-i Sünnet mensubu bazı âlimler ve Şiilerdir. Bu görüş sahipleri yukarıda serdettiğimiz rivayetleri delil getirmişler ve şu istidlalde bulunmuşlardır: “Sahabe, Peygamber’in bıraktığı şeyleri teberrük ederdi. Bu da sahabenin o eşya ile tevessülünü gösterir. Bu eşya ile tevessül sahibini şerefi dolayısıyladır. Bir parça ile tevessül onun mensup olduğu asıl ile tevessül manasına da gelir.”[81]
Bu görüş sahipleri; “Teberrük edilen eşya, mekân ya da bir şahsın, sadece Allah’a vasıl olmak için edinilen bir vesileden ibaret olduğunun altını çizmişlerdir. Bir şahısla yapılan teberrük, o kişinin Allah’a olan yakınlık ve faziletine inanıldığı için yapılmaktadır. Teberrük eden kişi, kendisiyle teberrük edilen zatın (hassaten Rasulullah efendimiz veya bir Salih insan), sadece Allah’ın izniyle bir hayra sebep olabileceğini, bir kötülüğü de, ancak Onun izniyle defedebileceği” görüşündedirler.
Ayrıca bu görüş sahipleri Salih addedilen insanların mezarlarına ziyaret için yola çıkılabileceğini, kabirlerin eşiklerini ve kabirleri üzerine konulan tabutların teberrüken öpülebileceğini iddia etmişlerdir. Bu hususta Şeyh Muhammed Emin şöyle diyor: “Şeyhten istemekle Allah’tan istemek arasında herhangi bir fark yoktur. Şeyhten istemek Allah’tan istemenin tıpkısıdır. [Ona bir yol arayın]. (Maide: 5/35) O yüzden Allah’tan bir şey isteyeceğiniz vakit önce şeyhten isteyiniz. Yani şeyhi Allah’la aranızda vasıta kılınız. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Şeyh Kâbe gibidir. Kâbe’ye doğru secde edilir. Ama secde Allah’ındır. Maksatları teberrük, yani onu kudsî kabul edip ondan bir hayır, bir fayda, bir uğur, bir bereket ummak olunca; halkın, evliyânın eşiğini ve kabirleri üzerine konulan tabutu öpmelerinde bir beis (bir mahzur /sakınca) yoktur, (öpebilirler). Bu işte onlara itiraz etmek de münasip değildir. [Yani Müslümanların öteden beri yapa geldikleri ve dinen de bir mahzuru olmayan bu ameli kabul etmeyerek, yaptıklarına engel olmaya çalışmak doğru bir davranış olmaz.] Çünkü onlar, her şeyi yapanın ve her işte hakiki müessirin (gerçek tesiri-etkisi olanın, yaratanın) Allah Teâlâ olduğuna inanırlar. Ve yine onlar bunu, Allah Teâlâ’nın sevdiklerine olan muhabbetlerinden dolayı yaparlar, (bir başka niyet veya düşünce ile değil).”[82]
Şia mezhebine mensup âlimler de Ehl-i Beytin ve masum imamlar olarak addeddikleri kişilerin mezarlarıyla teberrükü savunmuşlar ve şu rivayetleri nakletmişlerdir: “İmam Sadık’tan (a.s) rivayettir: “Şüphesiz Yüce Rabbim, İmam Hüseyin’in (a.s) türbesini her derde deva ve her korkuya çare kılmıştır. Bu nedenle, onun türbesinden toprak aldığınızda o toprağı öpüp gözünüzün üzerine koyun ve onu vücudunuza sürün.”, Yine İmam Sadık’tan (a.s) rivayettir: “Bir hastalığa yakalanan ve İmam Hüseyin’in (a.s) toprağını kullanan herkes şifa bulur, sadece, ölüm illetine yakalanan hariç…” [83]
2) Nebi aleyhisselam’ın mübarek zatıyla ve bedeniyle, mübarek bedeninden ayrılan şeylerle, içtiği, abdest aldığı suyun arda kalanıyla, hâsılı bu konuda sabit olan her bir rivayetin içerdiği şeyiyle teberrük etmek caiz ve meşrudur. Ancak bu türden bir teberrük, sahabe ve tabiînin icması, söz ve eylem birliğiyle Nebi aleyhisselam’a has, O’na özel bir uygulamadır. Bu konuda ümmetten herhangi birisinin, O’na kıyas edilmesi asla caiz değildir. Bu Tevhid’i önceleyen Ehl-i Sünnet âlimlerinin görüşüdür ve tercih edilmeye layık olan görüş de budur.
Bu görüş sahibi âlimler derler ki: “Bereket Allah’ın c.c. sıfatı ve fiilidir. Allah kimi ve neyi dilemişse mübarek kılar. Bu Allahın hakkıdır. Allah c.c. tarafından mübarek kılınmış olan şey mübarektir. Bereket, hayır, şer ancak Allah’dan gelir. Hiçbir kimse kimseye bereket, hayır, şer, fayda, rızık sağlama (kazancını artırma) dükkânına girmeyle kar sağlama sağlayamaz. Bereket-hayır zarar verme hakkı ancak Allah’ındır. Kim bir bereketin, hayrın, şerrin, bir kimseden geldiğine inanırsa bu durumda şirk koşmuş olur. Bereket, hayrın çokluğu ve devamlılığı demektir. Allah c.c. kullarının faydalandığı ve pek çok hayır sağlayan bir takım şeyleri mübarek kılmıştır.
Şahısların eserleri ile teberrükte bulunmak sadece Rasulullaha özgüdür. Diğer Müslümanlar ne kadar yüksek konumlara sahip olurlarsa olsunlar böyle bir iltimasa sahip değildirler. Peygamber olmayan birisinin, Peygambere kıyas edilmesi ne kadar büyük bir cürümdür. Sahabelerden sabit olan, yalnızca Rasulullah’ın (s.a.v.) eserleri ile teberrükte bulunmalarıdır. Salih insanların eserleri ile teberrükte bulunulması; ne ashabın, ne tabiinin ve ne de onların ardından gelen neslin uygulaması değildir. Bununla ilgili olarak dinde öncü imamlardan da hiçbir emir ve uygulama aktarılmamıştır. Bazı âlimlerden konuya ilişkin olarak gelen rivayetler, batıl rivayetler olup onlarda sahih bir isnadla gelmemiştir. Şayet böyle bir tutum caiz ya da hoş görülen bir davranış olsaydı, Ebu Bekr (r.anh), diğer halifeler, aşere-i mübeşşere ve diğer büyük sahabiler gibi faziletli, cennetle müjdelenmiş mümin olduğu nassla sabit olan kimselerle sahabe-i kiram teberrukte bulunurlardı. Onlardan hiç birisinden Peygamber dışındaki kimselere yönelik olarak böyle bir uygulamada bulundukları olmadığına göre, bu tür davranışların çirkin bir bid’at olduğu ortadadır.”
Bu görüş sahibi âlimlerden İmam Şatibi diyor ki: “Sahabenin hiçbiri, Nebi aleyhisselam’ın vefatından sonra O’ndan geriye kalan hiç kimseyle böyle şeyler yapmadılar. Oysa Nebi aleyhisselam, kendisinden sonra ümmet içinde Ebu Bekir’den daha faziletli birini bırakmamıştı. Halifesi olduğu halde, onun hakkında bu tür şeylerden hiçbiri yapılmadı. Ondan sonra ümmetin en efdali olan Ömer’le yapılmadığı gibi Osman’la da, Ali ile de yapılmadı. Herhangi birisinin onlarla bu suretlerden birisi veya bir benzeriyle (yani saçıyla, elbisesiyle ve abdest suyuyla) teberrük ettiği, bilinen sahih bir yolla sabit olmamıştır. Öyleyse bu, bu tür şeyleri terk etmeye dair, onların bir icmâsıdır.”[84]
Hafız İbn-i Receb de diyor ki: “Geriye bıraktığı şeyler ile teberrük, sahabenin Nebi aleyhisselam’a yaptığı, ancak kendi aralarında yapmadıkları bir şeydir. Aynı şekilde tabiînde, kadir ve kıymetlerinin yüceliğine rağmen, sahabeyle böylesi bir teberrük yapmamışlardır. Bu delalet etmektedir ki abdest suyuyla, artıklarıyla, saçlarıyla, yiyecek ve içeceğinden arda kalanları yeme gibi şeylerle teberrük etmek, sadece Nebi aleyhisselam’la yapılabilecek, O’ndan başkasıyla yapılamayacak işlerdir.”[85]
Bu iki görüşü genel olarak değerlendirecek olursak: Sahabelerin, tabiinin ve etba’ut tabiinin birbirlerinin yahut da kendilerinden önceki selefin eşyalarıyla teberrükte bulunduklarına dair herhangi bir rivayet sahih hadisleri toplayan eserlerde, kütübü sitte, müsnedler ve diğer muteber hadis mecmualarında sahih bir yolla nakledilmemiştir. Bu uygulama sadece Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e has olarak yapılmıştır. Ancak müteahhirun dediğimiz sonraki dönem âlimleri –ki aralarında İbn Hacer, Nevevi gibi meşhur alimler de vardır- Rasulullah’ın eşya ve asarıyla yapıldığı gibi Salihlerin izleriyle ve kalıntılarıyla da teberrük yapılabileceğini ileri sürmüşlerdir. Sahih olan ise bunun caiz olmadığıdır. Sahabenin ve sonraki hayırlı nesillerin yapmadığı bir fiili müstehab kabul eden bir kimse ne kadar ilim ve fazilet sahibi olursa olsun hata etmiştir. Ancak böyle yapan kişinin fiili bidat olmakla beraber şirk olmaz. Çünkü bunda teberrük edilen varlığa herhangi bir fayda zarar atfetme söz konusu değildir. Sadece onun vasıtasıyla Allahtan bereket ve hayır ummak bir nevi tevessül söz konusudur. Ayrıca Rasulullah’a yapıldığında caiz olan bir fiilin aynısının Salihlere yapılması halinde nasıl şirk olabilir ki? Çünkü bu fiil aslen şirk olan bir amel olsaydı Rasulullah’a yapılması da caiz olmazdı.
Kısacası bu amel şirkin altındaki bir bidattır. Zira seleften böyle bir fiil sabit olmamıştır. Elbette ki bazı rivayetler selefe atfedilmiştir. Ancak bunların delil teşkil edebilmesi için öncelikle sahih yoldan gelmiş olması gerekir. Fakat bu tür rivayetler sahih değildir. Velev ki en uç ihtimalle bunların sahih olarak İmam Şafi, Ahmed gibi imamlardan geldiği farzedilse bile bu fiillerin o imamların şahsi fetvası mı yoksa bir icma’ya mı dayandığı tesbit edilmelidir. Bizim elimizde sahabenin böyle bir icması bulunmadığına göre bunlar en fazla bu imamların şahsi bir fiili olarak kalır ki sırf bundan yola çıkarak bir fiilin ibadet olduğuna hükmedilemez. Çünkü ibadetler tevkifidir yani nassla belirlenmiştir ve sınırları çizilmiştir; o yüzden Allah Rasulu (sallallahu aleyhi ve sellem)’den sonra hiç kimsenin –velev ki müçtehid imamlardan birisi de olsa- Kitap, Sünnet ve İcma’dan bir delile dayanmadan kendisi ile Allaha yakınlaşılan bir ibadet çeşidi ihdas etmesi caiz değildir. Teberrük, tevessül gibi fiiller de Allahın sevip razı olduğu ve Allaha yakınlaşmaya vesile olan ibadetler olduğuna göre bu konularda hiç kimse sahih hadislere dayanmadan kendi görüşüyle söz söyleyemez. Velev ki İmam Şafii ve İmam Ahmed de olsa… Bunları tabi ki usul açısından söylüyoruz. Yoksa bu imamlar böyle bariz bir hataya düşecek kişiler değildir. Bu imamların bu tarz fiilleri teşvik ettikleri, müstehab gördükleri isbat edilemez. Bunlar ancak birtakım menkıbe ve tarih kitaplarında nakledilen ve ilmi değeri olmayan hikâyelerden ibarettir. Müslüman’a düşen akidesini bu şekilde sağlam temellere ve sahih bir usule dayandırmasıdır. Kişi, bir meseledeki şeri hükmü delillere dayalı öğrendikten sonra neyle karşılaşırsa karşılaşsın itikadı sarsılmaz. Ancak meselelerin ilmini sahih bir yolla elde etmemiş olan kimseler ise duydukları her yeni şey karşısında şüpheye düşmekten kurtulamayacaktır.
Bir de İslam’da “kötülüklere sebep olabilecek ihtimalleri yasaklamak” ittifakla kabul edilen bir kaidedir. Evliya ve salihlerin bedenleriyle teberrük kapısı açılırsa, velayet ve salahı neyle tesbit edeceğini galiben bilmeyen avam, -memleketimizde de yaygın olan kanaate göre- aklî dengesi yerinde olmayan, cinlenmiş, necasetten temizlenmeye bile güçleri yetmeyen kimselerle teberrük etmeye kalkacak, dinin emir ve yasaklarından uzak, büyücü, deccal ve dolandırıcı şeyhlerin, olağanüstü olaylar gösteriyorlar gerekçesiyle evliya olduklarına karar verip ellerini, ayaklarını, tükürük ve sümüklerini öpüp yalamaya devam edeceklerdir.[86]
Meraklıları, Şarani’nin Tabakat’ında, namaz kılmayan, içki içen, aklî dengesi yerinde olmayan, uluorta soyunup insanların içinde abdestini bozan, müritlerin cinsel yaşantılarını dikizleyen, fahişelerle düşüp kalkan, onlarla rakseden birçok evliya(!) kıssasına, kendi gözleriyle de şahid olabilirler. Kendi bedenine söz geçiremeyen hasta şeyhleri hakkında “Mahmut efendi’nin huzurunda bi an durmak 150 sene ihlâs üzere ibadetten efdaldir.”[87] diyerek teberrükte bulunan sapkınları herhalde duydunuz. Öyleyse böyle büyük bir fesada sebep olabilecek ve çokça da olan böyle bir kapının kapatılması şer’an bir gerekliliktir.
“Rasulullah’ın Kanını ve İdrarını İçme İle Teberrük” maddesinde zikredilen hadislerle ilgili şu kanaatimizi ifade edelim: Hz. Peygamber’e (s.a.s.) duydukları sonsuz sevgi, bazı sahabeleri kanını veya idrarını içme gibi- bize şu an garip gelebilecek- davranışlara sevk etmiş olabilir. Rasûlullah Efendimiz, hiç bir zaman ‘benim kanımı veya idrarımı içiniz’ gibi bir emir vermiş değildir. Bu tavırlar, ashabın çoğunluğu ile alakalı olmayan, azınlıkta kalan bazı sahabilerin şahsi tavırları olarak telakki edilebilir. Onların içinde bulundukları psiko-sosyal şartlar muvacehesinde sergiledikleri bu tür davranışların, uyulması gereken sünnet kabilinden olmadığı da herkesçe malumdur. Ashabın ileri gelenleri bu nevi davranışlara pek iltifat etmemişler; esas itibariyle O’nun şahsiyetine değer vermişler; Sünnet’ine uymaya çalışmışlardır. Vaaz ve sohbetlerinde bu mevzuları Müslümanların yapması gereken bir sünnetmiş gibi ballandıra ballandıra anlatan Cübbeli Ahmed[88] gibilerine de yüce Allahtan hidayet diliyoruz.
