İslâm Modernizminin Öncüleri Ve Kur’ân Yorumları
08.12.2014 tarihinde Yazılarım kategorisine eklenmiş, Kişi Okumuş ve 0 Yorum Yapılmış.
İslâm dünyası içindeki modernist çizgi, “Kur’an ve Sünnet’in yeniden değerlendirilmesi ve yorumu”nu öngörüyor. Bu çerçevenin içine, vahyin anlamı, vahiy ve Peygamber ilişkisi, Kur’an’ın zamana ve mekâna göre bağlayıcılığı, Hazreti Peygamber’in din içindeki konumu, söz ve davranışlarının Müslümanlar için değeri gibi başlıklar girmekte.(1) Kendilerini Kur’an İslamcıları olarak da lanse eden bu zevatın özellikle Kur’an’ın çağdaş yorumuyla ilgili çalışmalar yaptıkları bir vakıa. İslam modernistlerinin Kur’an anlayışları, görüşlerindeki ana sâikler ve dolayısıyla ülkemizde de son 20 yılda hızla artan bu çalışmalar ( meâl, tefsir, akademik çalışmalar) hakkında bilgi vermek ve gelinen nokta hakkında sizleri bilgilendirmek temel amacımızdır.Tevfik Allah(cc)tandır.
İslam Modernizmi denince; İslam’ı, batının değerlerini ve mantığını esas alarak yorumlayan yaklaşım, bazen de batının meydan okumalarına cevap arayan, batıya İslam’ı hoş göstermeye çalışan uzlaşmacı yorum anlaşılır. Arapça Teceddüt yani yenilenme kelimesinin karşılığıdır ve bu manada Tecdit ile karıştırılmamalıdır. Zira dini değerlere yeniden itibar kazandırarak bunlar etrafında oluşan şüpheleri gidermek İslam’ın mesajını o günün Müslümanlarının algılarına sunmak ve Kuran’ın hayatı inşasını ve ihyasını temin etmek için yapılan çalışmaların ortak adına Tecdit (Yenileme) , İslam’ın yabancı düşünce,felsefe ve ideoloji biçimlerine göre yapılanmasına ise Teceddüt (Reformizm, Modernizm)diyebiliriz. 19. yüzyıldan beri batının sürekli artan siyaset, bilim ve teknik alanlardaki gücünün İslam dünyasında sebep olduğu entelektüel bunalımların ve politik çarpıklıkların neticesi olan bir zihni gerginlik karşısında Müslümanların şahsiyetlerini kaybetmesi özellikle aydınları! bu geri kalışın faturasını bir yerlere çıkarma saplantısına düşürmüştür. Geçmiş birikimin ayırt edilmeksizin külliyen karalanması ve reddedilmesi bu aşağılık kompleksini bastırmada çare gibi görülmeye başlanmıştır.(2) İslâm Âlemi’nde geçen yüzyılda ortaya çıkmış olan ‘”Modernist Akım” içinde Kur’ân’ın tefsiri çok önemli bir yer tutmaktadır. “Modernist İslâmcılar” denilen kesim bu alandaki gayretinin, Kur’ân’ın “çağdaş” ve “ilmî” yorumunu yapmağa ve dolayısıyla da İslâm dinine yeni bir anlayış ve canlılık getirmeğe yönelik olduğunu savunmaktadır. Bununla beraber gerek bu akım gerekse “Kur’ân’ın Çağdaş ve İlmî Tefsiri” İslâm Âlemi’nde, yaklaşık 120 yıldır, bir takım şüphelere, çatışmalara, ithâmlara ve hiç kuşkusuz birtakım da nifâklara yol açmıştır. Bu konu da yapılanların Kur’ân ve Sünnet’e uygunluğunu isâbetle teşhis ve tesbit etmek ise bütün bu nakîselerin izâlesi için zarûrîdir.(3) İslâm Âlemi’nde sonradan Modernizm diye isimlendirilmiş olan hareket, hep İngiliz sömürge idâreleri altındaki İslâm ülkelerinde filizlenmiştir. Bu hareketin belli başlı öncüleri Afganistan’da Cemâleddin Afganî (1839-1897); Mısır’da Muhammed Abduh (1849-1905) ile Reşîd Rızâ (1865-1935); Hindistan’da Sir Seyyid Ahmed Han (1817-1898), Şiblî Nûmânî (1857-1914) ve Muhammed İkbâl (1877-1938)olmuştur. Buna göre İslâm’da Modernizm aslında, bu dinin uygulamalarını, üzerilerine birikmiş olan fuzûlî yüklerden arındırmağa yönelik bir İhyâ Hareketi iddiasıyla başlamıştır. Fakat daha sonra bu hareket, Kur’ân ve Sünnet’in emrinde olması gerekir iken aklın, Sünnet’in de Kur’ân âyetlerinin de üstünde ve onları sorgulayabilen bir konumda tutulduğu düpedüz bir Dinde Reform Hareketi’ne dönüşmüştür. Bu i’tibârla da eğer akıl ve mantık Kur’ân ve Sünnet ile çelişik duruma düşerse, aklın bu harekete göre yegâne kıstas olması hasebiyle, Kur’ân’ın ve (reddedilmediği zaman) Sünnet’in de