B) KABİRLERLE TEBERRÜK
Kabirlerle teberrük konusunu ayrı bir başlıkta değerlendirdik. Çünkü bu hususta Ehl-i Sünnet âlimleri bir bütün olarak sapkın tasavvufçuların ve Şiilerin görüşlerine şiddetle karşı çıkmışlardır. Ve şöyle demişlerdir: “Bu konudaki ilk yanlışlar aşırı Şia (gulât) taraftarlarınca ve gittikçe kurumlaşan tasavvuf bağlılarınca gerçekleştirilmiştir. Kabirlerin üzerine binâ yapmayı, ziyâretgâh haline getirmeyi, etrafını tavaf eder gibi ziyâret edip taş ve demirleriyle teberrük etmeyi şiarları yapmışlardır. Daha sonra ölülerden medet ve yardım istemeyi ve hayatlarında etkili olduklarına inanmayı inançlarının bir parçası bellemişlerdir. Oysaki Nebi aleyhisselam, kabirlerin mescid edinilmesini yasaklamış, enbiya ve salihlerin kabirlerini mescid edinenlere beddua ve lanet etmiş, böyle yapanların, mahlûkatın en şerlileri olduğunu ifade etmiştir. Cündüb b. Abdullah el-Beceli radıyallahu anh diyor ki: “Nebi aleyhisselam’ı, vefatından beş gün önce şöyle söylerken işittim: “Dikkat edin! Sizden öncekiler, peygamberlerinin ve salihlerinin kabirlerini mescid edinirlerdi. Sakın ha, siz de kabirleri mescid edinmeyin! Sizi böyle yapmaktan nehyediyorum!”[89]
Hz. Aişe ve İbn-i Abbas radıyallahu anhuma şöyle anlatıyorlar: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ölüm belirtileri gelmeye başlayınca, bir örtüyle yüzünü örtüyor, kendine gelir gibi olunca da yüzünü açıyordu. O haldeyken dedi ki: “Allah’ın laneti yahudi ve hıristiyanların üzerine olsun. Onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler.”[90]
İbn-i Hacer diyor ki: “Sanki O, bu hastalıktan dolayı bu dünyadan göçeceğini bilmiş ve öncekilerin yaptığı gibi kabrinin tazim edilmesinden endişe duymuştur. Bunun üzerine, onların bu yaptıklarını kınama yollu, yahudi ve hıristiyanlara lanet okumuştur.”[91]
Suyûtî diyor ki: “Nebi aleyhisselam’ın yasaklama sebebi olan bu illet, birçok ümmeti büyük şirke veya ondan daha küçüklerine düşürmüştür. Bundan dolayı sapıtmış birçok topluluğun Allah’ın evleri olan mescidlerde veya seher vakitlerinde Allah’ın huzurunda olmadıkları kadar salihlerin kabirlerinde eziklik, huşu ve zilletle onlara ibadet ettiklerini görürsün. Oralarda kıldıkları namazlardan veya ettikleri dualardan, yolculuk edilebilecek mescidlerdekilerden daha fazla ecir umduklarını bulursun. İşte Nebi aleyhisselam’ın kökünden kazımak istediği mefsedet budur. O kadar ki Nebi aleyhisselam, putlara tapmanın, kendisi sebebiyle ortaya çıktığı bu mefsedeye götürecek yolları kapamak için, namaz kılan kişi o yerin bereketini kasdetmese bile, mezarlarda namaz kılmayı mutlak olarak yasaklamıştır. İnsanın, namazı buralarda kılmayı, önemli işleri ve ihtiyaçları için buralarla teberrük edip icabet edilmesini umarak buralarda dua etmeyi kasdetmesi ise, açıkça Allah’a ve Rasûlüne karşı gelmek, O’nun dinine ve şeriatına muhalefet etmek, Allah’ın, Rasûlünün ve yollarına uyulan imamların izin vermeyeceği bir din icad etmektir.”[92]
İmam Nevevi de diyor ki: “Kabre el sürülmesi ve öpülmesi çirkin görülmüştür. Aksine edebe uygun olan hayattayken yanına gelse, uzak duracağı mesafe kadar uzak durmaktır. Doğru olan ve âlimlerin söyleyerek ittifak ettiği şey budur. Avamdan pek çoklarının buna aykırı davranmalarına aldanmamak gerekir. Zira iktida ve uygulama âlimlerin sözleriyle olur. Avam’ın cahilliğine ve uydurduğu işlere iltifat edilmez… Kimin aklına el sürmek ve benzeri işler yapmanın bereket açısından daha tesirli olduğu düşüncesi geliyorsa bu, o kimsenin cehaletinden ve gafletindendir. Oysa bereket, ancak şeriata ve âlimlerin sözlerine muvafakat etmekle olur. Doğruya muhalefet ederek fazilete erişmek nasıl beklenebilir ki?!”[93]
Günümüzde bazı cahil insanların çeşitli mekânları (Konya’da Mevlana, İstanbul’da Oruç baba, Diyarbakır’a yakın Zeynel Abidin, Gaziantep’e yakın Ökkeşiye, Gaziantep merkezde bulunan Yuşa türbesi, Adıyaman’a yakın Menzil köyü gibi) bereketli sayarak oralardan bereket ummaları ve ibadetlerinin oralarda daha makbul olduğuna inandıkları bilinmektedir. Bu şehirlerin, ilçelerin, menzillerin, türbelerin, şeyhlerin, yatan ölülerin bereket verdiğine inanmak çirkin bir bidattir. Allah korusun bu tür teberrükler, kişiyi dinden çıkmaya kadar götürebilir.
Bu konuda Rasûlullah Efendimizden ve Hz.Ömer’den nakledilen iki olay mevzumuzun anlaşılmasında önemlidir: Ebu Vakıd el-Leysi’den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.v.) ile beraber Huneyn’e gidiyorduk. O dönemde biz küfürden yeni kurtulmuştuk. Müşriklerin bir ağaçları vardı. Onu tavaf ediyorlar üzerine silahlarını asıyorlardı. Bu ağaca “Zatu Envat” diyorlardı. Biz bunlardan birinin yanından geçerken Yeni Müslüman olmuş bazı sahâbîler, müşriklerin teberruk için bir ağacı ziyâret ettiklerini görünce, Peygamber (s.a.v.)’e müracaat edip kendilerinin teberruk edeceği böyle bir ağaç ihdâs etmesini istemişlerdi. Peygamber (s.a.v.) buna şiddetle karşı çıkmış ve şöyle demişti: Nefsimi elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, sizin bu sözünüz İsrâil oğullarının Musâ aleyhisselâm’a dediği ‘Ey Musâ! Onların ilâhları olduğu gibi (sen de) bizim için bir ilâh yap!’ dediler. Musâ Aleyhisselâm: ‘Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz’ (A’raf 138), şeklindeki söze benzemektedir. Siz, sizden öncekilerin yolunu aynen takip edeceksiniz” demiştir.[94]
İbn-i Sâ’d, Hz.Ömer’in hilafeti döneminde vukû bulan şu hadiseyi nakleder: “İnsanlar, ‘Rıdvan ağacı’[95] denen ağaca gelir ve yanında namaz kılarlardı. Ömer b. el-Hattâb bu durumu haber alınca böyle yapanları tehdit ve ağacın kesilmesini emretti ve ağaç kesildi.”[96]
Ömer radıyallahu anh’ın bu muvaffak ve mübarek tavrı neticesinde ağacın yerinin unutulmasına ve artık orada kimsenin toplanamamasına Abdullah b. Ömer radıyallahu anhuma’nın yorumu ise “bunun Allah’ın bir rahmeti” olmasıdır.[97]
İbn-i Vaddah diyor ki: “Üzerinize düşen, maruf hidayet imamlarına uymaktır. Eskilerden bazıları derlerdi ki: ‘Bugün insanların çoğu tarafından ma’ruf ve güzel görünen nice şey, geçmiştekilere göre münker ve çirkin sayılırdı. Nice insan, Allah’ı gazablandıracak şeylerle O’nu hoşnud etmeye çalışmakta, Allah’tan uzaklaştıracak şeylerle O’na yaklaşacağını sanmaktadır. Zira bid’atların tamamı süslü ve güzel görünmektedir.”[98]
RÂBITA
Yazımızın son bölümünde sûfilerce tevessülün bir çeşidi sayılan “Râbıta” konusunu ele alacağız. Râbıta, üzerinde en çok tartışılan konulardan birisidir. Bu tartışma biraz da, râbıta kavramının sınırlarının net olarak belirlenememesinden kaynaklanmaktadır. Bu özelliğinden dolayı, böyle bir kavram üzerinde kalem oynatmak beraberinde bazı zorlukları da getirmektedir.
Râbıtayı kabul edip uygulayanların, onun dînî delilleri üzerinde fazla bir tereddüdünün bulunmadığı görülmektedir. Hatta böyle bir uygulamanın farz olduğunu iddia edenler olduğu kadar[99]; Uygulanış şekillerine bakarak, râbıtaya nass’larda açıkça bir işâret bulamayıp ve dolayısıyla onu, dînen bağlayıcı görmeyenlerin bir kısmı, ehl-i tasavvufa hürmeten sükût etme yolunu tercih ederlerken; Tevhidi önceleyen bir kısım âlimlerin de onun dış kaynaklı bir bid’at olduğunu ileri sürerek reddettiği, bazılarının ise şirk olduğu noktasına ulaşmış olduğu görülmektedir. Bazı cahil mürîdlerin râbıta ve râbıta yapılan şeyh hakkındaki yanlış inanç ve uygulamalarına bakıldığında, konunun bazen şirki hatırlatan tehlikeli boyutlara vardırılmış olabileceği bir hakikattir.
RÂBITANIN TARİFİ
Lügatte, iki şeyi birbirine bağlayan ip, alâka, vuslat, münasebet, ilgi ve sevgi ile mensubiyet, cesur ve dayanıklı olmak gibi anlamlara gelen râbıta, birinci ve ikinci baplardan rabt vezninde türetilen, çoğulu revâbıt şeklinde gelen Arapça bir kelimedir.[100]
Kur’ân-ı Kerim’de yer alan ribât ve murâbata (Âli İmrân 3/200; Enfâl 8/60) ise, sınırlarda düşmanı gözetlemek, nöbet tutmak, verilen emrin eksiksiz yerine getirilmesi gibi anlamları ifade eder.[101]
Ribât ve murâbata ile aynı kökten gelen ve tasavvufî bir terim olarak kullanılan râbıta; Mürîdin, Allah’a vasıl olmuş kâmil şeyhinin rûhâniyetinden istimdatta bulunmasından ve onun sûretini (şeklini) çokça gözü önüne getirip yanındayken takındığı tavrı gıyâben de sürdürmeye çalışmasından ibarettir.[102]
Tarifini verdiğimiz mürşid râbıtası dışında, ölüm râbıtası ve huzur râbıtası da, sûfilerin tasnif ettiği en yaygın râbıta türlerindendir. Fakat üzerinde en çok tartışılan ve itiraz edilen râbıta türü mürşid râbıtası olduğundan, ağırlıklı olarak mürşid râbıtası üzerinde duracağız.
Hâlid el-Bağdâdî (ö.1242/1826), günlük zikrin yapılış şeklini ve edeplerini anlattığı bölümde, hayâlî râbıtayı şöyle anlatır: “Mürîd, şeyhine yönelir, onu hayâline alır, kendisiyle karşı karşıya oturduğunu düşünür, onun iki kaşı arasına baktığını hayâl eder. Çünkü mürşidinin feyiz gelecek yeri iki gözü arasıdır. Ondan nazarını kesmez. Mürîd, müşâhede ehli ise mürşidini doğrudan görür, değilse kesin inanarak görmüş gibi nazar eder. İşte bu şekilde mürşidini hayâlinde tutup ondan mânen faydalanma arzusunda olmaya, râbıta denir.”[103]
Günümüzde yazılan bir eserde de: “Günlük ders râbıtasının vakti, akşam-yatsı namazı arasıdır. Râbıta yapacak kimse akşam namazından sonra abdestli bir şekilde kıbleye karşı âdab üzere oturur, gözlerini kapatır, yirmi beş defa estağfirullah der. Kalbiyle mürşidine yönelir, onun dolunay gibi ilahî nurlarla parlayan cemâlini hayâlinde canlandırır. Onu gözünün önüne getirmeye ve ondaki nurlardan nasiplenmeye çalışır. Bunun için mürşidin iki kaşı arasından çıkan bembeyaz süt şeklindeki ilahî nûrun ve feyzin, mürîdin ağzından girerek kalbinin üzerine geldiğini, kalbinden yayılarak bütün vücudunu sardığını düşünür. Buna on, on beş dakika devam eder. Râbıtanın en azı beş dakikadır. Duruma göre bu süre uzatılabilir. Sonra yirmi beş defa estağfirullah diyerek gözler açılır. Ders olarak yapılan râbıta, ramazan ayının ve orucun bereketinden istifade etmek için ramazan ayında öğle ile ikindi namazı arasında yapılır.”[104] şeklinde uygulaması anlatılmaktadır.
Tasavvuf klasikleri diyebileceğimiz ilk eserlerde, bugün anlaşıldığı şekilde bir râbıta uygulamasına ve râbıta kavramına rastlanmamaktadır. Fakat sevgi, mehabbet, teslimiyet ve kalbi şeyhe bağlamak üzerine bina edilen râbıta uygulamasının ilk izlerine, mürşid-mürîd ilişkileri başlığı altında rastlamak mümkündür. Cüneyd-i Bağdâdî‟nin (ö. 297/909), sekiz esastan altıncısını, Kalbi devamlı şeyhin kalbine raptetmek şeklinde izah etmesi râbıtaya temel teşkil eden bir ilke olarak göze çarpmaktadır.[105]
Râbıta, Nakşibendî Tarîkatı’nın kurallarından biridir. Ancak zaman içinde kurumlaştırılmış olan râbıtanın, bütün tarîkat öncüleri tarafından onaylanmış, ya da üzerinde görüş birliğine varılmış çok net bir tanımı yoktur. Bununla birlikte gerek manzum, gerekse düz ifade olarak yalnızca birkaç kişi tarafından yaklaşık bir dille, râbıtanın ne olduğu anlatılmaya çalışılmıştır. Fakat başta Halid Bağdâdî olmak üzere bu şahıslar, meşruluğunun da ötesinde onun kaçınılmaz gerekliliğini, hatta râbıtanın, kaynağını Kurân-ı Kerîm’den ve Rasulullah (s)’ın sünnetinden aldığını kanıtlamak için olağanüstü çaba sarf etmişlerdir.
XIX. yüzyıla kadar râbıta hakkında önemli bir eleştiri yapılmamıştır. XIX ve XX. yüzyıllarda Hindistan’da kendisi de bir Nakşibendî Müceddidî olan Ahmed Şehîd Birîlvî ile Sıddîk Hasan Han Kannevcî ve İstanbul’da Hâfız Seyyid Hoca başta olmak üzere bazı kişiler tarafından râbıtaya eleştiriler yöneltilmiştir. Eleştirenlerin çoğu râbıtayı sadece bid‘at olarak görürken Hâfız Seyyid Hoca hem bid‘at hem şirk olduğunu ve putperestlik âdetlerine benzediğini öne sürmüştür. Bu eleştiriler üzerine bilhassa Nakşibendî Hâlidî mensupları râbıtayı savunmak için eserler kaleme almışlardır.
RÂBITA HAKKINDA DELİLLER
Biz bu bölümde tasavvufçuların râbıtaya getirdikleri delilleri madde madde verip, râbıtanın yanlışlığına kani olan muhakkik ulemanın bu konudaki açıklamalarını nakledeceğiz:
1) Râbıtaya Delil Ayetler:
A) “Ey iman edenler! Sabredin; (düşman karşısında) sebat gösterin; (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah’tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.” (Âl-i İmran, 200)
Ayetteki râbitû emrinden neyin kastedildiği hususunda Nakşibendi şeyhi Ömer Ziyâüddîn Dağistânî (ö. 1339/1921) şöyle der: “Âdetleri terk etmek hususunda nefsin üstün gelme isteklerine karşı çıkın, taat ve ibadetlerin ağırlık veren acılığına karşı dayanma gücü gösterin. Cenâb-ı Hakk‟tan tecellî edecek ilâhî vâridâtları gözetebilmek için sırrlarınızı takviye edin. Şeriat, tarikat ve hakikate göre zuhur edecek vâridâta sırrlarınızı hazırlayın. Murâbatasız müsâbere, müsâberesiz de murâbata olmaz. Bunların eksiksiz ve semereli bir şekilde yapılabilmesi seyr-ü sülûk ile mümkündür. Kul ancak böyle manevî bir terbiye ile hâl ve makamları sonuna kadar aşabilir.”[106]
Bu ayette söz konusu olan “râbıta”nın ne demek olduğu hususunda mûteber âlimlerimizin yorumlarını zikredecek olursak:
İmam Nesefi râbitû emrini: “Cihat sırasında Allah’ın düşmanları karşısında direnin, geri çekilmeyin. Cihat için hazırlıklı ve uyanık bulunun. Sınır ve nöbet yerlerinde direnip bekleyin, nöbetinizi ihmal etmeyin. Oralarda atlarınızı, her türlü silâhlarınızı, savaş araç ve gereçlerinizi sağlama alın. Sürekli teyakkuz hâlinde bulunun ve her an savaşa çıkacakmış gibi hazır olun”[107] şeklinde açıklamıştır.
Fahruddin Râzi de: “Hak Teâlâ’nın “nöbet beklesin” emri ile ilgili iki görüş vardır: 1- Bu, o kimselerin atlarını hudutlardaki nöbet yerlerine, karakollara bağlamalarından ibarettir. Onlar atlarını, hasım tarafların her biri, diğeriyle savaşa hazır olacak bir şekilde atlarını bağlarlar ve beklerler. Nitekim Cenâb-ı Hak, “ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla, Allah’ın düşmanlarını ve sizin düşmanlarınızı korkutasınız” (Enfâl,60) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s)’den: “Allah yolunda kim bir gün bir gece hudut nöbeti tutarsa, bir ay ihtiyacı dışında devamlı namaz kılan ve bozmadan oruç tutan kimsenin (ibâdeti) gibi ibâdet etmiş olur” dediği rivayet edilmiştir. 2- Murâbata, bir namazdan sonra diğer namazı beklemek manasına gelir. Bunun böyle olduğuna şu iki husus da delâlet etmektedir:
a) Ebu Seleme İbn Abdurrahman’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında, murâbata yapılan (hudut nöbeti beklenen ve kendisi için hususî atlar hazırlanan) bir savaş yoktu. Binâenaleyh bu âyet ancak, bir namazı kıldıktan sonra diğer namazı bekleme hakkında nazil olmuştur.”
b) Ebu Hureyre (r.a)’nin, namazdan sonra diğer namazı beklemeden bahsedip, sonra üç kere, “Dikkat edin, ribât işte budur!” dediği rivayet edilmiştir.
Bil ki bu lâfzı, zikredilen bu manaların hepsine birden hamletmek mümkündür. “Ribâtın kökü bağlamak manasına olan “rabt” etmektendir. Nitekim bir şeye sabreden kimseye,”Kalbini ona bağladı” denilir. Başkaları, bu kelimenin “devam ve sebat etme” demek olduğunu söylemişlerdir ki bu mana, bizim söylediğimiz sabretme ve kalbi bir şeye bağlama manası ile alakalıdır. Sonra bu sebat ve devam, cihâd için olabileceği gibi, namaz için de olabilir.”[108]
Sonuçta Murabata – râbıta iki türlüdür: 1. Yukarıda söylediğimiz, İslam ülkesinin sınır boylarında nöbet tutmak ve düşmana karşı uyanık olmak. Bu mana murabatanın hakiki manasıdır. 2. Nefsin hilelerine karşı uyanık olmak. Bu da murabatanın mecazi manasıdır. Bu manada olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: “Bir namazın ardından diğerini beklemek ribat/rabıta kabilindendir”. “Size Allah’ın hatalarınızı ne ile sileceğini, derecelerinizi ne ile yükselteceğini söyleyeyim mi? Evet, buyur, söyle dediler. Zor şartlarda dahi mükemmel bir abdest almak, mescitlere doğru çok adım atmak, bir namazın ardından diğerini intizar etmek… İşte ribat/rabıta budur, ribat/rabıta budur, ribat/rabıta budur”[109]
Günümüz müfessirlerinden Vehbe Zuhaylî de der ki: “ Sabredin yani isabet eden ağır işlere karşı nefsinizi tahammülsüzlükten alıkoyun, dinî yükümlülükleri yerine getirmeye katlanın. Sabır yarışı yapın. Savaşta karşılaştığınız sıkıntılara kâfirlerden daha çok sabırlı olun, sabırda onları geçin. Onlar sizden daha ileri derecede sabredenler olmasınlar. Nöbet beklesin; ribat yapın, yani cihad için serhadlerde düşmana karşı gaza yapmak için gözetleyiciler ve nöbetçiler olarak yer tutun. Allah’tan korkun, kendinizi Allah’ın gazabından ve hiddetinden uzak tutun; ki felah bulasınız, felahı umabilesiniz. Felah, cennete nail olmak, cehennemden kurtulmak ve kastolunan amelleri yapabilmektir.”[110]
Görüldüğü gibi ribat veya râbıta cihadla, sabırla, ibâdetlere bağlanmakla ilgili kavramlardır. Tasavvufçuların anladığı gibi bir anlam taşımamaktadırlar. Ne peygamberimiz, ne sahabeler, ne de sonradan gelen büyük âlimler böylesine bir râbıta yapmamışlardır. Bu anlamda râbıta, sonradan uydurulmuş bir şeydir. Bu âyet aynı zamanda Mü’minlere, birbirlerine bağlanmalarını, birbirlerine destek olmalarını, toplu bir şekilde İslâm ümmeti bağını güçlendirmelerini de emretmektedir.
Nitekim Kur’an’ın birçok âyetinde mü’minlerin birlik olmaları emrediliyor, onların kardeş oldukları vurgulanıyor. Müslümanların cemaat olmalarının, Kur’an’a topyekûn sarılmalarının din ve dünya açısından sayısız faydaları vardır. İslâm, kişiyi Allah’a bağlayan ve kurtuluşa götüren bir dindir. Herkes kendi sorumluluğunu kendisi taşır. Ancak İslâm, en iyi şekilde, bir müslüman cemaat arasında, onlarla beraber yaşanabilir.
Şeytan ve onun yardımcıları Müslümanları zayıflatmaktan ve İslâm’ın varlığını ortadan kaldırmaktan hiç bir zaman geri kalmadılar ve kalmayacaklar. Müslümanlar, cemaat halinde kuvvetli olurlar ve bu şekilde düşmanlarının zararını rahatlıkla savarlar. Rabbimiz, mü’minlerin her konuda, özellikle Allah’ın dinini koruma hususunda birbirlerine kuvvetli bağlarla bağlanmalarını, birbirlerine ‘rabt’ olmalarını istiyor. Bu bağ, sabır, tahammül, birbirlerinin ayıbını ve eksiğini örterek, birbirlerinin farklı görüşlerini hoş görerek, birbirlerinin zayıf taraflarını kapatarak olacaktır.
Sonuçta, Kur’an-ı Kerim’de zikredilen kelimeleri Arapçadaki asıl manalarından çıkarıp başka manalarda, herhangi bir delile dayanmadan kullanmak elbette ki isabetli değildir. Bu itibarla (rabitû) kelimesinden maksadın, Nöbet tutunuz demek olduğu muhakkaktır. Rabıta kelimesinin aslı Kurân-ı Kerim’de ve sünnette bulunmaktadır ve hakikat ve mecaz anlamlarıyla bugünkü tarikatçilerin anladığı anlamda bir râbıta yoktur. Kurân-ı Kerim’de ve sünnette bulunan bir kavramı Hz. Peygamber’in ve onu izleyenlerin anladığı gibi anlamak esastır. [111]
B) “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.”(Tevbe,119)
Hâlid el-Bağdâdî, bu âyet hakkında şöyle demiştir:“Büyüklerimizden bazıları: ‘Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz.’ âyetinin nass delaletiyle râbıtayı isbat etmişlerdir.”[112]
Bu hususta Ehl-i Sünnet ulemanın dediklerine bakalım: Tevbe Sûresi’nin 119’uncu âyet-i kerîmesi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in H. 8/M. 630 yılında tertip buyurduğu Tebuk Seferi’ne katılmaktan bilinçli olarak geri kalan Şair Kâab b. Mâlik, Hilâl b. Umeyye ve Mirâra b. Rabi’ adlarındaki üç zat hakkında inmiştir.[113]
Şeyhu’l islâm Ebussuûd el-İmâdî şöyle demektedir: “Ey İman edenler! Burada hitap geneldir. Bütün tevbekârlar öncelikle buna dâhildir. Bununla birlikte, özellikle Tebuk Seferi’ne katılmaktan kaçınanların amaçlandığı söylenmektedir.’Allah’dan sakınınız.’ Gerek işleyeceğiniz, gerekse bırakacağınız her şeyde (Allah’dan sakınınız.) Öncelikle savaşlar konusunda Hz. Peygamberle olan ilişkiler bu hitabın kapsamına girmektedir. ‘Ve sadıklarla birlikte olunuz.’ İmanlarında ve verdikleri sözde (onlarla) beraber olunuz. Ya da Allah’ın dini ile ilgili olarak (genel anlamda): niyette, sözde ve eylemde onlarla birlikte olunuz; veya her konuda (doğrularla beraber olunuz.) Veyahut tevbelerinde ve bağlılıklarında onlarla birlikte olunuz. Bu takdirde amaç, şu üç kişi ve benzer durumda olanlardır.”[114]
Dolayısıyla âyetin iniş sebebi berrak bir şekilde ortadadır. Şimdi, bu âyet-i kerîmeyi başka yönlere çekenlerin sapkınlıklarını teşhis edebilmek için onu, önceki iki âyetle birlikte tekrar inceleyelim. Allah Teâlâ, Tevbe Sûresi’nin, 117. 118 ve 119’uncu âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyurmaktadır:
Tevbe 117: “Gerçek şu ki Allah, Peygamber (s.a.v.)’i ve O’na o zor saatte uyan muhacirleri ve ensârı bağışladı. İçlerinden bazılarının kalpleri kaymaya yüz tutmuşken yine de onların tevbesini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı şefkatli ve esirgeyicidir.”
Tevbe 118: “Keza seferden kendilerini geri bırakan o üç kişinin de tevbesini kabul etti. Dünya bütün genişliğine rağmen onların başına daralmıştı. Canları sıkıldıkça sıkılmış, ancak Allah’a sığınmaktan başka çareleri olmadığını anlamışlardı. (Nihâyet) tevbe etsinler diye Allah onların tevbesini kabul buyurdu . Çünkü elbette tevbeyi kabul eden ve elbette ki esirgeyen Allah’dır.”
Tevbe 119: “Ey iman edenler! Allah’ın emir ve yasaklarına titizlikle uyun ve doğrularla beraber olun.”
Görüldüğü üzere son âyet, öncekileri âdetâ tamamlayıcı bir anlam sergilemekte ve çok genel bir mesaj vermektedir. Dolayısıyla bu olayın gerek o günün şartlarında uyandırdığı izlenimler ve sebep olduğu olumsuzluklar, gerekse dünya durdukça meydana gelecek benzerlerinin neden olabileceği sonuçlar bakımından bu âyette bizlere yöneltilmiş o kadar büyük bir uyarı vardır ki bu noktayı bilinçli olarak göz ardı edip onu şu anki haliyle uygulanan râbıta uygulamasına kanıt göstermek, Allah’ın yüce kitabını ciddiye almamaktan başka bir şey değildir!
C) “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”(Mâide,35)
Muhammed b. Abdullah Hânî (ö. 1279/1862), Behcetü’s-seniyye’sinde şöyle der: “Bu âyetteki mefhum mânâ umumîdir. Gelen emir vesîle aramak olduğuna göre, râbıta, vesîlelerin en faziletlisi olma durumunu kazanır. Ki bu vesîle, ya Resulüllah (sav) Efendimizdir, yahut onun mânevî varisleri, nâibleridir.”[115]
Mâide Sûresi’nin 35’inci âyet-i kerîmesi- ondan önceki iki âyet ve sonraki iki âyetle birlikte beş âyet olarak aynı olay hakkında birbirlerini tamamlayıcı şekilde inmişlerdir. Rivâyet edildiğine göre Ukl ve Urayna Kabîleleri’nden bir topluluk Medîne’ye gelerek Peygamber (s.a.v.)’i ziyaret etmiş ve Müslüman olmuşlardı. Çölün mahrumiyetinden şikâyette bulunan bu adamlara Allah’ın Elçisi ilgi göstermiş, hem İslâm’a ısınmaları, hem de dinlenmeleri için onları Medîne dışında havadar bir yerde ağırlamak istemişti. Ne var ki bu vahşi çöl adamları konuklandıkları bu mevkide bir süre kalıp rahatladıktan sonra Rasulullah (s.a.v.) tarafından onlara, sütünden yararlanmaları için tahsis edilmiş olan deve sürüsünün çobanını öldürmüş, develeri de alıp kaçmışlardı. İşte Mâide Sûresi’nin 35’inci âyet-i kerîmesi, yakalanan bu canilere uygulanacak cezayı bildirmek üzere inerken, bu münasebetle savaşlarda düşmana karşı nasıl davranılacağı ve Allah’ın hoşnutluğunun (başta cihad olmak üzere) çeşitli hayırlı amellerle nasıl kazanılacağı hakkında 34. 36. ve 37’nci âyet-i kerîmeler de (belki bu ilgiyle ve) bir çeşit tamamlayıcı bilgi olarak inmişlerdir.[116]
Meşhur müfessir İbni Kesir, ilgili ayetin tefsirinde der ki: “ Süfyân es-Sevrî der ki: Bize Ebu Talha… İbn Abbâs’tan nakletti ki; burdaki ‘vesileden’ maksad, yaklaşmadır. Mücâhid, Ebu Vâil, Hasan, Katâde, Abdullah İbn Kesîr, Süddî ve İbn Zeyd de böyle derler. Katâde de der ki: Allah’a itaat ederek ve O’nun hoşlanacağı amelleri yaparak O’na yaklaşın, demektir. İbn Zeyd bu âyeti bu şekilde okur.Bu imamların söyledikleri konuda, müfessirler arasında bir ihtilâf yoktur.”[117]
Vehbe Zuhayli’nin yorumunu nakledelim: “Yüce Allah, mümin kullarına kendisinden korkmalarını (takva sahibi olmalarını) emretmektedir. Allah’a itaat ile birlikte söz konusu edildiği takdirde, takvadan maksat, haramlardan uzak durup yasak kılman şeyleri terketmek olur. O halde ey müminler! Allah’ın emirlerine bağlanmak, yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah’ın gazabından, cezasından korkun. Ona yakınlaşmanın yollarını gereken şekilde arayın. Bu ise sizi onun rızasına ulaştıracak, ona yakınlaştıracak, cennette onun mükâfatını elde etmenizi sağlayacak olan yoldur.”[118]
Bu Ayetteki “vesile”; Allah yolunda, O’nun dininin hâkimiyeti uğrunda cihad etmektir. Yoksa, buradaki vesile’nin anlamı; bazı kimselerin zannettikleri gibi, Allah ile kul arasında yaklaştırıcı aracılar edinmek demek değildir. Allah, kuldan uzak değildir ki, Allah’a yaklaşmak için aracıya ihtiyaç olsun. Bu türden bozuk itikâdlar, insanları putlara ya da sâlih bilinen kimselere tapmaya, türbe ve mezarları ibâdetgâh edinmeye kadar götürür. Oysa Kur’an’da vesile dendiğinde anlaşılması gereken şey, bunlar değildir. Selef-i Sâlihîn’in tefsirleri incelendiğinde görülecektir ki, vesile’nin, Allah Teâlâ’ya sâlih ameller ile yakınlaşmak dışında bir anlamı bulunmamaktadır.
Burada Allah Teâlâ’nın bizden istediği şey: O’na yakınlık kazanmak için her yararlı işe sarılmak ve bütün hayırlı yolları denemektir. Çünkü bu âyet-i kerîmedeki ‘vesîle’ araç demektir. Öyle ise Rabb’imizin yakınlığını ve hoşnutluğunu bizim için sağlayacak olan her şey, bu âyet-i kerîmenin kapsamı içine girmektedir.
D) “Andolsun, o kadın (Züleyha) ona (Yûsuf‟a) musallat olmayı kafasına koymuştu. Eğer Rabbinin burhânını (delilini) görmemiş olsaydı, o da o kadını arzulamıştı. İşte Biz ondan o fenalığı ve fuhşu bertaraf edelim diye burhân gönderdik. Çünkü Yusuf, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.”(Yûsuf,24)
Bu âyeti, velîlerin tasarrufuna ve râbıtaya delil olarak gösterenlerden biri olan Hâlid el-Bağdâdî, özellikle mutezilî olan Zemahşerî’yi kaynak göstererek şu açıklamaları yapmıştır: “Rûhânî imdat ve tasarrufu, tefsirlerinde açıkça ifade edenlerden birisi de“Keşşâf” sahibidir. Her ne kadar o, bu konuda orta yolu bırakıp, (müfessirlerin çoğunun rivayet etmiş olduğu) tefsiri inkâr etmişse de söz konusu metni şu şekilde eserine almıştır: “Yûsuf (as), (kadınla aynı odada kaldığı ve onun çirkin teklifiyle karşılaştığı zaman) “sakın, sakın” diye bir ses işitti. Yûsuf (as) bu sese aldırış etmedi. Sesi ikinci sefer işitti, yine önem vermedi. Üçüncü sefer “ondan yüz çevir!” diye bir ses işitti. Bu söz de kendisine tesir etmeyince Hz. Yakub‟un (as) sûreti -parmaklarının ucunu ısırır bir halde- Yûsuf‟a (as) göründü. Bu esnada Yûsuf’un (as) göğsüne eliyle vurduğu da bazıları tarafından ifade edilmiştir.”[119]
Sûfiler, bu âyetteki burhân’ı, kâmil velîlerin uzaktan imdat ve tasarrufuna delil kabul etmişlerdir. Sûfîlere göre râbıta, bu âyetin tefsirinde açıklandığı üzere, (Yûsuf’un (as) Yakup‟u (as) hayâlen görmesi gibi) mürîdin, şeyhinin hayâlini gözünde ve gönlünde taşımasıdır.[120]
Bu âyette asla şu anki uygulanan haliyle râbıtanın meşruluğuna asla delil olamaz şöyle ki; muhakkik Ehl-i Sünnet müfessirleri âyetteki “Burhân” ifadesini şöyle izah etmişlerdir:
Fahruddin Razi der ki: “Ayetteki ‘Rabbin burhanı’ ile ne kasdedildiğini şöyle açıklarız: Peygamberlerin ma’sum (günahsız) olduğunu kabul eden muhakkik âlimler Hz. Yusuf’un gördüğü burhanı, birkaç şekilde açıklamışlardır.
a) Bu, zina fiilinin haram olduğu hususundaki, Allah’ın hüccetinin ve zina edecek kimseye terettüb eden cezanın bilinmesidir.