akla uygun hâle sokulması(!) hareketin ana stratejisi olarak tecellî etmiştir. Bu tutum, Modernizm’i başlatanların bir kısmı fakat buna karşılık onları izleyenlerin de çoğunluğu tarafından, hareketi hızla ifrâta yöneltmiştir. Bu hareket: Sünnet’in (yâni hadîslerin) hemen hemen tümünün reddine, peygamberlerin mûcizelerine yakıştırılan sözde akla yatkın, ama çoğu kere zannedildiği kadar bilimsel tabana oturtulamamış olan gerçek dışı zoraki açıklamalara, Kur’ân’da sözü edilen âhiret hayâtının ve bâzı mânevî varlıkların maddî şeylerle izahına çalışılmasına, ve akāid ile muamelâtın aşırı basitleştirilmesine yönelik bir takım gayretlerle gitgide çok reaksiyoner bir veche kazanmıştır. Dini yorumlamada akla verdiği olağanüstü öneme bakılırsa Modernizm, Halîfe Me’mûn zamanında Abbasî Devletinin resmî mezhebi kılınmış olan Mû’tezile mezhebinin adetâ yeniden ihyâsı gibidir. Seyyid Ahmed Han kendi tefsir yöntemi için on beş ilkeye dayanan bir taslak sunar. Bu on beş ilkeden çıkarttığı sonuç ise vahy ve tabiat kanunlarının özdeş olduğudur. Nesh gibi, bazı tarihi rivayetleri değerlendirme gibi bazı konularda tarihi “rey ekolü”nün tesbitlerini gündeme getirse de bu eleştirileri ve tanımlamaları, İslami hayata uyarlayacak pratik bir kaygıdan değil, rasyonalistler karşısında şirin görünme tutumundan kaynaklanan bir çabanın eseri olarak ortaya koyar. Zira tarihi kültürü sorgulaması O’nu hiç bir zaman tevhid ve adaleti toplumsal hayatta hakim kılma, zulme ve şirke karşı çıkma eylemine yöneltmez. Rasyonalist eğilimi onu, aklını çoğu zaman Kur’an çerçevesini zorlayan bir akılcılığa da iter. Örneğin; mucize ve kıssalara yaklaşımında çoğu zaman spekülatif aklîleştirme çabalarına rastlanır. Kur’an verilerini rasyonalize etmenin, yani insan aklını metnin anlaşılmasında yegane kriter olarak ortaya koymanın öncülüğünü yapan Seyyid Ahmed Han, anlaşılmasında insan aklının sıkıntı çektiği ayetlerle ilgili olarak üçlü bir yolun izlenmesi başka bir ifadeyle içine düşülen yorum çıkmazından üçlü bir çıkış imkanı aramaktadır: Ayetlerin leksiyografik (sözlük anlamıyla ilgili) kullanımını ön plana çıkarmak, Ayetlerin psikolojik olaylar olarak yorumlanması, Ayetleri tabiata indirgeme. Konunun anlaşılması için Seyyid Ahmed Han’ın tefsirinden iki örnek verelim: Yunus (as)la ilgili Saffat sûresi 140-8. ayetlerinin yorumunda özetle şöyle der:”Kur’an’da balığın Yunus’u yuttuğuna dair açık bir metin yoktur. Zira Kur’an’da ibtela’a (yutmak) kelimesi değil iltekama (ağıza almak) kelimesi kullanılmaktadır. Hz.Musa’nın Kızıl Denizi mucizevi geçişiyle ilgili olarak Şuara sûresinin 63.ayetinde şöyle buyrulmakta”Fevahyina ila Musa ani’drib bi’asake’l-bahra fa’nfalaka: Bunun üzerine Musa’ya-.Asân ile denize vur! diye vahyettik. [Vurunca deniz] derhal yarıldı [on iki kapı açıldı], her bölük koca bir dağ gibi oldu.” Ahmet Han bu ayetin Kur’an’da anlatılan kıssayı Yahudiler tarafından anlatılan hikayeyle uyumlu hale getirmek isteyen müfessirlerce hep yanlış yorumlandığını iddia eder. Bu sebeple müfessirler buradaki [ve başka yerlerdeki] daraba kelimesini ‘vurmak’ anlamında almışlar ve olağanüstü bir olay olarak yorumlamışlardır. Fakat daraba kelimesi ‘vurma’ değil, daraba fi’l-ardi (yeryüzünde seyahat etti) ifadesinde olduğu gibi ‘gitme’ ve ‘koşma’ anlamlarına gelir. Bu ayetin anlamı şudur: Allah Musa’ya “Yanında bulunanlara dayanarak denizi geç” dedi; ve deniz onlar için ayrıştı (zira bulundukları yer sığ bir yerdi) (4)
Seyyid Ahmet Han’ın diğer ilgi çekici bir özelliği de, İngiliz sömürge idâresi yanlısı olmasıdır. 1880 ve 1890’larda şu ifadeleri kullanır: “Bizler İngiliz hükümetine bağlı ve adanmışızdır.”. “Bizler Sultan Abdülhamit’in tebası değiliz”, “Sultan Abdülhamit halife olarak bizim ülkemizde ne ruhsal bir etkiye sahipti, ne de olabilir. O’nun halife sıfatı yalnızca kendi ülkesinde ve egemenliği altında bulunan müslümanlar üzerinde geçerlidir.” S. Ahmed Han’a göre Hindistan müslümanları yasal olarak harici bir müslüman halifenin değil, baskıcı olsa bile İngiliz idaresine itaat etmekle yükümlüydüler. Seyyid Ahmet Han, başta Hindistan bağlamında olmak üzere siyaset ve dinin karıştırılmaması gerektiğini iddia etmiştir.(5) Hareketli bir ömre sahip olan Afgani ‘nin elimizde doğru dürüst bir eseri olmamıştır. Ancak başta Muhammed Abduh olmak üzere Kâsım Emin, Ali Abdurrazık, Sa’d Zağlul gibi talebeleri yoluyla fikirleri İslam dünyasında yayılmıştır. Batıcı, Türkçü, İslamcı olarak farklı ideolojilere mensup birçok Osmanlı münevveri onun sohbet ve yazılarından, ya doğrudan, yahut da dolaylı olarak faydalanmış ve etkilenmişlerdir. Bazı Yeni Osmanlılar, Jön-Türkler, M. Emin Yurdakul, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu gibi türkçüler, Mehmet Akif, A. Hamdi Efendi, Said Nursi gibi islamcılar, Seyyid Bey, Şemseddin Günaltay gibi değişimci/yenilikçi şahıslar bunlar arasındadır. Cemâleddin Afgani’nin Türkiye’de öyle hayranları vardır ki, mesela eski başbakanlardan Şemseddin Günaltay onun hakkında şu cümleleri kullanma gafletinde bile bulunmuştur: “Şeyh, Peygamber kadar şayân–ı hürmet; ona itiraz edenler Ebu Cehil kadar lânete müstehaktır. Çünkü şeyh, peygamberin zamanındaki İslamlığı yeniden diriltemeye kalkışmıştır.”(9) Taraftarlarınca Efgani’nin masonluğu, davası uğruna yaptığı -ne davasıysa- bir iş olarak yorumlanmışsa da konunun ehlince yapılan tenkidlerle bunun bir safsata olduğu anlaşılmıştır. II.Abdulhamid Han’ın Efgani’yle ilgili söylediği şu sözlere bakarsak Efgani’nin nasıl birisi olduğu daha iyi anlaşılacaktır: “…Hilafet’in elimde olması sürekli olarak İngilizleri tedirgin etti. Blund adlı bir İngilizle Cemaleddin Efgani adlı bir maskaranın elbirliği ederek İngiliz hariciyesinde hazırladıkları bir plân elime geçti… Cemaleddin-i Efgani’yi yakından tanırdım. Mısır’da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara Mehdilik iddiasıyla bütün Orta Asya müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti. Buna muktedir olamadığını biliyordum. Ayrıca İngilizler’in adamı ve çok muhtemel olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlar idi. Derhal reddettim. Bu sefer Blund’la işbirliği yaptı. Kendisini İstanbul’a çağırttım… Bir daha İstanbul’dan çıkmasına izin vermedim.”(10) Abdulhamid Han’ın Efgânî hakkında ‘maskara’ demesi İslâmî çevrelerde kalem oynatan birtakım yazarları rahatsız etmiş olacak ki, Efgânî’yi temize çıkarmak için Abdulhamid Han’a olmadık hakaretler etmişlerdir: “Abdülhamid’in Afgani hakkında “maskara adam” demesinin şerî bir önemi yoktur… Abdülhamid’in söylediği o söz niçin Sultan’ın kendisi için de geçerli olmasın.”(11) Bu gibi sözleri sarfedebilen insanların İslâmî çevrelerde kalem oynatabilmesi gerçekten çok acı verici bir durum…Bugün hâlâ Efgânî’nin davasını öve öve bitiremeyenler vardır. Meselâ son zamanlarda internette de izlenilebilen bir soru –cevap bahsinde Mustafa İslamoğlu aynen şu cümleleri telaffuz etmekte: “Cemaleddin Afgani‘yi karalayanlar ona tuvalet bezi olamazlar”(12) Çıktığı televizyon proğramlarında mütevazi ve edepliymiş gibi görünen İslamoğlu’nun, Cemaleddin Afgani’yi masonluğundan ve bid’at görüşlerinden dolayı eleştiren Mustafa Sabri Efendi, Nebhani, Ahmed Davudoğlu,Sadreddin Yüksel gibi Ehl-i Sünnet alimlerini bu şekilde terbiyesizce eleştirmesi çok büyük bir zulümdür.Afganiyi öve öve göklere çıkaran ve hatalarını görmek istemeyen İslamoğlu, bu konuda tövbe etmeli ve pişmanlığını izhar etmelidir. Yukarıda da değindiğimiz gibi Cemaleddin Afgani’nin en baştaki takipçisi Muhammed Abduh’tur. (13)1849 senesinde Mısır’da doğan Abduh, yüksek