b) Allah Teâlâ, peygamberlerin nefislerini kötü huylardan temizlemiştir. Hatta Allah’ın, peygamberlerin yakın arkadaşlarının nefislerini bile, böyle kötü huylardan temizlediğini söyleyebiliriz. Nitekim Cenab-ı Hak, “Ey ehl-i beyt, Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler” (Ahzab, 33) buyurmuştur. Binâenaleyh burada Hz. Yusuf’un gördüğü bildirilen ilahî burhandan maksad, peygamberler için güzel huyların tahakkuk etmesi, onları öyle kötü işlere yönelmekten alıkoyan hallerin hatırlatılmasıdır.
c) Yûsuf (a.s), odanın tavanında,”Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz ki hayâsızlıktır, kötü bir yoldur” (İsra, 32) ayetini yazılı olarak gördü.
d) Bu, fuhşiyyatı işlemeye mâni olacak olan “nübüvvet”tir. Bunun delili, peygamberlerin, insanları kötülüklerden ve rezil-ü rüsvay eden şeylerden men etmek için gönderilmiş olmalarıdır. Dolayısı ile eğer peygamberler, kendileri her türlü kötülük ve fuhşa yönelirken, insanlara bunu yasaklamaya kalkışırlarsa, “Ey iman edenler, niçin kendinizin yapmadığı şeyleri söyleyip emrediyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, en şiddetli bir buğz bakımından Allah indinde büyüktür” (Şaff, 2-3) ayetinin muhtevasına girmiş olurlar.”[121]
Hâlid el-Bağdâdî‟nin, yukarıdaki âyette geçen burhân kelimesini “Yakup‟un (as) sûretinin görünmesi” şeklinde yorumlarken Zemahşerî’yi refere etmesi çok mânidardır. Sanki bakınız mutezilî olan Zemahşeri bile buna inanıyor, siz nasıl inanmazsınız imasında bulunmaktadır. Halbuki Zemahşeri böyle diyenler var diyerek onları eleştirmek için yazmıştır. Çünkü Zemahşeri’nin konuyla ilgili ayetin tefsirinde aynen şu ifadeler bulunmaktadır : “Ayette geçen “burhan” kelimesi şu şekillerde açıklanmıştır: Yusuf (a.s.) bir ses duydu, ‘Aman kadına yaklaşma!’ diye, ama aldırmadı. İkinci kez duydu, demini bozmadı. Üçüncü kez duydu, beriye çekildi ama Hz. Yakup’u parmaklarını ısırmış halde görünceye kadar bir şeyden etkilenmedi…Bu ve bunun gibi şeyler hurafeci zorbaların tutundukları şeylerdir. Allah Teâlâ’ya ve peygamberlerine iftira bunların dini olmuştur…”[122]
Biraz düşünülse bunun Yusuf Suresindeki başka âyetlere de aykırı olduğu görülür. Bir âyette şöyle buyuruluyor: “(Yakub) Onlardan yüz çevirdi. Vah Yusuf’um vah!” dedi. Üzüntüden iki gözüne de ak düştü. Kederi içine gömülüydü.“ (Yusuf 84) Bu olay, Yusuf’un, Mısır’a gelen kardeşlerinden Bunyamin’i, hırsızlık bahanesiyle alıkoymasından sonra olmuştu. Eğer Bunyamin’i Yusuf’un alıkoyduğunu bilseydi Hz. Yakub, böyle üzülür müydü?
Şu halde âyet-i kerîmedeki burhan ifadesini sırf râbıta için bir kanıt olarak ileri sürmek; ya da genelliğini kabul etmekle beraber hiç bir alâka yokken onu râbıta ile iliştirmek ve hele bütün bunların ötesinde, râbıtayı meşrulaştırmak için bu âyet-i kerîmeyi ve üstteki diğer üçayet-i kerimeyi alet etmek, iki ihtimali ortaya getirmektedir:
Birinci ihtimal : İslâm’ı çarpıtmak ve onu içeriden çökertmek için amaçlı düşmanlıktır ki bu ihtimali râbıta yapanlar ve yaptıranlar için düşünmek mümkün değildir.
İkinci ihtimal: Bilgisizlik, ya da bilgi yetersizliğidir; Buna bağlı şartlanmışlık altında gösterilen direniş ve inattır. Yani bu iş, esasen akıllı bir düşmanın marifeti olmasa gerektir.
Yazı dizimizin son bölümünde sûfilerce tevessülün bir çeşidi sayılan “Râbıta” konusunu ele alıp, tasavvufçuların râbıta’ya Kur’ân-ı Kerim’den getirdikleri delilleri serdedip râbıta’nın yanlışlığına kani olan muhakkik ulemanın açıklamalarını nakletmiştik. Bu sayımızda da konumuza devam edip Râbıta’ya delil getirilen Hâdis ve rivayetleri verip gerekli değerlendirmeleri yapacağız. Genel bir değerlendirme ile yazı dizisine son noktayı koyacağız.
2) Râbıtaya Delil Getirilen Hâdis ve Rivayetler
a) “Kişi sevdiği ile beraberdir”[123]
Sevilen kişinin seven üzerindeki tesirinden hareketle sûfîler, bu hadis-i şerîfin râbıtaya işâret ettiği üzerinde durmuşlardır.[124]
Bu hadisin daha geniş bir rivayetini aktaralım: Rasulüllah (sav) Medine-i Münevvereye hicret ettikten sonra hizmetine giren, dokuz on yaşlarında bu göreve başlayıp Rasulüllah (sav) vefat edinceye kadar on yıl kendisinin yanında bulunan Enes b. Malik (ra), Medinede olan bir olayı şöyle anlatır : “ Bir bedevi Hz.Peygambere (sav): “- Ey Allahın Rasulü “Kıyamet ne zaman?” diye sordu. Bunun üzerine Rasulüllah (sav): “Kıyamet için ne hazırladın?” Adam:“Allah ve Rasulünün sevgisini.” (Bunun üzerine) Rasulüllah şöyle buyurdu: “ Sen sevdiklerinle berabersin.”[125]
Hadis, müminleri hem Allah rızası doğrultusunda yaşamaya hem de Allah rızası dairesinde yaşayanları sevmeye davet etmektedir. Kişi, burada da orada da hep sevdikleriyle beraberdir. Öyle ise, nebilerle, sıddîklerle, şehidlerle beraber olmak isteyen, evvela onları sevmelidir ki, orada onlarla beraber olabilsin. Veya başka bir ifadeyle, ahirette nebilerle, sıddîklerle, şehidlerle beraber olacak olanlar, burada iken onları sevip maiyetlerinde bulunanlardır. Kötülükleri temsil edenler için de, yine aynı hadîs’in hükmü ve mânâsı geçerlidir. Hadisten rabıtaya delil bir hüküm çıkmamaktadır.
Tasavvufa bağlı olduğu halde onun kimi bidatlerinden uzak durmağa çalışan birtakım kişilerin râbıtaya kendi anlayışlarına göre anlam vermeğe çalışmaları tutarlı değildir, Çünkü tasavvuf literatüründe râbıta olsun, başka bir terim olsun, ne anlama geldiği ve nasıl uygulandığı bellidir. Tasavvufta rabıta denildiği zaman da bu şekil akla gelmekte ve bilinen uygulama anlaşılmaktadır. Onun için rabıtayı “İyi bir âlimi örnek almak” şeklindeki açıklamalar sahiplerinin iyi niyetini ortaya koyabilir, ama rabıtanın ne olduğunu ve nasıl yapıldığını göstermez. Bu bakımdan terimleri kişisel anlayışlarımıza göre yorumlayarak birtakım yanlışları temize çıkarmaya çalışmak kurtuluş yolu değildir.
b) “Ebu Bekirradıyallahu anhkaza-i hacet (tuvalet) için Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemden hali bir yer bulamadığından, bu durumu Efendimiz’e şikâyet etti. Efendimiz de ona ruhsat verdi”[126]
Bu rivayeti daha anlaşılır bir biçimde nakledelim: “Şiddetli sevgi ve muhabbetin bir tezâhürü olarak, Efendimiz’in (sav) hayâli gözünün önünden hiçbir zaman gitmeyen Hz. Ebû Bekir (ra), bir gün Resûlüllah’a (sav) gelerek, “Ey Allah’ın Resûlü, her zaman hayâliniz gözümün önünde duruyor. Hatta istemediğim bazı yerlerde bile yine sizi hayâl ediyorum” demişti. Peygamberimiz (sav) ona tahayyül etmeyiniz diye buyurmamışlardır.”[127]
Öncelikle şunu ifade edelim ki; Hz. Ebû Bekir’e (ra) atfedilen bu olayı, Buhârî eserinde zikretmiştir denilmektedir. Fakat yaptığımız araştırmalar neticesinde hadis kaynaklarında böyle bir bilgiye ulaşamadık. Bu haberin ne senedi ve ne metni ve ne de her hangi bir hadis kaynağında geçtiği belli değildir. Ancak itimad edilen kaynaklarda geçmediği muhakkaktır.[128]
Bu uydurma rivayet yerine, şu meşhur olayı aktarmak istiyoruz: Rasulullah’ın katiplerinden Ebû Ribi Hanzala b. er-Rebi el-Üseydi kendi başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır: “ Bir gün Ebû Bekirle karşılaştım. Bana: Ey Hanzala nasılsın? dedi. Ben: Hanzala münafık oldu dedim. O: Subhanallah sen ne diyorsun?! dedi. Ben: “Rasulullahın huzurunda bulunuyoruz. O bize cenneti ve cehennemi hatırlatıyor, sanki (cenneti ve cehennemi) gözlerimizle görüyoruz. Fakat Onun huzurundan çıkınca, hanımlarımızla, çocuklarımızla meşgul oluyoruz. Onların işleri ile meşgul oluyoruz. Çok (şeyi) unutuyoruz.” (Bunun üzerine) Ebu Bekir (ra) şöyle dedi: “Vallahi mutlaka bizler de bunun (söylediklerinin) benzeri ile karşı karşıya kalıyoruz.” (Hanzala (r.a) anlatmaya devam ederek): Ben ve Ebû Bekir (Rasulullaha) kopup gittik. Nihayet Rasulüllahın huzuruna vardık. Hemen ben, “Hanzala munafık oldu ey Allahın Rasulü” dedim. Rasulullah (s.a.v) bunun üzerine: “O nedir (o ne biçim söz)” dedi. Ben de şöyle dedim: “Ey Allah’ın Rasulü! Senin huzurundayken bize cehennemi, cenneti hatırlatıyorsun. Sanki gözlerimizle görüyoruz. Fakat huzurundan çıkınca, eşlerimizle çocuklarımızla meşgul oluyor, mesleğimizi icra ediyoruz. Çok (şeyi) unutuyoruz.” Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:“Nefsim kudreti elinde olana yemin olsun ki, yanımda bulunduğunuz hal üzere devam etseydiniz melekler döşekleriniz üzerinde ve yollarda sizinle musafaha ederlerdi. Fakat ya Hanzala, bir saat ibadetle bir saat dünya işleriyle uğraşınız, yeter” diye üç defa tekrarladı.”[129]
Şimdi sormak lazım: Acaba niçin sıfatlarından biri fetânet olan Rasulullah (sav), Hanzala (ra)’a “Ya Hanzala! Bana râbıta yap, karanlık bir odada günün şu saatlerinde ters teverruk oturuşuyla otur, gözlerini kapat, sabit kal ve benim suretimi düşün” buyurmadı?
İmam Malik (rh.a)’in dediği gibi: “Her kim İslam’da güzel görüp bir bid’at çıkarırsa, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in risâleti edâ etmede ihânet ettiğini iddiâ etmiş olur.”[130]
Sahabelerin Peygamber (sav)’i düşünmesi ise apayrı bir şeydir. Sahabe (ra), Peygamber’e ne olduğunu, kardeşlerine ne olduğunu, ümmetin sıkıntılarının ne olduğu konusunda sürekli düşünce halinde olurlardı. Bunun örnekleri pek çoktur. Görüldüğü gibi bu düşünmeyle rabıtadaki hayal etme birbirinden çok farklı şeylerdir.
Kişinin annesini, babasını, evladını, öğrencisini, şeyhini, işini vs düşünmesi hatırlamaktır. Rabıta değildir. Çünkü râbıta da karşılıklı düşünme ve haberdar olma yardımlaşma ve ne yaptığından haberdar olmak anlatılmaktadır! İşte bu tür sapkın anlayışlarda şeyhinin kendini her halde iken gördüğünü sanan cahil softalar tuvalet ve banyoya bile günlerce girememektedirler. Allah c.c. akıl fikir ve sahih bir itikat versin.
Peki farz edelim demiş olsun, Ebubekir (r.anh) tuvalette iken peygambere gelerek tuvalette bile iradem dışında aklıma geliyorsun dediğinde, devamında da senin kalbindeki feyizden nasipleniyorum demiş midir? Ya da her hangi bir sahabe, Rasulullah(sav)’ın ilim meclisleri dışında Rasulullah(sav)’ın diğer sahabelerini araya koyarak yada direktmen Rasulullah(sav)’ı düşünerek feyizlenmiş, yaptığı işe de râbıta yaptım demiş midir ? Tâbiinden böyle bir şey yapan olmuş mudur?
Mezheb ve akaid imamlarımızdan bu şekilde feyizlenmek râbıtadır diyen bir sözcük görülmüş müdür? İşin asıl feryadı figan kopan yeri ise bu düşünme (râbıta) esnasında düşünülenin düşünenden haberdar olması ve düşünenin nerede, ne zaman, nasıl ve ne istediğinden haberdar olduğunu ve yardım ettiği inancıdır. İşte bu Allahu Teâlâ’nın El- Esmâul Husnâ’sındaki bazı sıfatları mahlûkata vermek durumudur ki, yerine göre bu şirk de olabilir.
c) “Ölmeden önce ölünüz”
Râbıtayı savunan eserlerde: “Rabıta-i Mevt: Bu tür rabıta ölüm duygusunu bir an bile hatırdan çıkarmamaktır. Bu düşünce ve davranışları düzenlemek için lüzumlu olduğu kadar, “ölümden evvel ölüm” sırrına erebilmek, bedenimizi ölü gibi farz ederek, onun ruha verdiği bulanıklığı gidermeye çalışmak için de lüzumludur.”[131] şeklinde bu rivayet delil olarak kullanılmaktadır.
Öncelikle şunu bilelim ki: “Ölmeden önce ölünüz” sözü, Peygamberimizin (s.a) hadisi değildir.[132] Nitekim meşhur hadis âlimlerinden İbn Hacer el-Askalânî “sabit değildir” derken, Ali el-Kârî, bu sözün sûfilere ait bir kelam olduğunu ve “hakiki ölüm gelmeden önce şehevî arzulara uymamak ve ayartan nefsi gemlemek suretiyle mecazen ölmek” diye anlaşılması gerektiğine işaret eder.
Râbıta-i mevt tabiri, ölümü sürekli hatırda tutmayı, bir ayağı öbür âleme atmışçasına ötelerle irtibat hâlinde bulunmayı, bu dünyanın bir misafirhane olduğunu düşünerek ebedî saadeti kazanma gayretiyle yaşamayı ve tûl-i emelden kurtularak büyük bir alâka ile ahiretin yamaçlarına yönelmeyi ifade etmektedir. Bu anlamda şu hadîs-i şerîfi zikredebiliriz: Abdullah b. Mesud (ra) anlatıyor: “Efendimiz (sas), ‘Allah’tan hakkıyla hayâ edin’ buyurunca, ‘Ey Allah’ın Resulü, Allah’a hamd olsun biz Allah’tan hayâ ediyoruz, (ettiğimizi düşünüyoruz)’ dedik. O ‘hayır, zannettiğiniz gibi değil’ buyurdu ve şunları ekledi: ‘Allah’tan hakkıyla hayâ etmek, senin baş ve başta bulunanları (dil, göz, kulak, beyin vs.), karnı ve ilgili olanları (yenilen-içilen şeylerle birlikte her türlü arzu, şehvet vs.) koruman; ölümü ve kabirde bedenin çürüyüp dağılması dâhil, ölüm sonrasını düşünmendir. Ahiret saadetini isteyen dünyanın geçici güzellik ve lezzetlerini de terk eder. İşte kim böyle yaparsa Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş olur.”[133]
İlmi ve kudretiyle her yerde hâzır ve nâzır olan Allah’ın huzurunda olduğunu hisseden bir şuurlu müminin O’ndan başkasına teveccüh etmesi, başkalarından medet ve istimdat dilemesi tam olarak edepsizlik ve terbiyesizliktir. Bir Müslüman illa rabıta yapacaksa, ölümle yapabilir. Hayalen kendi geleceğine bakar, mezara girdiğini görebilir. Daha da ileriye bakıp bu dünyanın da fani olduğunu, Allah’tan başka bâkî kimse olmadığını yakînen anlar ve yalnızca O’na sığınır, O’na dua eder.
Görüleceği üzere Hadîs ve rivayetlerden de, bugünkü uygulanan tarzıyla bir Râbıta fiiline onay çıkmamaktadır.