tahsilini Ezher üniversitesinde yaptı.Abduh 1877 de “Alim” derecesini kazandıktan sonra, Ezher mezunlarına modern eğitim vermek için açılan “Dârul’-Ulum” da ders vermeye başladı. Orada ve evinde verdiği özel derslerde, İbn Haldun’un Mukaddimesi ve Guizot’un “History of Civilization in Europe” Avrupa uygarlığı târihinin Arapça tercemesini tahlil ederek milletlerin yükseliş ve çöküş meseleleriyle meşgul oldu ve öğrencilerine bunları aşılamaya çalıştı. Fakat 1882’de Urabi Paşa önderliğinde Mısır’daki ingiliz ve Fransız nüfuzuna karşı başarısızlıkla sonuçlanan milli ayaklanmaya karıştığı şüphesiyle Mısır’dan uzaklaştırıldı ve sürgüne gönderildi. Suriye ve Lübnan’da bir müddet kaldıktan sonra Abduh, 1884’te Üstadı C. Afgani tarafından kendisine katılması için Paris’e çağrıldı. Aynı yıl, Urvetu’l-Vuska adlı derginin yayınına başladılar. Gazetenin yayını yasaklandığında ve Afgani 1885’te Paris’ten sınır dışı edildiğinde, Abduh, aktif bir şekilde ders vermeye ve yazmaya başladığı Beyrut’a döndü. Bazi kişilerin de yardımıyla, amaçlarından biri de İslam, Yahudili ve Hıristiyanlığı uzlaştırmak olan bir dernek kurdu. Mısır’a dönüşünde kadı olarak atandı, On yıl sonra İslam konusundaki yenilikçi fikirlerinden ötürü o kadar popüler olmuştu ki, Mısır Baş Müftülüğü’ne ve de daimi olarak Yasama Meclisi üyeliğine, atandı. Ölümünden önce gücünün zirvesine ulaştığı çok etkin ve üretken altı yıl süreyle bu görevlerde kaldı. Onun özellikle üç fetvası çok meşhurdur: Bir fetvasında o, müslümanlara yahudi ve Hıristiyanlar tarafından kesilen hayvanların etlerinin yenilebileceği iznini verdi. Bir diğer fetvasında o, faiz veren posta idaresine bağlı bankalara müslümanların para yatırmasının caiz olduğunu belirtti. Bu fetvaların üçüncüsünde, Kur’an’ın bir erkeğin dört eş almasına müsaade etmesine rağmen, bu pratiği onaylamadığını ifade etti. Şurası inkar edilemez bir gerçektir ki, Mısır Baş Müftüsü olarak edindiği etkin konum sayesinde Abduh, İslam modernizminin sadece kendi vatanında değil, tüm İslam dünyasında yayılmasını sağlamıştır.Tabi ki bu husustaki en büyük yardımcıları, o zamanki İngiliz sömürge yöneticileridir. O zamanki İngiltere’nin Mısır sömürge valisi Lord Cromer’in söylediği şu söz ibretliktir: “Şeyh Muhammed Abduhun önderi olduğu ekolün fikirlerinin Müslüman cem’iyyet tarafından tasvip edilip edilmeyeceğini zaman gösterecek.ben şahsen, yavaş da olsa bu fikirlerin tarafdar bulmasını çok arzu ediyorum. Kuşkusuz İslâmî reformist hareketin geleceği Şeyh Muhammed Abduh’un çizdiği yolda ümit vaat ediyor. Ve o yolun yolcuları Avrupa’nın her türlü yardım ve teşviklerine lâyıktırlar.”(14) Sömürge valisinin 1905’de söylediği temenni manasında söylediği bu ifadeler maalesef gerçekleşmiş ve bu gün bütün İslam dünyasını M.abduh ve tilmizlerinin fikirleri kasıp kavurmaya başlamıştır.Günümüzdeki Recm , Hz. İsa’nın nüzulu, Kabir azabı, Şefaat vb. konulardaki kafa karışıklığının ve Ehl-i sünnet’i hafife alan bid’at görüşlerin yayılmasında Abduh ve takipçilerinin büyük rolü olmuştur ve olmaktadır. Muhammed Abduh’un düşünce sisteminin esası, “Gerçek İslâm ile modern ilim ve medeniyetin birbiri ile çelişme halinde olmadığını ispat etmek olmuştur” diyebiliriz. Farah Anton’a yazdığı reddiyede İslam’ın akla tanıdığı yetkiden ve bu yetkinin sınırlarından bahsederken şöyle der: “İslam milleti –kaale alınmayacak bir azınlık dışında– ittifak etmiştir ki, akıl ve nakil çatıştığında, aklın delaleti esas alınır; naklin durumu konusunda ise şu iki nokta kalır: “1- Naklin sıhhatine teslim olmak, manasının anlaşılmasından acze düşüldüğünü itiraf ve o konudaki ilmi Allah’a havale etmek; “2- Nakli, anlamının aklî isbat ile uygunluk arzetmesi için lugat kaidelerine riayet ederek tevile tabi tutmak.. “Kur’an’a, sahih Sünnet’e ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in uygulamasına dayanan bu esas sayesinde aklın önündeki bütün yollar açılmış, bütün engeller kaldırılmış ve akla sınırsız bir alan tanınmış olur…”[15] Burada M.Abduh’un ön plana çıkardığı “akıl” hangi akıldır? Burada söz konusu olan “profan(seküler, madi) akıl” ise, böyle bir aklın en temelde vahiy olgusu karşısındaki olumsuz tutumu önemli bir problem olarak önümüzde duruyor demektir. Eğer kastedilen, Kur’an ve Sünnet çerçevesinde fonksiyon icra eden “İslamî akıl” ise, Abduh’un birtakım Kur’an ayetlerini –zaman zaman kendisiyle çelişkiye düşerek– aklî (!) izahlarla tefsir etmeye çalışmasını anlamak mümkün değildir. Akla yaptığı onca vurguya rağmen, aklın her şeyin künhünü kavrayamayacağını söylemekten de geri durmamış olan Abduh, bir Tefsir Usulü kaidesi olarak şu prensibi sık sık vurgulamaktadır: Akılla kavranamayacak müteşabihatın ilminin Allah’a havale edilmesi ve Selef’in izlediği “tefvîz” metodu. Keza aklın fonksiyon alanının, müşahedat ve tecrübe çerçevesiyle sınırlı olduğunu söyleyen de odur.Ancak bu prensibi, Kur’an’ın tefsiriyle ilgili yaptığı pek çok yorumda ihlal etmektedir.Sırası gelmişken Abduh’un bu tür akli yorumlarına örnekler verelim: Mesela, Bakara Suresinin 275. “Faiz(riba) yiyenler, alışveriş, riba gibidir demiş olmaları dolayısıyla, ancak kendisine şeytan çarpmış mecnun kimsenin kalktığı gibi kalkarlar.” âyetinin tefsirinde, hastalıklar ve ilaçları hakkında ortaya atılan yeni görüşler üzerinde duran Abduh şöyle der: “İslâm’dan önceki Araplara göre her hastalığın sebebi cinlerdir. Cinler, canlı hafi cisimlerdir. Bunlar asrımızda mikrop olarak belirlendiler ki biz bunlara bugün mikrop demekteyiz. Bu mikropların cinlerden bir nevi olması sahih olur. Zira bunların pek çok hastalığa sebep oldukları sabit olmuştur”(16).Abduh, burada Kur’ân’ın hastalıkların sebebini tıp ilminin merhalelerince ihdas edilecek durumlara bırakmak isteğini belirtirse de, yaptığı te’villerle, nassın müphem bıraktığı hususların çok ilerisine geçmiştir. Menâr mecmuasında, Kur’ân hakkındaki şüpheleri reddedelim derken, koyduğu kaideleri ihlal ederek şöyle der “Kur’ân, Adem’in hali hazırdaki bütün insanların babası olmadığına ve onun ilk topraktan yaratılanın da olmadığına işaret eder… Darwin’in görüşleri, Kur’ân tefsirinde kolayca uygulanabilir.”(17) Kur’ân’ı anlama hususunda, kendisinde geniş bir hürriyet anlayışı İle hareket eden, Abduh ehlisünnet alimlerinin görüşüne muhalefet etmiş ve Mutezile yoluna sülük etmiştir. Felak Suresinin 4. “Düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden” âyetinin tefsirindeki sihir hakkındaki görüşü enteresandır. O, esas itibariyle sihir olayını inkâr etmemekte Hz. Peygamber’i sihirlenmiş olmaktan tebrie etmektedir. Hz. Peygamberin Lebid b. el-Asam tarafından sihirlenmiş olduğuna dair haberleri âhad kabul etmektedir. Bu nevi haberlerin de akâid konusunda delil olamayacağını söylemektedir. Hz. Peygamberin sihirlenmiş olmasını, onun nübüvvetine en büyük ta’n olarak kabul eder. O, Lebid’in sihre teşebbüs ettiğini, fakat sihrini yapamadan, onun yapacağı fiilin Hz. Peygamber’e Yüce Allah tarafından bildirildiğini ve sihir aletlerinin kuyuda bulunduğunu söyler. Hz. Peygamber’in sihirle müteesir olmaması gerektiğini, eğer müteessir olursa, müşriklerin ve zalimlerin inananlara “Siz sadece büyülenmiş(Meshur) bir adama uyuyorsunuz”(İsra,47) sözlerini kabul etmemiz icab edeceğini belirtir. Araplar indinde “Meshûr”, aklında karışıklık ve hile olan kimse demektir. Böyle bir durum, vahiy gelen şahsa yakışmaz. Aksi halde ona vahyolunmaması lazım gelir. Nübüvvetin mahiyetini düşünmeyen mukallid kimseler, onun sihirlendiğine inanırlar. Halbuki sihir haberi, Peygamber’in nefsinde bir tesir meydana geldiğini vacib