RÂBITA HAKKINDA ÂLİMLERİMİZİN DEĞERLENDİRMELERİ
Üstâd Seyyid Mevdûdî kendisine tevdi edilen ‘sûfilerin râbıta ve semâ gibi uygulamalarının hükmü nedir?’ suâline şöyle cevap veriyor:
“Şeyh olgusuna ilişkin görüşlerimi kısaca şu şekilde ifade edebilirim: Bu konuya iki türlü yaklaşımda bulunulabilir. Birincisi: Bir insanı şeyh kabul etmeyi ve onunla rabıta yapmayı bir insanı dost edinmek ve onu hayalinde canlandırmak gibi herhangi bir fiil olarak görebiliriz.
İkincisi: Şeyhi ve onunla rabıta yapmayı Allah’a yaklaşma aracı olarak görebiliriz. Birinci yaklaşım, şeyh ve rabıta olguları ve sadece bu fiillerin caiz olup olmadıkları açısından sorgulanabilir. Bir insanı şeyh edinmek ve onunla rabıta yapmak herhangi bir fiil olarak niyete göre caiz de olabilir. Caiz olmayabilir de. Caiz kılan veya kılmayan niyetler üzerinde İslâm âlimleri durmuşlardır. Niyetin bu türünü Hakim Abdurraşid Mahmud bir yazısında açıklamıştır. Bu niyeti göz önüne alırsak, şeyh veya rabıta olgularına haram demekten başka bir çaremiz yoktur. İkinci tür niyeti ise âlim Zafer Ahmed açıklamıştır. Bu niyeti göz önünde bulundurursak da bunlara kolay kolay câiz değildir diyemeyiz. Bu durum tıpkı şu olaya benzemektedir: Bir kişiyi yabancı bir kadına bakarken gördüğümde, ona nedenini sorsam, o da bana nefsine uyarak duygularım tatmin etmek için baktığını söylese, ben de zorunlu olarak yaptığı işin caiz olmadığını söylerim. Aynı durumdaki bir başka kişi, bakış nedeni olarak bu yabancı kadınla nikâhlanmak istediğini belirtirse, ben de yine mecburen caiz olan bir iş yaptığını söylerim. Çünkü öne sürdüğü neden İslâm hukuku açısından geçerlidir; yanlıştır denemez.
Şeyh ve rabıta olayının ikinci türüne gelince: bunların kesinlikle caiz olmadığı ve yanlış oldukları konusunda hiç bir zaman şüphem olmamıştır. Ne kadar büyük bir şahsiyeti şeyh edinirse edinsin ve ne kadar büyük bir şahsiyeti rabıta yaparsa yapsın, o kişi yanlış ve caiz olmayan bir iş yapmış olur.” [134] “…Ben, semâ’yı Allah’a yaklaşmaya bir vesile olarak gören büyüklerin içtihadının doğru olduğunu kabul edemem. Veya şeyhi râbıta etme yoluna başvuran kişilerin görüşlerinin isabetli olduğunu söyleyemem. Ben böyle şeyleri yanlış olarak görüyor, bu gibi şeylere karşı çıkmayı ve insanlara bunlardan kaçınmalarını öğütlemeyi gerekli hissediyorum. Ancak, şu da var ki, bu gibi usullerin nispet edildiği büyük sûfilere saygısızlık edilmesini doğru bulmuyorum.”[135]
Bir de Râbıta’nın hükmünü kendisi de Nakşibendi tarikatı şeyhi olan ve 2013 yılında vefat eden Muhammed Emin Er[136] hoca’dan nakledelim: Muhammed Emin Er hoca kendisine sorulan: “Seyda[137], râbıtayı nasıl tarif ediyorsunuz?” suâlini şöyle cevaplıyor: “ Bizde râbıta, muhabbet manasında olan râbıtadır. Mürid şeyhini, ana-babadan daha ziyade sevmeli ve onun emrini yerine getirmelidir… Çünkü ana-baba insanın dünya hayatına; şeyh ise âhiret hayatına sebeptir. Öyleyse şeyhin söylediği söze “yok” denmemeli; derhal yerine getirilmelidir. Fakat şeyh, şeyh olmalıdır. Yani şeyh; ilim, amel ve ihlas sahibi olmalıdır… Şeriata ve Hz. Peygamber’e bağlı olmalıdır. Mürid öyle bir şeyhi bulmuşsa ona teslim olmalıdır. Teslimiyet olmazsa, yüz sene müritlik de yapsan bir faydası olmaz… Teslimiyet ve muhabbet lazımdır. Mürid şeyhini ana-babasından daha fazla sevmelidir. İlim, amel, ihlas, tarikat ve sünnete ittiba sahibi bir şeyhe teslim olunduğunda kısa bir zamanda maksada vasıl olmak mümkündür. Ama “ben kendi kendime bu işi yaparım” derseniz bu çok zordur. Ancak Gazzâlîler gibi olursan kendini kurtarabilirsin yoksa mürşidiniz olmazsa bataklıkta kalakalırsınız.
Az önce de söylediğimiz üzere râbıta, muhabbet bi’ş-şeyhdir. Müridin şeyhini azim bir muhabbetle sevmesidir… Ana-babasından üstün tutmasıdır. Her şeyde olduğu gibi râbıtanın da meşru olanı vardır fakat meşru olmayanı da vardır. Şeyhin suretini karşısına getiriyor. Onun alnına bakıyor… Gözleri kapalı olarak şeyhin alnından bir nurun geldiğini hissediyor… Kalben yardım talep ediyor. Böyle bir şeye de râbıta deniyor. Sanki daima şeyhinin ruhaniyetiyle beraberdir. Böyle çeşitleri de var râbıtanın… Fakat İstifâza[138] manasındaki râbıta bidattir. Hâlis râbıta kalbin bir şeye bağlanmasıdır. Bir kimse para kazandığı işini seviyor, diğeri karısını seviyor ve onu daima hatırında tutuyor… İşte bu, râbıtadır. Hiç râbıta yapmayan var mıdır? Şakî kimseler, bazı haramları sürekli hatırında tutuyor; bu da bir râbıtadır. Fakat tasavvuftaki râbıta Allah Teâlâ’yı daima tefekkür etmek, O’nu mütemadiyen hatırda tutmaktır… Zâhirin halk ile; bâtının Allah Teâlâ ile olmasıdır. Meşru râbıta budur. Bir de cebinde, yanında resim taşıyarak ve karşısına resim koyarak rabıta edenler var ki, bu çeşit rabıta kesinlikle haramdır. Ve insana fayda yerine zarar verir. Avamdan bazı kişiler namazda bile rabıta yapıyorlarmış bu çok tehlikelidir. Kişi namazda fatiha’yı okurken ‘iyyake na’budu ve iyyake neste’in’ dediği anda şeyhiyle rabıtalı olursa bu şirke kadar götürür, insanı. Çünkü şeyhine ibadet etmiş ve şeyhinden yardım istemiş olur. Bunlar korkunç şeylerdir. Allah muhafaza buyursun.”[139]
Bir de günümüz fıkıhçılarından Faruk Beşer’in “Mürşide rabıta olayının aslı var mıdır, varsa nasıl yapılmalıdır? Eğer yoksa yapılmasındaki sakıncalar nelerdir? “ suâline verdiği cevabı –özetleyerek- aktaralım:
“Tasavvufta rabıta denince, Nakşiler tarafından (Yani Hz. Peygamber’den yaklaşık 800 sene sonra) geliştirilen bir disiplin akla gelir. Mürit şeyhini sevecek, ona kalben bağlanacak, buradan Hz. Peygamber’e, oradan da Allah’a ulaşılacak ve O’nunla irtibatlı olunacaktır. Bunun için mürit öncelikle şeyhinin suretini hayal edecek, onun güzelliklerinin, ahlakının kendisine feyezan etmesini isteyecektir. Hatta şeyh müridini Allah’a bağladığı için onun kendisi bizatihi rabıtadır/bağdır. (Enver Fuad, Mu’cem 88). Bu hayal etmeyi gerçekleştirmek üzere bazı tarikatlarda müritler, üzerlerinde şeyhinin resmini bulundurmaktadırlar. Hatta Hz. Peygamber (sav) adına yapılan hayali bir resmi üzerlerinde bulunduran tarikat mensupları da vardır ve bana bu resmi gösterdiler. Bu elbette cehaletten öte bir cinayettir.
Böyle bir eğitim tekniği kullanıldığında olumlu sonuçlarının ve bir takım psikolojik faydalarının olup olmayacağı eğitimci gözüyle tartışılabilir. Ama rabıtanın bir ibadet olduğu var sayılırsa bunu İslam’ı anlama usulü içerisinde bir yere oturtmamız elbette mümkün gözükmemektedir. Şöyle de diyebiliriz: Bir ibadet düşünün ki, Hz. Peygamber onu hiç yapmamış, öğretmemiş ve onu izleyen selefi salihin de böyle bir şeyden haberdar olmamıştır. Böyle bir ibadetin olması mümkün değildir. Bu anlamdaki rabıta için delil getirilen: “Sadıklarla beraber olun” mealindeki ayet-i kerime, ya da “Kişi sevdiğiyle beraberdir” hadisi şerifi de İslamî gelenek içerisinde “rabıta” ortaya çıkıncaya kadar hiç böyle anlaşılmamıştır. Zorlama bir tevil yapmadan böyle anlaşılması da mümkün değildir. Zorlama tevillerin insanları saptıracağını da bizzat Kur’ân-ı Kerim söylemektedir. (Bkz. 3/7). Sahabe efendilerimizin Hz. Peygamber’e olan sevgilerinden böyle bir uygulama çıkarmak da mümkün değildir. Aksi halde, Allah Rasulü’nü izleyen 800 yıl, insanlar, hatta bizzat Hz. Peygamber’in kendisi bunu keşfedememiş ve anlamamış olurlardı. Oysa akide ve ibadetler konusunda en doğru anlama, Hz. Peygamber’le beraber olanların, sonra da onları izleyenlerin anlamasıdır. Bunda bütün İslam âlimleri ittifak halindedir.
Rabıta tasavvufun şartlarından değildir ve tasavvufun Ehl-i Sünnet çizgisinde yaşandığı ilk yüzyıllarında da onda bu anlamda bir rabıta hiç olmamıştır. Sevginin, bağlılığın, kardeşliğin, ittibaın rabıta diye anlatılması da elbette isabetli olmaz. Dolayısıyla rabıtayı kabul edip etmemekle, tasavvufu kabul edip etmemek farklı şeylerdir. Doğrusu sağlam tarikatlerdeki[140] güzel insanların hatırı için rabıtayı da onların anladığı gibi kabul etmek isterdim. Ancak İslam’ın ve hakikatin hatırı daha büyüktür ve buna karşı saygısızlığı hiç göze alamam, bu sebeple de dini bir delile dayanmayan bir uygulamayı gerekli göremem. Durum bu olmakla birlikle, birleri bunu bir eğitim aracı olarak görür ve uygularlarsa kendi bilecekleri bir şeydir ve dediğimiz gibi bu tartışılabilir. Ancak ben hiçbir tarikatın rabıtaya böyle baktığını görmedim. Aksine o bir ibadet olarak görülür ve hatta müritler çoğu zaman onu günlük farz namazlarından daha önemli tutarlar.
Günümüzdeki en büyük İslam âlimleri, sözünü ettiğimiz anlamdaki rabıtaya bidat olarak baktıklarını da burada zikretmeliyiz. Mesela Ramazan el-Bûtî şöyle söyler: “Şüphesiz tarikat şeyhlerinin sonradan icad ettikleri rabıta bidattir, çünkü bunun dinde hiçbir dayanağı bulunmamaktadır.”[141]
Rabıta ile ilgili olarak söylenecek çok söz vardır. Özellikle bazı odakların dürtüleri altında rabıtanın son zamanlarda daha sıkça gündeme getirildiği göz önüne alınacak olursa, İslam’ı çok daha içerden deformasyona uğratmak isteyenlerin atakta olduğu ihtimali büyüktür. O bakımdan, hem İslam inanç sisteminin disiplinini korumak, hem de kişilerin münferid hükümleri şeklinde ortaya çıkan polemiklerle Müslümanlar arasında doğabilecek huzursuzlukları önlemek için her şeyden önce bu konunun İslam âlimleri tarafından ortak bir çalışma ile ele alınarak kesin bir şekilde sonuca bağlanmasının gerekliliğine inanıyoruz.
Müslümanların yüzyıllardır anlaşamadığı, üzerinde ihtilaf ettikleri meselelerden biri de hiç şüphesiz Râbıta meselesi’dir. Rabıta yapmanın ne Kuranda ne de sünnette hiç bir delili yoktur. Yani râbıta yapmak hakkında ne yaratanımız, rabbimiz Allah’ın (c.c.) bir emri ne de onun elçisi Muhammed (s.a.v)’ in bir sünneti mevcut değildir.
Eğer birileri “râbıta yapmaktan kastımız ibadet yapmaktır” derse biz ona bu ibadetin kendisine yapıldığı mabudunu (ilah/tanrı)sormakta haklı olduğumuzu söyleriz. Cevabı “Allah” olursa Allah’ın emretmediği ve rasulu’nun bildirmediği bir şeyi Allah’a ibadet olarak yapmaması gerektiğini söyleriz. Râbıta bir ibadet olarak yapılıyorsa Kuran ve sünnette bulunmadığı için en azından dinde bid’at konusuna girer ki bid’atın mekruh, haram, şirk ve küfür’e kadar uzanan geniş bir alanı vardır. Rabıta için sadece bid’at demek bile onun yukarıda saydığımız mekruh, haram, şirk ve küfür gibi hallerden en azından birine dahil olduğu anlamına gelir. Tabiatıyla bu da eşittir “rabıta yapmak günahtır” demek olur.
“Hayır efendim, biz rabıtayı ibadet kastıyla yapmayız. Bu bir eğitimdir, dolayısıyla mubahtır.” denilecek olursa bir şeyin mubah olmasının şartlarına bakarız. Bir şeyin mubah olmasının en mühim şartı, içeriğinde dinin sahibinin (şâri’) menettiği herhangi bir itikadi ya da ameli yasağın bulunmamasıdır. Acaba Rabıta yapmak bu açıdan mubah görülebilir mi? Maalesef… Çünkü rabıtanın içeriğinde Allah’tan başkasını tazim yoluyla düşünmek, Allah’tan başkasından yardım ve feyiz istemek/beklemek, son derece tevazu ile şeyhe huşu etmek, ona boyun eğmek, inabe etmek/ yönelmek, ona en derinden sevgi ve itaat gibi sadece Allah hakkında caiz olan şeyler bulunmaktadır. Bunun yanında rabıta için zaman ayırmak, temiz bir yer aramak ve oturmak, gözleri kapamak gibi kuralları bulunmaktadır. Şayet Rabıtadan kasıt kişinin sevdiği zevat ve şahsiyetleri düşünmesi, hayal etmesi ve tefekkür etmek suretiyle hatırlaması denirse buna kimsenin karşı çıkacağını ve bid’at ve yasak olduğunu iddia edeceğini zannetmiyoruz, Zira bu çok doğal olan bir şeydir ve hatta güzel olan bir tutumdur. Allah Resulunu ve onun güzide ashabını, onların Din-i Mübin-i Ahmediyye uğrunda gayret ve mücadelelerini, zühd ve takva dolu hayatlarını düşünüp, tefekkür edip kişinin kendi kendine nefis muhasebesi yapması gibi.
Bu içerik itibarıyla rabıta mubah bir iş olarak kabul edilemez. Çünkü Allah’tan başkasından yardım dileyerek yalvarmak (en azından amelî) şirkin ta kendisidir. Efendim, bu peygambermiş evliyaymış denilemez. Kim olursa olsun Allah’tan başkasına yalvarmak, yardım için ondan istimdat etmek, medet beklemek, feyiz vereceğini düşünerek ondan feyiz istemek tamamen dalâlettir. Ayrıca bir ibadet edası içinde bunu icra etmek bu fiil hakkındaki tüm hüsnü zanları boşa çıkarmaya yetmektedir.