kılacak mahiyette değildir. Hz. Peygamber’in sihirlendiğini kabul edersek, onun aklının ve idrakinin da karışmış olduğunu kabul etmek icab eder. Halbuki tevatüren nakledilen ve mutlaka inanılması gereken Kur’an, Peygamberden sihri nefyeder ve o, asla meshûr olamaz, der. Hadisin sahih olduğu farzedilse bile âhad olduğundan akâid babında kullanılmaz. Zira, Hz. Peygamberin, sihrin tesirinden kurtuluşu, onun ismetine taalluk ettiğinden, akâid konusu içine girer(18), der. Görüldüğü üzere Muhammed Abduh, serbest akılcılığından dolayı, bazı sahih hadisleri, te’vîl ve hatta inkâr etme durumuna gelmiştir. Ona göre haberlerin Buhari ve diğer sahih hadis mecmualarında oluşu bir kıymet ifade etmemektedir. Ona göre âhad haber, ispat ifade etmekten uzaktır, ancak o bir zan ifade eder.Sihir konusunda ve bunun dışındaki konulardaki hadislerde de aynı yolu takip etmektedir. Mesela, sahih hadis mecmualarında bulunan, “Meryem ve oğlu hariç tüm beni Adem’i doğduğu günde şeytan messeder” hadisini “Eğer hadis sahih ise, bu bir hakikat değil temsil kabilindendir” şeklinde te’vile gitmektedir. Sahih hâdislere dahi şüphe ile bakışı ve bazen inkârı, Abduh’un, Allah’ın kitabı için en önemli tefsir mahiyetinde olan sünnete, büyük bir darbe indirme gayreti içinde olduğunu göstermektedir.Nitekim Abduh ve Reşid Rıza’nın çıkarttıkları “Menâr” dergisi Sünnet münkirlerinin yazılarıyla doludur,Mısırlı bir tıp doktoru olan Muhammed Tevfik Sıdkî, Menâr dergisinde “İslâm yalnız Kur’ân’dır(el-İslâmü hüve’l-Kur’ân vahdehu)” isimli bir makale yayınlayarak İslâm’ın sadece Kur’an’dan ibaret olduğunu, hadîslere hiç gerek kalmadığını, ibadetin ayrıntılarının ve muamelatın tamamının Kur’ân metnine istinaden tespit edilebileceğini savunmuştur. Türkiye’de M.Abduh’un savunucularından biri olan Hayreddin Karaman dahi muhibbanı olduğu Abduh hakkında şöyle der: “Abduh, muâsırı olan Hindistanlı Seyyid Ahmed Han (v. 1898) kadar olmasa da Batı ilim ve medeniyetinin tesiri altında kalmış , İslâm’ı modern ilmin ve medenî gelişmelerin gerektirdiği şekilde ifade için zaman zaman zorlanmıştır.”(19) Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de, Abduh ile ilgili şunları söyler: “Abduh’un tuttuğu bozuk yolun hülasası şudur: Ehl-i sünnet itikadı üzere tedrisat yapmasıyla tanınmış olan Ezher Üniversitesini karıştırıp Ezherlilerin çoğunu adım adım dinsizlere yaklaştırmış, ama dinsizleri bir adım bile dine, yaklaştırmamıştır. Hocası Cemaleddin Efgani vasıtasıyla Ezher’e masonluğu sokan odur. Nitekim bir takım yanlış işlerin revaç bulması hususunda Kasım Emin’i teşvik eden de odur…” (20) Arap dünyasında gerek bu dünyaya mahsus laiklik anlayışına sahip laikler ve gerekse islam modernistleri, Afgani ile Abduh’un başlattıkları hareketten doğmuştur. İhyacı/İslamcı hareketler de bu liderlerden oldukça nasiplenmişlerdir. Esasen yirminci yüzyılın başalrında yetişen önemli müslüman aydınların çoğu bu iki liderin bir şekilde öğrencisi olmuşlardı. M. Reşid Rıza ,Mustafa el-Meraği, Mustafa Abdürrazık, Kasım Emin gibi talebeleri yoluyla modernist fikirleri bütün İslam alemine yayılmış ve bundan ülkemizde nasibini almıştır. Abduh ekolü,Türkiye´de de çok etkili olmuştur. Özellikle Sırat-ı Müstakim / Sebilürreşat ekolü ondan ziyadesiyle etkilenmiştir. Mehmet Akif´in dönemin tek Abduh mütercimi olarak yaptığı tercümeler de bu mecmuada yayımlanmıştır. Fakat Abduh´un etkisi bu grupla sınırlı kalmamış Abdullah Cevdet´ten Ziya Gökalp´e, Peyami Safa´ya kadar değişik fikir akımlarına mensup hemen bütün Türkiye aydınlarını tesiri altına almıştır.Çağdaş İslam düşüncesinin üst bir temsilcisi olarak Abduh ve fikirleri aynı zamanda birçok akıl karışıklığına, karmaşık problemlere de yol açmıştır.Günümüzde müfessir ve alim olarak tanınan Yaşar Nuri Öztürk, Süleyman Ateş,Hayreddin Karaman, Mustafa İslamoğlu ve R.İhsan Eliaçık gibi kişilerde bu etki barizdir.. Makalemize son verirken şu açıklamayı yapmayı bir gerek biliyoruz: Türkiye’de kimi çevreler çoğu haklı sebeplerle C.Afgani, M.Abduh, Reşid Rıza, Seyyid Ahmed Han gibi zatları eleştirirken bu isimlerin yanına bilhassa Seyyid Kutub ve Ebul Ala Mevdudi’yi eklemekteler. Biz bu iki mübarek alimimizi, yukarıda fikriyatlarını anlatmaya çalıştığımız İslam modernistlerinden muhakkak surette ayırıyor ve bu iki alimimizin eserlerinden İslam ümmetinin mutlak manada istifade etmeleri gerektiğine inanıyoruz. Mevdudi ve Seyyid Kutub’un eserleri; itikadi, ahlaki, siyasi, hukuki ve ekonomik boyutlarıyla İslam`ın bir bütün olarak anlaşılmasına büyük katkıda bulunmuş ve İslam coğrafyasında diriliş ruhunun yeniden canlanmasına vesile olmuştur. Mevdudi’nin ‘Tefhimü’l-Kur’an’ ve Seyyid Kutup’un ‘Fi Zilali’l-Kur’an’ adlı tefsirleri onların ilmi kudretlerine ve bundan sonraki İslami mirasa kalıcı katkılarına işaret etmektedir.Şehid Seyyid Kutup da, Seyyid Ebul Ala Mevdudi de hatadan beri değildir. Fakat şu bilinmeli ki çağımızdaki İslam siyasi nizamı ve ekonomik nizamı konusundaki en derli toplu çalışmalar onlara aittir ve bu konudaki en büyük payın sahibi de onlardır.Bilhassa Ebul Ala Mevdûdî, sünnetle ilgili bazı hususlarda her ne kadar elestirilen görüsler ortaya koymussa da genel olarak yazılarında hadis münkirlerine karsı hadis literatürünü ve Sünneti hararetli sekilde müdafaa eden bir kisi olarak öne çıkmıştır.Biz, bugünkü İslam gençliğinin Şehid Seyyid Kutup ve Seyyid Ebul Ala Mevdudi’den öğrenecekleri çok şeylerin olduğuna samimiyetle inanmaktayız.(21) |
DİPNOTLAR
1-Bu konuda yapılan geniş bir araştırma için bak: Mazhuriddin Sıddikî, İslam Dünyasında Modernist Düşünce, Dergah Yayınları, İstanbul,1990.
İslam modernistlerinin görüşlerine karşı tutarlı ve ilmi tenkidler için Dr. Ebubekir SİFİL’in Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi adıyla başlattığı bir seri çalışmanın ilk ürünü (Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün görüşlerinin ele alındığı cilt) Mayıs 1997 tarihinde (4. baskı Nisan 1999), Fazlur Rahman’ın görüşlerinin ele alındığı cildin 1. kısmı Ocak 1998 tarihinde (2. baskı Ocak 1999) ve 2. kısmı Aralık 1999 tarihinde Kayıhan Yayınevi tarafından neşredildi.
2- Yusuf Aygün, İslam modernizmi Üzerine, http://www.antoloji.com/siir/siir/siir_SQL.asp?siir_id=1042557
3- Ahmet Yüksel Özemre, Modernist Akım İçnde Kur’an Tefsirleri, Bilgi ve Hikmet Dergisi , 11.sayı ,1995. http://www.ozemre.com/index.php/index.php?option=com_content&task=view&id=117&Itemid=57
4- Ş.Ali Düzgün, “ Rasyonalist Düşüncenin Kur’an Yorumuna Etkileri”, s320-321, 2.Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı, Ankara-1996
5-Aziz Ahmet, Hindistan ve Pakistan’da Modernizm ve İslâm,Çev. Ahmet Küskün, İstanbul, Yönelis Yayınları, 1990, s.107-119;
6- Nikki R. Keddie, Sayyid Jamal ad-Dîn “al-Afghâni, A Political Biography, California Üni.Angeles, 1391 (1972), 4-6, (Türkçesi: Cemâleddin Efgânî: Siyasî Hayatı, [trc, Alâeddin Yalçınkaya], Bedir neşriyat, İstanbul, 1417 [1997], 24-26, 29-41, 432-438.S.); Hamid İnayet, Arap Siyasi Düşüncesinin Seyri, 2. bsk., (trc, Hicabi Kırlangıç), Yöneliş nşr., İstanbul, 1417 (1997), 95-97.S.; Albert Hourani, Çağdaş Arap Düşüncesi, (trc, Lâtif Boyacı, Hüseyin Yılmaz), İnsan nşr., İstanbul, 1414 (1994), 128.S.; İsmail Kara, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi İçin Bir Çerçeve Denemesi”, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi (haz., İsmail Kara) içinde, 3. bsk., Kitabevi nşr., İstanbul, 1417 (1997), l.c, 16.s; Hayreddin Karaman, “EFGÂNÎ, Cemâleddin”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. nşr., İstanbul, 1414 (1994), 10.c,s. 457.