Rabıta ve benzeri batıl görüşler, ister birinin kendi öz düşüncesinden doğmuş olsun, ister başka bir dinden taklit yolu ile alınıp İslam’a bulaştırılmış olsun, büyük ihtimalle her şeyden önce bilgisizliğin bir sonucudur. Konunun çemberi çok geniştir. Ancak bu çemberin içinde dolaşırken Allah’a ve peygambere layık olmayan şeylerin mal edilmemesi, Allah’ın bütün noksan sıfatlardan tenzih edilmesi, kemal sıfatlarıyla nitelenmesi, tevhidine gölge düşürülmemesi, Hz. Peygamberin de onun kulu ve elçisi olarak öğrettiği biçimde istendiği kadar övülmesi, ona saygı ve sevgi gösterilmesi yegâne ölçü olmalıdır. Yapılan bu işe bir kişi “râbıta” ismini yakıştırmakta ısrar ediyorsa, bu adı mutlaka İslam’ın değerleri arasında görmek istiyorsa ve hele şeyhin şeklini sürekli canlandırmaya “râbıta” deyip İslam’la herhangi bir surette irtibatlandırmaya çalışıyorsa, bunun bir sebebi vardır ve bu da kesinlikle yukarıda sayılan faktörlerden biri ya da bir kaçı olmalıdır. Eğer yıkıcı bir niyet yoksa bu faktörlerin birincisi cehalettir, İslam’ın hakikatlarını bilmemektir veya henüz kavramamaktır.[142]
YAZI DİZİSİNİN GENEL DEĞERLENDİRMESİ
Tevessül ana başlığıyla başladığımız yazı dizisinin sonuna geldik. Son iki yazıda tasavvufçularca tevessülün bir türü sayılan Rabıta’yı ele alınca konu biraz dağıldı. Bu yüzden genel olarak ulaştığımız sonuçları maddeleyerek yazı dizimizi bitirmek istiyoruz:
1) Allah Teâlâ her şeyin tek yaratıcısı, İdarecisi ve yok edicisidir. Hz. Muhammed (sav) de dâhil hiçbir peygamberin veya onların ümmetlerinden hiçbir şahsın bu konuda yetkisi yoktur, İnsan kendisine verilen aklın sınırları çerçevesinde ve imanın nurlarıyla yaratıcısını sıfatları, fiilleri ve tecellileri ile tanıyabilir, Allah’ı tanıyan O’na kullukta ve yakınlıkta başkasını vesîle edinmez. Allah’a, O’nu görüyormuş gibi ibadet etme, sorumluluk bilinciyle davranışlarına yön verme şuuruna henüz eremeyenler ise, bu hâle kavuşuncaya kadar bir takım şeyleri vesîle edinirler. Bu durum, yüzme sporunu öğrenmeye çalışan bir sporcunun antrenöre olan ihtiyacına benzetilebilir. Yüzmeyi en ince ayrıntısına kadar öğrenen bir yüzücü başkasına ihtiyaç duymaz. Kişinin doğrudan Allahtan yardım istemesi, tehlikeli ve sıkıntılı zamanlarda sadece Ona sığınması, İslâm’ın itikad ve ibadet ilkeleri açısından tercih edilecek yegâne davranıştır. Bâzı kimselerin, sâlihlerin gıyablarında veya kabirlerini ziyâret esnâsında; “Ey filân zât! Bana şifâ ver! Benim şu ihtiyâcımı gider!” gibi sözlerle doğrudan doğruya kendilerinden talepte bulunmaları, türbelerin etrafında toplanıp medet, şifa, imdat… beklemeleri son derece yanlış ve şirke kapı aralayabilecek olan istigâse cümlesindendir. Şüphesiz bu tür istigâseler için birtakım te viller yapılabilirse de, gâyet hassas olan Tevhîd akîdesinin özünü zedeleyebilecek bu ve benzeri câhilâne hareketlerden şiddetle sakınılmalıdır. Müşkillerin bertaraf edilmesinde, kâinâtın sevk ve idâresinde, Allâh tan gayrısının mutlak tasarrufunun bulunabileceği intibâını veren bu nevî ifâdeler, aslâ kullanılmamalıdır.
2) Üç tevessül çeşidi; Esmâ-i hüsnâ (Allâhın isim ve sıfatları), Sâlih amel ile tevessül ve hayatta olan bir insandan Duâ talebi ile tevessül, İslâm âlimleri arasında ittifakla kabul görmüş ve tavsiye edilmiştir. Hasen isnadla sabit olan Melekler ile tevessülü de bu sınıfa dâhil etmek mümkündür. Zât ile tevessül başlığı altında yer alan tevessül çeşitleri; Peygamberler ve sâlihlerin Allah nezdindeki mertebesi ile tevessül, Peygamberler ve sâlihlerin Allah nezdindeki hakkı ile tevessül ve Vefatından sonra Peygamberler ve sâlihlerle tevessül ise, münakaşa mevzuu olmuştur. İbn Teymiyye ve onun açtığı çığırı devam ettiren âlimler, söz konusu tevessül çeşitlerini kabul etmeyip -en azından- bidat olduğunu ifade ederlerken, Takıyyüddîn es-Sübkî ve onun çizgisini takip eden âlimler de söz konusu tevessül çeşitlerini kabul, hatta tavsiye etmişlerdir.
Özellikle kabirlerde yatan evliyâ addedilen kişilerle tevessülü reddedenler, konuyu İlah-Rab, kul ve ubudiyet üçlüsü etrafında değerlendirmektedirler. Bilindiği gibi, dua bir ibadettir ve ibadet, ancak Allah’a yapılır; yardım da -vasıtalı veya vasıtasız- yalnız Allah’tan gelir: “Ancak sana kulluk eder ve yalnız Sen’den yardım dileriz.” (Fatiha,4) Başta İbn Teymiyye olmak üzere bu tür tevessülü caiz görmeyenler, insanların şirke sapılmasından korkmuşlar; Bu bağlamda tevhid ilkesinin muhafazasına dikkat çekip ve bunu bozacak en küçük bir şüpheyi dahi reddetmişlerdir. Bu titizlikten dolayı birçok davranışı şirk olarak nitelendirdikleri doğrudur. Tevhid gibi yüce bir gayeye hizmet eden bu insanlara tepki, onların bu konudaki sert tutumlarından dolayı gelmiştir.
Her iki gurubun delilleri mukayese edildiğinde, böyle bir tevessül şirk kabul edilmese de, bunun dinin ruhuna uygun bir davranış olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü bu tutum peygamber ve veli ruhu da olsa -Allah’dan başka varlıklara dua etmeye ortam hazırlamaktadır ki bir Müslüman’ın bu konuda oldukça duyarlı olması gerekir. Şu halde böyle tartışmalı tevessüllere başvurmaktansa, daha önce belirtilen ve bütün âlimlerin tartışmasız benimsediği, Kur’ân ve Sünnet’te mevcut tevessüllere yönelmek daha uygun bir davranış olur.
3) Aslında, dîn-i hâlis tevhid titizliğini ileri sürerek tevessül meselesine mesafeli yaklaşan hüsn-i niyet sahibi bir müminin tepkiyle karşılanması nasıl uygun değil ise, nazarî veya amelî bakımdan tevessülü benimseyen bir Müslüman’ın şirkle suçlanması da doğru değildir. Her iki taraf, meseleyi büyütmeden ve işi husumete dönüştürmeden birbirini müsamaha ile karşılamalıdır. Nitekim, istiskâ konusunda “Sâlihlerle tevessülde bir beis yoktur” görüşü ile Ahmed b. Hanbel’in “Yalnız (hâsseten) Peygamber (s.a.) ile tevessül edilir” sözü kendisine bir suâl olarak tevcih edilen Muhammed b. Abdilvehhâb gibi bir şahsiyetin verdiği şu cevaptan, tevessülün o kadar büyütülecek bir mesele olmadığını öğrenmekteyiz: “Bazıları sâlihlerle tevessüle ruhsat vermekte, bazıları da onu Peygambere (s.a) has kılmaktadır. Âlimlerin ekserisi ise ondan nehyetmekte ve onu mekruh görmektedir. Bu mesele (tevhid ve akâidin değil) fıkhın meselelerindendir. Cumhurun “mekruh” görüşü bize göre doğru olmakla birlikte, biz onu yapan (tevessülde bulunan) kimseyi yadırgamayız. İctihad meselelerinde yadırgama (inkâr) bahis konusu olmaz …” [143]
4) Rabıta yapmanın ne Kuranda ne de sünnette hiç bir delili yoktur. Yani râbıta yapmak hakkında ne yaratanımız, rabbimiz Allah’ın (c.c.) bir emri ne de onun elçisi Muhammed (s.a.v)’ in bir sünneti mevcut değildir. Âyet ve hadislerin çoğunda râbıta, Allah ve Peygamberin düşmanlarına karşı silahlanma, cihat için hazırlıklı olma, Müslümanlarla kâfirlerin arasındaki hudut karakollarında nöbet bekleme ve bu duygulara sıkı sıkıya bağlı olma demektir. Buna göre ayet ve hadislerde kasdedilen anlamlardan mutasavvıfların uygulamasını destekleyecek en ufak bir işaret yoktur. Ayet ve hadislerde dile getirilen cihad ruhunu meskenete çevirmekten başka bir şey yapmayan mutasavvıflar Kur’an ve hadislerdeki bu ribat kelimesini çok yanlış bir alana çekmişlerdir. Hiçbir sahabi Resulullah’ı aracı kılarak rabıta yapmadığı gibi, hiçbir tabii de sahabe’yi aracı kılarak rabıta yapmamıştır. Rabıtanın bu şekildeki uygulaması tarikatların Hicri yedinci yüzyıldan sonraki dönemlerde uydurdukları bir bid’attir.
Rabbimize ilticâ ederek yazı dizimizi noktalayalım:
“ Allahım! Güzel isimlerin, yüce sıfatların; Sana olan imanımız, Rasuluna duyduğumuz sevgi ve sünnetine olan bağlılığımız; ancak senin vechini gözettiğimiz salih amellerimiz ve içimizden salih kimselerin duasıyla sana yakınlık umar; Bizleri yolunda çaba gösteren, yoluna çağıran Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetine bağlı, haktan ayrılmayan muvahhid kimseler kılmanı, bizi düşmanlarımıza galip getirip aziz Dinin İslâmı yüceltmeyi bizlere nasip etmeni Senden dileriz. Rabbim, azımıza çok mükâfatlar versin. Akidemizi, niyetimizi ve amelimizi rızasına uygun kılsın. Rabbim bizleri sözü dinleyip en güzeline, sözün doğrusuna uyan; bâtıl ve hurafelerden uzak duran muvahhid Müslümanlardan eylesin. (Amin)
DİPNOTLAR
1] İbn Teymiyye, Takıyyüddîn Ahmed , Kâide celîle fit-tevessül vel-vesîle, Beyrut 1390; Sübkî, Takıyyüddîn Ebûl-Hasen Ali , Şifâus-sekâm fî ziyâreti hayril-enâm, Mısır 1318.; Muhammed Nâsıruddîn Elbânî (v. 1419 1999), et-Tevessül envâuhû ve ahkâmuh, Beyrut 1406;Muhammed Zâhid Kevserî, Mahkut-tekavvül fî meseletit-tevessül (Makâlât içinde), Kahire 1414; Abdullah b. Muhammed b. es-Sıddîk Gumârî, İrğâmul-mübtedi el-gabiyy bi cevâzit-tevessül bin-Nebiyy,Amman 1412;
Ülkemizde de Ali Ataç, Kelâm ve Tasavvuf Açısından Tevessül (Basılmamış doktora tezi), İstanbul 1993; Zekeriya Güler, “Vesîle ve Tevessül Hadislerinin Kaynak Değeri”, İLAM Araştırma Dergisi, c. II, sayı1,s.83-132.Mehmet Necmettin Bardakçı, “Tasavvufi Bir Terim Olarak Tevessül ve Vesile”,”Tasavvuf” dergisi, I 2, 33. Ahmet YILDIRIM tarafından Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları adıyla doktora tezi (Ankara 1996) , Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,Ankara 2000 gibi çalışmalar yapılmıştır.
[2] Özellikle Türkiye’de Nakşibendi tarikatına mensup başta Cübbeli Ahmet hoca olmak üzere bazı tarikat erbabının bu konudaki yanlış beyanatları ve buna karşın İbni Teymiyye ve Nasıruddin Elbânî çizgisini takip edenlerin, sözlü veya yazılı sert üsluplarıyla, tevessül konusunu gereğinden fazla büyüterek ümmetin tek meselesi bu imiş gibi davranmaları bir gerçektir.
[3] Zekeriya Güler, Vesîle ve Tevessül Hadislerinin Kaynak Değeri (Tahric ve Değerlendirme), İlam Araştırma Dergisi, c. II, sy. 1, . 83-132, Ocak-Haziran 1997
[4] İsmail b. Hammad el-Cevherî, Sıbab, (I-VI), Kahire 1982, c. V, s. 1841; Râğıb el-lsfahânî, el-Müfredât, Beyrut tarihsiz, s. 524; İbn Manzur, Lisânu l-Arab, (I-VI), Kahire tarihsiz, c. VI, s. 4737; Mütercim Asım Efendi, Okyanus, Kamusul-Muhît Tercümesi, İstanbul 1333, c. III, s. 374.;İbn Kesir, Tefsirul-Kur âni l-Azim., (I-IV), Beyrut 1969, c. II, s, 52.
[5] İbn Fâris, Mu cemu Makayîsi l-Luğa, Mısır 1971, IV. 400.
[6] Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi, “İstimdad” Maddesi, cilt: 23, sayfa: 363-364, İstanbul, 2001
[7] Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Ġāyetü’l-merâm, Riyad, ts. (Metâbiu Necid), I, 251-255
[8] Hâlid el-Bağdâdî, Risâle fî ĥaķķı’r-râbıŧa ve’l-istimdâd mine’l-evliyâ (Risâle fî ĥaķķı’s-sülûk içinde), [baskı yeri ve tarihi yok], s. 20-25
[9] Yûsuf Şevkī el-Ûfî, Hediyyetü’ź-źâkirîn ve ĥüccetü’s-sâlikîn, Kahire 1307, s. 3, 7-9
[10] Taberani, el-Mu’cemü’l-Kebir, No: 290, 17/117, Heysemi, Mecme’u’z-Zevaid, No: 17103, 10/188
[11] İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşf’ul-hafâ, Beyrut 1988/1408, c. I, s. 8.
[12] İmam Birgivi, Ziyaretu’l-Kuburi, eş-Şeriyyeti ve’ş-şirkyiye (Şer’i ve Şirki Kabir Ziyareti) / (Bidat ve Müstehab Kabir Ziyaretleri), s.53-55,Guraba yayınları, İstanbul,1997
Şeyh Muhyiddin Muhammed bin Ali el-Birgivi el-Hanefi (rh.a) , 1521 senesinde Balıkesir’de doğdu. Yöresindeki birçok alimden İslami ilim tahsil etti. Zamanında kabirler üzerine türbe yapılması, buralarda mum yakılması, ücret karşılığında Kur’an okunması gibi bid‘atlar ve ayrıca bâtıl itikadlarla, kadılar arasında rüşvetin yaygınlaşması, zengin çocuklarına ücretle ilmî pâyeler verilmesi gibi meşrû olmayan uygulamalara karşı da mücadele etti. İkinci Selim’in hocası Ataullah Efendi, Birgivi’nin ilimdeki kudretini takdir ederek, onu Birgi’de yaptırdığı medresenin müderrisliğine tayin ettirdi. Birgi’ye yerleşip ömrünü talebe yetiştirmek, vaaz vermek ve kitab yazmakla geçirdi. 1573’de vefat etti. Kabri, İzmir’in Birgi kasabasında bir tepededir. Fıkıhta Hanefî, itikadda Mâtürîdî olan Birgivî Mehmed Efendi’nin biyografisinden bahseden bütün kaynaklar, onun Osmanlılar döneminde yetişmiş seçkin bir âlim olması yanında dinî ve ahlâkî şahsiyeti bakımından da mükemmel bir insan olduğu belirtir. Birgivî son derece dürüst ve tavizsiz bir ilim adamıdır. Nitekim döneminde çok yaygın olan anlayışa rağmen hiçbir eserini herhangi bir devlet büyüğüne ithaf etmemiş, aksine devlet ileri gelenleri de dâhil olmak üzere her seviyedeki yöneticilerde ve görevlilerde gördüğü kusurları cesaretle tenkit etmiştir. Keşke Osmanlının tüm ilim adamları, İmam Birgivi gibi olsalardı.
[13] Şeyhu’l İslam İbn Teymiyye, Kâidetun celiletun fi’t-tevessuli ve’l-Vesîle, s. 267. Kitabın tahkikçisi Rabî b. Hâdî el-Medhalî dedi ki: “Ben bunu araştırdım ve sadece Acluni’nin Keşful-Hafa isimli eseri, c. I, s. 85’te şu lafızlarla buldum: “Ne yapacağınızı bilemez şaşkın bir duruma düştüğünüz zaman kabir ashabından (ölülerden) yardım isteyin” Aclûnî bunu, h. 940 yılında vefat eden İbn Kemal Paşa’ya nisbet etti. İbn Kemal Paşa’nın biyoğrafisi için Mucemu’l-Muellifin, c.I, s.238’e bak. İbn Kemal Paşa Osmanlı alimlerindendir, fakat hadis uzmanı değildir.!”
[14] Mecmuul-Fetava c. II, s. 293
[15] Sübkînin, “Merâmı ifade esnasında kullanılan tevessül, istiğâse, istiâne, teşeffu, istişfâ, tecevvüh ve teveccüh lafızları arasında fark yoktur” şeklinde yaptığı değerlendirmenin, bilahare birçok âlim tarafından da benimsenmiş olduğunu görmekteyiz. Mesela bkz. Muhammed Zâhid Kevserî, Mahkut-tekavvül fî meseletit-tevessül (Makâlât içinde); Zürkânî, Şerhul-Mevâhib, VIII, 317; Nebhânî, Şevâhid, s. 137-140; İbn Merzûk, Berâetül-eşariyyîn, I, 267.