7- Cemaleddin-i Afgânî’nin Masonluğu ve M. Emin Yurdakul, Namık Kemâl, Ziya Gökalp gibi diğer ünlü masonlara etkisi ile ilgili olarak bkz. A. Uluyazman, “Tanınmış Büyük Masonlar: Mehmed Emin Yurdakul”, Mimar Sinan Dergisi, Türkiye Hür veKabul Edilmiş Büyük Mason LocasınınYayın Organı, Sayı:5, Mart 1968; Tamer Ayan-Uğur Özcan, “Bir Masonun Biyografisi:Cemalettin Afgani K. (1838-1897)”, Mimar Sinan Dergisi, Sayı: 127, Mart 2003, s.11-45.
8- Müfid Yüksel, Modernleşme Sürecinde 20. Yüzyıl İslamcılığının Serencamı, Ehl-i Sünnet’i Müdafaa ve Bid’atleri Tenkid (Makaleler-İncelemeler) 1.Kitap, s.144-146, Bedir Yayınevi, İstanbul-2005.
Afgani, Maçka’da bugün Swiss Otel’in arkasında yer alan, daha çok Selanikli-Sabetaycı cemaat mensuplarının gömülü olduğu aşıklar mezarlığına sâde bir şekilde defnedilir. Yıllar sonra 1926’da Amerikalı zengin bir Yahudi iş adamı olan Charles Corain tarafından ve Müzeler Müdürü Mason Üstadı Halil Edhem Eldem’in desteğiyle, afgani’ye süslü bir mezar yaptırılır.1944’de kemikleri buradan alınarak Afganistan’ın başkenti Kabil7e nakledilmiştir. Bak: Tamer Ayan-Uğur Özcan, “Bir Masonun Biyografisi:Cemalettin Afgani K. (1838-1897)”, Mimar Sinan Dergisi, Sayı: 127, Mart 2003, s. 29.
9- http://aytekinkaya.blogcu.com/cemalettin-afgani-mursit-mi-murted-mi_16919621.html
10- Abdulhamid Han, Sultan Abdulhamid’in Hatıra Defteri (Haz. İsmet Bozdağ), İstanbul 1986 (8. Baskı), Pınar Yay., s. 73
11- Yaşar Kaplan, “Afgani Hakkındaki İddiaların Kaynağı”, 30 Mayıs 1994 tarihli Vakit Gazetesi, s. 3’den naklen Muhammed Reşad, Cemaleddin Efganî Etrafında Makaleler, İstanbul 1416/1996, s. 143
12- http://www.youtube.com/watch?v=4fFF-03xkok&feature=related
13- Hayatı hak. Geniş bilgi için bak: Dr. Hasib Es-Samarraî, Dini Modernizmin Üç Şövalyesi Ve Türkiye’deki Takipçileri, Bedir Yayınevi, İstanbul. 1998
14- Muhammed Hüseyin, Modernizmin İslam Dünyasına Girişi,s.91-2, İnsan Yayınları, ( Tercüme Sezai Özer) |
15-“el-A’mâlu’l-Kâmile”, III, 301-2.’den naklen Dr.Ebubekir Sifil, Muhammed Abduh´un Bazı İtikadi Görüşleri, http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=makale&no=2
16- Mecelletu’l-Menâr, IX. 335; “Mezâhib”, s. 3S3’den naklen İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, c.2, s. 424,Ankara-1996, Fecr Yayınları
17- Mecelletu’l-Menâr, s. VIII. 737-738; Mezâhib, s. 385-386. |
18- Tefsiru Cüz’i Amme, s. 183-185.
19- Hayreddin Karaman,İslâmî Uyanışın Öncüleri ,Toplum ve Bilim dergisi, 1985, sayı: 29-30
20- M.Sabri Efendi, Mevkıfu’l-Akl ve’l-ilm ve’l-Alem, Beyrut 1314, c. I s. 133
21- Bilhassa “Sünnetin Anayasal Niteliği (Sünnet ki Âinî Haysiyyet), şeklinde tercüme edilen kitabı bu konuda zirve bir eserdir. Seyyid Ebü’l-A‘lâ Mevdûdî, Sünnetin Anayasal Niteliği (Sünnet ki Âinî Haysiyyet), (çev. N. Ahmed Asrar),Bengisu yay., İstanbul 1997

Yazar : imamoglumehmet
Yazar Hakkında : Ankara 1973 doğumluyum. Mamak İmam-Hatip Lisesinden 1991’de mezun oldum. 1996’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden İyi dereceyle mezun oldum. 1996’da Artvin’de öğretmenliğe başladım. Hâlen Ankara Keçiören Anadolu İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmenliği yapmaktayım.
Sitemizde En Çok Okunan İçerikler




Sitemizde En Çok Yorumlanan İçerikler




Videolar
'Mü'minûn Sûresinden Âhiret Sahneleri' Sohbeti
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (1)
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (2)
Âl-i İmrân Sûresi 190-195. âyetin tefsiri
Düğün Sohbeti
Suriye ve Mısır'daki Kardeşlerimiz İçin Dua
Ahir Zaman Müslümanına Notlar
Arşiv
Etiketler
Tavsiye Siteler
İmam Buhari Vakfı
İyiliğe Çağrı Yardım Derneği