[16] Saîd Havvâ, Terbiyetünâ er-rûhıyye, s. 312-313. Beyrut 1399. Merhum üstad Saîd Havvâ, “Yetiş ya Abdulkadir Geylani” gibi sözlerin Şia çevrelerinden neşet ettiğini söylemektedir.
[17] Dilaver Selvi, Tevessül, www.imandanihsanatasavvuf.com
[18] Zekeriya Güler, Vesîle ve Tevessül Hadislerinin Kaynak Değeri, 83-132
[19] İbn Manzûr, XI, 725. Ayrıca bkz. er-Râzî, Ebû Bekr, Muhtâru’s- Sıhâh, s. 300; el- Münâvî, Muhammed Abdurraûf, et-Tevkîf alâ Mühimmeti’t-Teârîf, I, 726.
[20] Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fi ğaribi’l-Kur’an, Kahraman yay., İstanbul, 1986, Vesele mad
[21] Abdullah el-Hümeyri, et-Teemmül fi hakikati’s- tevessül, Dâru Kurtuba, Beyrut, 1422, s.11.
[22] Fahreddin er-Râzî, Mefâtihul-Gayb, (I-XXXII), Beyrut 1990, c. XI, s. 173; İbn Kesir, Tefsirul-Kuran, c. II, s. 51; Kadı Beyzâvî, Envârut-Tenzil, (I-II), İstanbul 1303 h., c. 1, s 336; Muhammed Şevkânî, Fethu l-Kadir, (I-V), Beyrut trz., c, II, s. 38; M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur ân Dili, (IX), İstanbul trz., c. III, s. 234.
[23] Fahreddin er-Râzî, a.g.e., c. XI, s. 172.
[24] Şevkânî, a.g.e., c. II, s. 38.
[25] İbn Kesir, Tefsîr, II, 53
[26] Râzî, a.g.e., c. XX, ss. 184-186.
[27] Hadislerin geniş bir değerlendirmesi için bkz.: Zekeriya Güler, “Vesile ve Tevessül Hadislerinin Kaynak Değeri”, İLAM Araştırma Dergisi, Cilt: II, Sayı: 1, Ocak-Haziran 1997, ss. 85-132.; Muhammed Nasuriddin el-Elbânî, Tevessül, çeviren: M. Emin Akın, İstanbul 1995, s. 62-166; Ali Ataç, Kelâm ve Tasavvuf Açısından Tevessül, MÜSBE. Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 1993, s. 82-99; Ahmet Yıldırım. Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2000, s. 268-283
[28] Buhârî, İstiskâ,3; Fedâilu ashâbin-nebî,11; İbn Huzeyme, Sahîh, II, 337-338; Hâkim, Müstedrek, III, 334.
Buhârînin rivâyet ettiği bu hadis sahih kabul edilmiş; gerek metin gerekse isnad bakımından sıhhati tartışma konusu yapılmamıştır.
[29] İbn Abdilberr, el-İstîâb fî marifetil-ashâb (el-İsâbe ile birlikte), III, 97, Beyrut 1409.
[30] İbn Mâce, Sünen, tahkik: M. Fuad Abdulbâki, 1952, İkâme, 189, hadis no: 1385.; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 138, Kahire 1313; Hâkim, Müstedrek, I, 700; Beyhakî, Delâil, VI, 167.
[31] Taberânî, el-Mucemul-kebîr, IX, 31; Beyhakî, Delâil, VI, 167-168; Münzirî, Terğîb, I, 108-109; Heysemî, Mecmauz-zevâid, II, 279.
[32] Ebî Şeybe, Musannef, V, 518; Müslim, Zekat, 11; Tirmizî, Menâkıb, 28.
[33] ) İbn Mâce, Sünen,Ezan H.722 İbn Mâce, Mesâcid, 14; Ahmed b. Hanbel, III, 21; İbnüs-Sünnî,
Amelul-yevm, s. 43
[34] Taberânî, el-Mucemul-kebîr, VIII, 264-265; Heysemi, Mecmauz zevaid, c.10, sh.117
[35] Taberâni, el-Mucemul-kebîr, XXIV, 351-352; Ebû Nuaym, Hılye, III, 121. Krş. Hâkim, Müstedrek, III, 116-117.
[36] Taberânî, el-Mucemul-kebîr, X, 217; Ebû Yalâ, Müsned, IX, 177; İbnüs-Sünnî, Amelul-yevm, s. 240; Nevevî, Ezkâr, s. 201; Heysemî, Mecmauz-zevâid, X, 132
[37] İbn Mâce, Duâ, 91
[38] 1 sâ’, yaklaşık 2,917 kilogramdır.
[39] Buhâri, Sahih, Büyu, 54.
[40] Buhârî, Menâkıb, 25; Ebû Dâvud, İstiskâ, 2; İbn Huzeyme, Sahîh, III, 145; Elbânî, Tevessül, s.41-44
[41] Ebu Davud, Sünen, Vitr, 23; Timizî, Sünen, Deavât, 109: İbn Mâce, a.g.e., Menâsik, 5
[42] Anadolu halk kültüründe Veysel Karanî diye anılan Uveys el-Karanî, Yemen’deki Murâd kabilesinin Karan aşiretine mensuptur. Muhadram tabiri, hadisçilerin ıstılahına göre hem câhiliye zamanını, hem de Peygamberimizin peygamberlik zamanını idrâk edip de Efendimizi (a.s.) görme şerefine nail olmaksızın, Müslüman olanlara verilen isimdir. Uveys el-Karanî de bunlar arasında sayılmaktadır.Sahabe-i kiramdan birçok zatla görüşen Uveys, hem tâbiun’un büyüklerinden hem de Müs-lümanların hayırlılarından sayılmıştır.Üveys el-Karanî, Yemen’de deve çobanlığı yaparak, hurma çekirdekleri toplayıp satarak geçimini sağlayan bir kişiydi. Muhtemelen İslâm’ı anlatmak üzere Yemen’e giden Sahabeler vasıtasıyla İslâmiyet’i kabul etmiştir. Medine’ye gidip Hz. Peygamber’i ziyaret etme arzusuna rağmen yaşlı annesini bırakamamış, fakat daha sonra annesinden kısa süreliğine izin alıp Medine’ye gelmiş, ancak Resûl-i Ekrem’i o gün evde bulamadığından görüşememiş ve aynı gün Yemen’e dönmek zorunda kalmıştır. Hz. Peygamber vefatından kısa bir süre önce hırkasını çıkarıp Hz. Ömer’e ve Hz. Ali’ye vermiş, bunu Üveys el-Karanî’ye vermelerini söylemiş, onlar da Veysel’in Kûfe’ye yerleşmesinden sonra hırkayı ona götürmüştür. Kûfe’de münzevi bir hayat yaşayan Uveys’in 37 (657) yılında vuku bulan Sıffîn Savaşı’na Hz. Ali’nin saflarında katıldığı ve bu savaşta şehid olduğu kabul edilir. Sıffîn savaşının, Suriye’nin Rakka şehri yakınlarında vuku bulduğu dikkate alınırsa kabrinin bu şehirde olması ihtimali güç kazanır. Hz. Peygamber’in ona bıraktığı rivayet edilen hırkanın sonraki nesillere intikal ederek günümüze ulaştığı kabul edilir. Bu hırka, İstanbul’un Fatih ilçesindeki Hırka-i Şerif Camii’nde ramazan aylarında ziyaret edilmektedir. Hayatı hakkında geniş bilgi için bak: Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi, cilt: 43, sayfa: 74-75, İstanbul,2013
[43] Müslim, Sahih, Fedailü s-sahabe, 223, 225
[44] İbn Ebî Şeybe, Musannef, VII, 482-483; İbn Abdilberr, İstîâb, II, 464; Halîlî, İrşâd, I, 313-314.
[45]İbn Kesîr, Tefsîr, I, 532. Kıssa için ayrıca bkz. Sübkî, Şifâus-sekâm, s. 46; Zürkânî, Şerhul-Mevâhib, VIII, 306 (Kastallâniden, kendisinin şahit olduğu benzer bir hadise de nakledilir); Nebhânî, Şevâhid, s. 97; Mahmud Saîd Memduh, Raful-minâra, s. 68, 72.
[46] Dârimi, Sünen, I, 43
[47] Fakih, kıraat âlimi ve muhaddis tâbiî. Yemen asıllı Nehâ kabilesine mensup olduğundan Nehaî, Kûfe’ye yerleştiği için de Kûfî nisbeleriyle anılır. Künyesi Ebû Amr olarak da geçmektedir. Hz. Peygamber zamanında yaşadığı halde onu görmediği için muhadramûndan sayılır. Kûfe’de Abdullah b. Mes‘ûd’dan fıkıh, tefsir, hadis ve diğer İslâmî ilimleri tahsil etti ve dönemin önde gelen âlimleri arasında yer aldı. Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi bilenlerden biri olduğu rivayet edilir. Esved b. Yezîd ömrü boyunca zühd ve takvadan ayrılmamış, ibadetleriyle darbımesel haline gelmiş ve tabiîler arasında zühdüyle en yüksek seviyeye ulaşan sekiz kişiden biri kabul edilmiştir. Kûfe’de 75 (694) yılında vefat etmiştir. Hayatı hakkında geniş bilgi için bak: Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi, cilt: 11, sayfa: 441-442, İstanbul,1995
[48] İbn Sa’d, et-Tabakâtu l-Kübrâ, VII, 210; ez-Zehebî, Siyeru Alâmi n-Nübelâ, IV, 127.
[49] Ahmed, Müsned. Sahih. Silsiletü Ehadîsis-Sahiha (199.)
[50] Müslim
[51] İbn Teymiyye, Kâide, s. 49, 64; Elbânî, Tevessül, s. 56-57
[52] Kevserî, Makâlât, age., s. 459-460. Ayrıca bkz. İzzet Ali Atıyye, Bida, s. 386-387.
[53] Âlûsî, Rûhu’l-Me‘ânî, c.4I,s.124-28, Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabî, Beyrut 1985.
[54] Şevkânî, ed-Dürrün-nadîd, s. 4-5, 8, 20, 28, 45; Gumârî, el-Hâvî, s. 14, 54; Saîd Havvâ, Terbiyetünâ er-rûhıyye, s. 309; Said Ramazan El-Buti, Fıkhussiyre, s.196-198, Gonca Yayınevi
[55] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat, s.443, Konya, 1990
[56]Fahreddin er-Râzî, el-Metâlibü’l-âliye (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkâ), Beyrut 1407/1987, VII, 275-277; M. Zâhid Kevserî, Mahķu’t-teķavvül fî meseleti’t-tevessül, s.5-9, Kahire 1369; M. Osman Abduh el-Burhânî, İntisâru evliyâi’r-rahmân alâ evliyâi’ş-şeytân, Kahire 1318/1900, s. 14-24
[57] Sulemî, Tabakatu’s-Sûfiyye, s. 85; Kuşeyrî, Risâle, s. 116; Attâr, Tezkiretu’l-Evliyâ, s. 353
[58] Nebhânî, Şevâhidu’l-Hak fi’l-İstiğâseti bi Seyyidi’l-Halk, s. 120
[59] Erol Güngör, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, s. 101, 109
[60] Mehmed Emin Erbilî,, Tenvîru’l-Kulûb, s. 534.
[61] Ali b. Muhammed b. Ebî’l-İzz ed-Dimaşkî, (öl. 792 h./1390 m.) Şerh’ül-Akîdet’it-Tahâviyye, Beyrut, 1408/1988, c.I, s.295-297
[62] İbn Teymiyye, bütün eserlerinde her türlü aksi düşünceye karşı iyi bir Ehl-i Sünnet savunucusudur. O, bu sahada en çok itham edilen ve saldırıya uğrayan kişidir. Gerçekten de İbn Teymiyye bu konuda çok katı bir tutum sergiler. Kur’an ve sünnetin dışında en ufak bir harekette bile karşısındakine hiç müsamaha göstermez. İşte onun bu sert tutumu beraberinde kendisine cephe
alınmasını getirmiştir. Yoksa onun söylediklerini bir çok âlim hatta sufilerin bir kısmı söylemişler, ama ifadelerin yumuşaklığı durumu değiştirmiştir. Önemli bir eksiklikte onun hakkı ile tanınmamasıdır. Ya kulaktan dolma bilgiler ya da muhaliflerin eserlerinden tanımak bir eksiklik doğurur. Onu tanıyabilmek için kendi eserlerini veya tarafsız kişilerin eserlerini okumak
yeterlidir. Konuyla ilgili başvurulabilecek bazı kaynaklar şunlardır: Muhammed Ebu Zehre, Ahmed İbn Teymiyye (çev.: Osman Keskioğlu), İst. 1987; Said Şimşek, İbn Teymiyye, İst. 1986; Süleyman Uludağ, “Giriş”, İbn Teymiyye Külliyatı, İst. 1986; Tıblavî Mahmud Sa’d, İbn Teymiyye’de Tasavvuf, (çev.: Ali Durusoy), İst. 1989.
[63] İbn Teymiyye, Mecmû’atü’r-resâil (nşr. M.Reşid Rıza), Baskı yeri ve tarihi yok (Lecnetü’t-türâsi’l-‘Arabî), I,10-31; Kâ’ide celîle fi’t-tevessül ve’l-vesîle, Beyrut ts. (Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye), tür.yer.;
[64]Alusi, “Ruhu’l-Meani” Tefsîri, VI, 125 ve devamı
[65] Muhammed El-Emin Eş-Şankitî-Adva’u’l-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’âni bi’l-Kur’ân, 2/117-118, Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-Ilmiyye.
Muhammed Emin eş-Şankıti (1905-1974) Aslen Moritanyalı olup 1948’de Arap Yarımadası’na yerleşmiştir. Ölümüne değin Suudi Arabistan’da ders vermiş, özellikle tefsir alanındaki çalışmaları ile tanınmıştır. Muhammed Emin eş-Şankıti, Hamud eş-Şuaybi gibi büyük âlimleri yetiştirmiştir.
[66] Ebu’l-Âla El-Mevdudi, Meseleler ve Çözümleri, (Resail ve Mesail), trc. Yusuf Karaca, İstanbul, 1990, C:III, s. 235–236
[67] Kevserî, Mahķu’t-teķavvül fî meseleti’t-tevessül, s.378 vd.
[68] Yukarıda isimlerini zikrettiğimiz İbni Teymiyye, Ebî’l-İzz ed-Dimaşkî, Âlûsî, Muhammed El-Emin Eş-Şankitî ve Ebu’l-Âla El-Mevdudi dışında Abdullah Azzâm, Yusuf El Kardavî, Hasan Karakaya, M.Beşir Eryarsoy, Hüsnü Aktaş ve Faruk Beşer günümüzün yetkin âlimlerinin görüşleri bu meyandadır.
[69] İsmail Çalışkan, Kur’an-ı Kerim’e Göre Tevessül ve Vesile, s.97, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 1992
[70] Firüzabadi, el-Kamüsu’l-Muhit, I-IV, Beyrut, III,303.
[71] Buhârî, el-İ’tisam bi’l-Kitâbi ve’s-Sünne, 16, (no: 6910, 6/2673).
[72] Buhârî, Mesâcid: 14, (no: 415, I, 164), Müslim, İman: 10, (no: 33, I, 61), İbn Mace, Mesacid: 8, (no: 754)
[73] Nesâî, Mesâcid, 11, (no: 700, 2/369). Hatîb-i Tebrizî, Mişkâtü’l-Mesâbih, Salât: 7, (no: 716). Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, (no: 16293, 5/494)
[74] Müslim “Fezâil” 22, (no: 2331/84, 4/1815).
[75] Müslim “Libas ve Zinet” 2, (no: 2069, 3/1641).
[76] Buhârî, Libas: 64, (no: 5557), V, 2210.
[77] Taberânî, el-Mu’cem-i Kebîr, (no: 3804), IV, 104, Hâkim, el-Müstedrek, (no: 5299), III, 338, İbn Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, (no: 4044), IV, 90
[78] Buhârî, Edebü’l-Müfred, Bab: 445, No: 1003, s. 264.
[79] el-Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, III, 266, Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, (no: 9094, X, 40)
[80] Taberini, el-Mu’cemü’l-Kebir, XXV, 89-90, nr. 230; Hâkim Nisabüri, el-Müstedrek. IV, 63-64; Kadi lyaz, eş-Şifa, 1. 90;
[81] Muhammed Alevî, Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, s.62
[82] Mehmed Emin Erbilî, Tenvîru’l-Kulûb, s. 534
[83] http://portal.tebyan.net/Portal/Cultcure/Turkish/Site/islamshia-wcom/CategoryID/9287/CaseID/44527/71243.aspx
[84] Şatıbi, İ’tisam, 2/8-9
[85] İbn-i Receb, Hikemu’l-Cedira, 55
[86] Sapkın sûfi Hallac’ın müritlerinin, onun idrarını ellerine, yüzlerine sürdükleri, buhur yerine dışkısıyla tütsü yaptıklarına dair yapılan nakil bunun en çarpıcı örneklerindendir.( Şatibi, İ’tisam, 2/10)
[87] https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=785038598240701&id=500776730000224
Bu videoyu yayınlayanlara bir de “Bu videoyu yayınlayan ve koca âlime iftira atan imansızlar, âlimin yüzüne bakmak ibadettir, bunu da böylece bilin” diyerek savunma yapanları Allaha havale ediyoruz.
[88] Cübbeli Ahmed’in tevessül ve teberrük konularıyla alakalı olarak değerlendirilebilecek bir davranışı da “Ölünün kefenine yazdığı yahut bir kağıda yazılıp kefenine konulduğunda veyahut ceylan derisine yazılıp kefen içine konulduğunda meyyiti kabir azabından vesair sıkıntılardan kurtaracak” nitelemeleriyle normalde 50 TL olan üzerine teberrüken dualar yazılmış kefen bezini kendisinin kurdurduğu bir sitede 375 TL’ye pazarlaması. Kendisine kayıtsız bağlı iyi niyetli dinleyenlerini tek bir sözü ile her şeye inandıran Cübbeli Ahmet, geçmişte sohbet kürsüsünden kefen pazarladığını unutmuş olacak anlaşılan ki, insanları salak yerine koyar gibi pişkin pişkin bu iddiaları reddediyor, bir de kendisinin istismar edildiğini söyleyerek mazlum edebiyatı yapıyor. Okuyucularımıza bir hatırlatma yapalım: Cübbeli Ahmed’in hiç sevmediği İran’da da Cevşen diye bildiğimiz uydurma duâ, bazı özel matbaalarda kefen bezi üzerine baskı yapılmakta, ölü bu özel baskılı bezle kefenlenmekte ve böylece defnedilerek azabdan emniyete(!) alınmaktadır.
[89] Müslim, Sahih, 532
[90] Buhari, Sahih, 435-436; Müslim, Sahih, 531
[91] İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 1/532
[92] Suyûtî, el-Emru bi’l-İttiba, 138-139
[93] Nevevi, İdah fi’l-Menasik, 161
[94] Ahmed b. Hanbel: 5/218; Suneni Tirmizi, 2106.
[95] Hz. Peygamber (s.a.v) Hicret’in 6. yılında 1600 sahabi ile Kâbe’yi ziyaret maksadıyla Mekke’ye doğru yola çıkmıştı. Buna izin vermek niyetinde olmayan Mekke müşrikleriyle görüşmek için giden Hz. Osman (r.a) gecikince öldürüldüğü haberi yayıldı. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v), beraberinde bulunan sahabîlerden, müşriklerle ölümüne savaşma ve geri dönmeme konusunda bey’at aldı. Fetih sûresi 18. ayetinde Allah Teala’nın, burada Efendimiz (s.a.v)’e bey’at edenlerden razı olduğunu ifade buyurulmuştur ki, buna atfen bu bey’ata “Rıdvan bey’atı”, altında gerçekleştiği ağaca da “Rıdvan ağacı” denmiştir.
[96] İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, II, 299
[97] İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 6/118
[98] İbn-i Vaddah, Ma cae fil-bid’a, 91
[99] ” Rabıtanın (vesile himmet de dahil buna ) şirk ve küfür olduğu ithamına gelince Rabıta edilen şahsın buna ehil olup olmadığı davası bir yanda dursun, prensip olarak bu işi inkar etmek, Allah Rasulünü ‘nün Ruhaniyetinden , Hazret-i Ebubekir, Abdülhalık Gucdevani, Şah-ı Nakşibend, Ubeydullah Ahrar , İmam- Rabbani , Mevlana Halid ve daha nice büyüklerin Ruhaniyetine kadar topyekün mana alemini reddetmeye ve bütün bu büyükleri küfürle suçlandırmaya varacağından , küfrün ta kendisidir.Yani ”Rabıta ” Küfür diyenlerin, kendileri küfürdedir .” (Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, Sh 276-277).
[100] Fîrûzabâdî, el-Kâmûsu‟l-muhît, Dâru’l-ihya, Beyrut, 1991, II, 532-533.
[101] İbn Manzûr, Lisânü’l-arab, Dâru Sadr, Beyrut 1990/1410, VII, 302
[102] Haydarizâde İbrahim Fasîh, Mecd-i Tâlid fî Menâkibi‟ş-şeyh Hâlid, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1292, s. 73; Muhammed b. Abdullah el-Hânî, Behcetü‟s-seniyye, Işık Kitabevi, İstanbul 1977, s. 42; Abdülhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe, Necm-i İstikbâl Matbaası, İstanbul 1342, s. 14; Necdet Tosun, “Râbıta”, DİA, XXXIV, s. 378.
[103] Bağdâdî, Risâle-i Hâlidiyye, s. 56
[104] Muhammed Saki Hâşimî, Arifler Yolunun Edepleri, Semerkand Yayınları, İstanbul 2008, s. 81-2
[105] Necmeddîn Kübrâ, Tasavvufî Hayat (Usulu Aşere / Risâle ile’l-hâim / Fevâihu’l-cemâl) haz. Mustafa Kara, Dergâh Yayınları, İstanbul 1980, s. 94
[106] Ömer Ziyâüddîn Dağistânî, Tasavvuf ve Tarikatlarla ilgili Fetvalar, çev. İrfan Gündüz – Yakup Çiçek, Seha Neşriyat, Ankara 1986, s. 148
[107] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri (Medarikü´t Tenzi´l- ve Hakaiku´t-Te´vil), Ravza Yayınları: 2/490-491
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/299-301
[109] Müslim, Tehâret, 41; Tirmizi, Teharet, 39; Neseî, Teharet, 106; Muvatta, Sefer, 55
[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsiru’l-Munir, Risale Yayınları: 2/462
[111] Büyük Kur’an şehidi Seyyid Kutub da bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Murabata -hazarlıklı olma cihad için mevzilere yerleşmek, düşmanın saldırısına açık noktalarda direnmek. Müslüman kitle, dava yükünü omuzlamaya ve onu insanlara sunmaya çağrıldığı andan itibaren, bir an bile gafil olmamış, uyuşukluk göstermemiş ve hiçbir zaman düşmanları onları korkutamamıştır. Kıyamete kadar cihada hazırlanmaktan vazgeçmediği sürece hiçbir zaman veya mekandaki düşmanları da asla onları korkutamaz. Bu dava insanları, pratik bir hayat metoduyla yüzyüze getirmektedir. Mallarına, hayat ve yaşayışlarına hükmettiği gibi vicdanlarına da hükmeden bir metod… İyi, adil ve dosdoğru bir metod… Ancak kötülük; iyi, adil ve dosdoğru metoddan rahatsız olur. Batıl; iyiliği, adaleti ve doğruluğu sevmez.”( Fi Zılal-il Kur’an,c.2, s: 298-299-300, Dünya Yayınevi)
[112] Esad Sahib, Buğyetü’l-vâcid, s. 73. Reşehât’taki pasajlar için bk. Herevî, Reşehât, ss. 184-185
[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/434-435; Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/215-216
[114] Ebussuûd el-İmâdî, İrşâd’ul-Akl’is-Selîm İla Mazâyâ’l-Kitab’il-Kerîm
[115] Kadir Taşdemir, Tasavvufta Mürşid Rabıtası, s.30, Basılmamış Doktora Tezi,Rize, 2010
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/436-437; İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/181-185
[117] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/2268-2271
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/444-445.
[119] Kadir Taşdemir, Tasavvufta Mürşid Rabıtası, s.33-34
[120] Hasan Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s.371, Ensar Neşriyat, İstanbul 2007
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 209-210-211
[122] Zemâhşerî, el-Keşşâf, c. I, s. 467, el-Matbaat’üş-şarkiyye
[123] Buhâri, Edeb 96; Müslim, Birr 165; Tirmizî, Zühd 50
[124] Kadir Taşdemir, Tasavvufta Mürşid Rabıtası, s.37, Basılmamış Doktora Tezi, Rize, 2010
[125] Riyâzus-Salihîn s. 282. 45. bab; Hayatus-Sahabe II, 476; Cevâhirul-Buharî, s. 408; et-Tâc V, 80; Tefsîrul-Kurânil-Azîm II, 330 Enfal, 74. ayeti ile ilgili olarak
[126] Ruhu’l Furkan, c.II, s.76, Siraç Yayınları, İstanbul
[127] Kadir Taşdemir, Tasavvufta Mürşid Rabıtası, s.37
[128] Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, s.259, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2000
[129] Müslim, Tevbe, 12-13; Tirmizî, Kıyâmet, 59; İbni Mâce, Zühd, 28
[130] Şâtıbî, İ’tisâm, c.1, s.64
[131] http://www.incemeseleler.com/tasavvuf-ve-naksibendiyye-esaslari/1714-7-rabita.html
[132] Ahmet Yıldırım, A.g.e., s.263
[133] Tirmizî, Kıyame, 64
[134] Mevdudi, Fetvalar, Cilt 4, Bölüm 2
[135] Ebû’l A’lâ Mevdûdî, Fetvalar, c.2, s.118, Nehir Yayınları, 1992
Günümüzde tasavvuf adına; Vahdet-i vücûd, hulûl, fenâfillah, fenâfişşeyh, râbıta, semâ, vücudu şişleme, bid’at olan tevessülde bulunma, ölülerden ve kabirlerden yardım isteme, ehl-i Tevhid’e buğz edip düşmanlık yapma, şeyhlerine körü körüne teslim olma vb. İslâm’da olmayan sayısız inanç ve ibâdet şekilleri türetilmiştir. Bu tür inançların, kendilerine nispet edildiği pek çok kimsenin, aslında günümüzdeki şekliyle tasavvufla hiçbir ilgisi bulunmadığı gibi, bu görüşlerin de fikir babaları değillerdir. Mesela; Abdulkâdir Geylânî, Fudayl b. Iyâd, İbrahim Edhem, İmam Gazâli, İmam Rabbâni vb. eşhâsın günümüzde yaygın olan tasavvufçulukla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Pek çok meseleler de onlara iftira edilmiş ve onların ağzındanmış gibi rivâyetlerde bulunulmuştur. Bu durumda bize düşen; bir sözü kim söylerse söylesin, ismi toplumda ne kadar büyüklenirse büyüklensin, söylenen her sözü Kur’an ve Sünnet ile değerlendirmemizdir. Allah ve Rasûlünün sözlerinin önüne hiçbir kimsenin sözü geçirilemez! İster şeyh olsun, ister âlim olsun, isterse ne olursa olsun! Mevdûdî de bunu söylüyor. Mesela, râbıta ile ilgili Abdülkâdir Geylânî’den sözler naklediliyor. Bunlar külliyyen iftiradır ve yalandır! Öldükten sonra bile müridlerinin yardımına koşacağı ile ilgili olarak, sözde, Abdülkâdir Geylânî: “Müridim, doğuda da olsa, batıda da olsa, her nerede olursa olsun, imdadına yetişirim” demiş! Bu söz, uzun sûfistik bir şiirdir! Bu sözden Abdülkâdir Geylânî’yi tenzih ederiz. Sâlih kimseler oldukları, alimlerin eserlerindeki şehâdetleriyle âşikâr olan kimselere ait olduğu söylenen (!) kitaplardaki şirk, küfür, hurafe ve bid’atlerin haddi hesabı yoktur. İşte Mevdûdî, bu gerçeğin altını çizmek adına, “Ancak, şu da var ki, bu gibi usullerin nispet edildiği büyük sûfilere saygısızlık edilmesini doğru bulmuyorum” demektedir. Yani bu cümlenin anlamı; bu nispetlerin çoğu asılsızdır; kendileri sâlih kişiler olan ama tarihte, özellikle vefatlarından sonra ‘mutasavvıf’ diye tanıtılmış kişilere karşı saygılı olmak ve aşırı gitmemek gerekir, demektedir. Çünkü bahsettiğimiz sınıftaki kişiler, bu tür iftiralardan beridir. Üstad Mevdûdî aslında semâ ve şeyhi rabıta etme konularının, kendilerine dayandırıldığı pek çok kimsenin, bu görüşlerde olmadığını, “bu gibi usullerin, kendilerine nispet edildiği” ifadesini kullanarak vurgulamıştır.
[136] Muhammed Emin Er Hoca, milâdî 1914, hicrî 1332 tarihinde, Birinci Dünya Savaşı başlangıcında Diyarbakır’ın Çermik kazasında doğdu. Çocuk yaşlarda dönemin büyük hocalarından ders aldı ve birçok ilim dalında icazet sahibi oldu. İlmiyle âmil olan Muhammed Emin Er Hoca 1987 senesinde, 73 yaşındayken Afganistan’a gitmiş ve Afgan dağlarındaki cephelerde savaşmıştı.28 Haziran 2013 de 105 yaşında iken Ankara da vefat etti. Allah Katında Din, Fetvalar,Din Güzel Ahlaktır gibi te’lif kitapları vardır.
[137] ‘Ya Seyyidî’ (Ey Efendim!) hitabının ders sırasında talebeler tarafından çok sık kullanılması neticesinde önce ortasındaki ya harflerinden birsi atılmış; ardından sonundaki mütekellim yası elife dönüşmüş, kendinden önceki harfin kesresi yerine fetha konmuş ve başındaki nida yası da atılarak en sonunda seydâ elde edilmiştir. Seydâ kelimesi (özellikle Doğu da) ders verme seviyesinde olan müderris âlimler için kullanılmaktadır.
[138] Türkçede de ‘’istifade’’ olarak kullanmakta olduğumuz kelimedir. Emin Er hoca’nın başka bir yerde râbıta hakkında “ Rabıtanın çeşitleri vardır. Şirke yakın rabıta da vardır, meşru olan rabıta da vardır…Ama onun maksud-u bizatı eğer hayal ettiği falansa ya da ondan bir şeyler talep ederse, beni kurtar, bana Allah mal versin diye ondan isterse, o zaman şirkten korkuluyor.” (İslam Dergisi, Mart 1997, S. 20-21) dediği üzere şeyhten medet ummaya dayalı râbıtayı kastediyor.
[139] Rıhle Dergisi, 14.Sayı
[140] Faruk Beşer hoca ‘sağlam tarikatler’ derken yazının başka bir yerinde “ Erenköy cemaati başta olmak üzere, Çarşamba ve İskender Paşa cemaatlerini “ zikretmekte. Maalesef ki hocamızın sağlam zannettiği yapılarda da tonlarca bid’at ve hurafe bulunmaktadır.
[141] http://farukbeser.com/soru/rabita-261.htm
[142] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları, 287-295.
[143] Muhammed b. Abdilvehhâb, Müellefât, III, 68 (fetâvâ ve mesâil bölümü).

Yazar : imamoglumehmet
Yazar Hakkında : Ankara 1973 doğumluyum. Mamak İmam-Hatip Lisesinden 1991’de mezun oldum. 1996’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden İyi dereceyle mezun oldum. 1996’da Artvin’de öğretmenliğe başladım. Hâlen Ankara Keçiören Anadolu İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmenliği yapmaktayım.
Selamun aleykum,
Muhammed Bey, yazınızı iki defa baştan sona okudum. Objektif, her görüşü serd etme görüntüsü veren yazınız aslında Neo-selefi bir çizgiye sahip.
Paragraflarınızın bazılarında geçen ‘Ehl-i sünnete mensub alimler – tasavvufçular’ gibi bir takım karşıtlıklar yaratarak mutasavvıf ulemanın ehl-i sünnet olmadığını ihsas etmişsiniz ki bu oldukça yanlış bir tavırdır.
İmam Tahavi’nin Akaid’ine takla attırarak mücessime/müşebbihe akaidi haline getiren İbn-i Ebi’l İzz hangi ara Ehl-i Sünnet’in temsilcisi oldu?
Ehl-i Sünnet alimleri diye dermeyan edilen İbn-i Teymiyye, İbn-i Ebil İzz, Şevkani gibi şahıslar ancak Mücessime ve Müşebbihenin görüşlerini temsil edebilirler.
Başka adam kalmamış gibi İbn-i Teymiyye’ye Şeyhul İslam’lık payesini vermek de ayrı bir küstahlık. Teymiyye aşağı, Teymiyye yukarı.
Anadoluda ve Dünyanın bir çok yerinde (Diyobendiler, Habeşiler vs.) hakiki Ehl-i Sünnet ulema tarafından selefilerin fasaryalarına onbinlerce sayfa cevap verildi.
Ancak insan, tabii ki inanmak istediğine inanabilir. Buna nasıl engel olalım.
Sitemizde En Çok Okunan İçerikler




Sitemizde En Çok Yorumlanan İçerikler




Videolar
'Mü'minûn Sûresinden Âhiret Sahneleri' Sohbeti
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (1)
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (2)
Âl-i İmrân Sûresi 190-195. âyetin tefsiri
Düğün Sohbeti
Suriye ve Mısır'daki Kardeşlerimiz İçin Dua
Ahir Zaman Müslümanına Notlar
Arşiv
Etiketler
Tavsiye Siteler
İmam Buhari Vakfı
İyiliğe Çağrı Yardım Derneği