İMAM EBÛ HANÎFE’YE ATFEDİLEN ‘KUR’AN’A AYKIRI HADİS, HADİS OLAMAZ’ SÖYLEMİ ÜZERİNE (4)
05.01.2021 tarihinde Genel kategorisine eklenmiş, Kişi Okumuş ve 0 Yorum Yapılmış.
Hevâî görüşlerine İmam Ebû Hanîfe’yi refere eden modernistlerin, ‘Hadislerin Kur’an’a Arzı’ bağlamında en çok değindikleri bir mesele de Hz. Îsâ’nın ref’i ve nüzûlü meselesidir. Ehl-i Sünnet âlimlerimiz, selef döneminden bu zamana değin kabul edilen bir inanç esası olarak konuyu ele alırken; Hz. Îsâ’nın göğe diri olarak yükseltilmesini ve kıyamet öncesi ineceğini reddedenler ise, Hicrî 300/500 yıllarında ortaya çıkan felsefeciler ve mülhidler, 1800’lü yıllarda ortaya çıkan Kâdıyânîlik mezhebi, Cemâleddin Efgânî ve Ezherli takipçileri, Fazlurrahman ve fikirlerini benimseyenlerdir. Ülkemiz akademisyenlerinin konu hakkında eser verenlerinin hemen hemen tamamı maalesef bu kanaattedirler.
Ülkemizdeki bidatçilerin önderlerinden Mustafa İslamoğlu, Hz. Îsâ’nın vefatı ve inişine dair “(İnkârcılar Îsâ’ya) tuzak kurdular. Allah da onların tuzağını başlarına geçirdi. Allah tuzakları bozanların en hayırlısıdır. O zaman Allah ‘Ey Îsâ!’ demişti, ‘Seni Ben vefat ettireceğim ve katıma yükselteceğim.” (Âl-i İmran, 54-55) âyeti bağlamında Mâide Sûresi 117. âyetini de delil göstererek görüşlerini ortaya koymaktadır. Ona göre Allah Teâlâ şöyle demek istemektedir: “Seni öldürdüğünü iddia eden Yahudiler değil, Ben alacağım senin canını.” Yazar, vefat kelimesinin mecâzi anlamı olan “uyku” veya “öldürmeksizin çekip katına alma” anlamı verenlerin olduğundan da söz etmekte ama onlara katılmamakta ve Kur’an’ın Hz. Peygamber (s)’den önce hiç kimseye ölümsüzlük bahşedilmediğine dâir âyetlerin numaralarını vermektedir (Enbiyâ, 21: 8, 34-35; Rad, 13: 38; Furkan, 25: 20). Yani İslamoğlu’na göre, Hz. Îsâ vefat etmiştir. Dolayısıyla da tekrar dünyaya gelmesinden söz edilemez. [1]
Mehmet Okuyan da bir televizyon proğramında “Deccal’in Kur’ânî hiçbir referansı yoktur… Onu görünce kıyamet yaklaştı demek oluyor. Hani kıyamet âniden gelecekti? Peygamberimiz sanki hiç oturmamış, sürekli kıyametle ilgili alâmetler saymış. Böyle şeyler doğru değildir. Hz. Îsâ kesinkes ölmüştür. Mâide sûresinin 116, 117 ve 118. âyetleri Hz. Îsâ’nın ölü mü sağ mı olduğunu tartışanlara kapı gibi cevap teşkil eder”[2] diyerek Hz.Îsâ’nın nüzûlünü inkâr etmiştir.
Modernistlerin kervanına katılan Ahmed Kalkan da “Hz. Mesîh’in (Hz.Îsâ) tekrar dünyaya geleceğini bildiren rivayetler, Kur’an’ın bu konudaki açık nasslarıyla çeliştiğinden, tekrar dünyaya gelmesinin İslâm’ın getirdiği mesaj ve tebliğ ile uyumunun bulunmamasından dolayı kabul edilmesi zordur.”[3] kanaatini ifade etmiştir.
Nihâyeten Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde Yusuf Şevki Yavuz “Kur’an’da haklarında bilgi bulunmayan deccâlin çıkışı, mehdînin zuhuru ve Hz. Îsâ’nın gökten inişine dair inançlara gelince, Selefiyye dışındaki Sünnîler’in de kabul ettiği epistemolojik anlayışa göre İslâm akaidi açısından bunlara inanma mecburiyeti yoktur. Zira bunlar Kur’an’la sabit olmadığı gibi mütevâtir hadislerle de teyit edilmiş değildir. Her şeyden önce nüzûl-i Îsâ inancına dayanak teşkil eden rivayetlerdeki bilgiler Hz. Îsâ’nın tabii bir şekilde öldürüldüğünü bildiren âyetlerle çelişmekte (Âl-i İmrân 3/55; el-Mâide 5/117), ayrıca Resûl-i Ekrem’in ardından peygamber gelmeyeceği ve her insanın belli bir süre yaşadıktan sonra öleceği gerçeğine aykırı düşmektedir. Nüzûl-i Îsâ’nın hıristiyanlara ait bir inanç olduğunu dikkate alarak Kur’an’la uyuşmayan bu tür âhâd rivayetlerin tedvin döneminde hıristiyanlardan İslâm akaidine intikal etmiş olabileceği ihtimalini de göz ardı etmemek gerekir”[4] şeklinde modernist ilâhiyat âleminin genel temâyülünü belirtmiştir.
Baştan ifâde edelim ki; Bütün Ehl-i Sünnet ve diğer mezhep mensuplarının asrı saadetten bu yana kıyamet alametleri arasında kabul ettikleri bu esasın, günümüzde sadece modernist akademisyenler ve Kâdıyânîler[5] tarafından hurafe olarak kabul edilmesi önemlidir. Bu inkârın Ehl-i Sünnet inancının hurafeler içerdiği ana fikrini zihinlere zerk etme yönü, en az Hz. Îsâ’nın nüzûlünün inkârı kadar dikkat çekicidir. Hz. Îsâ’nın ref ve nüzûlünü inkâr eden akademisyenlerin bu kabulleriyle Ehl-i Sünnet ilim adamlarına yöneltmiş oldukları eleştirinin dozu oldukça yüksektir. Kendileri de, inkârcı filozof ve mülhidlerin fikirlerini mi; yoksa Kâdıyânî mezhebinin söylemlerini mi benimsedikleri aksülamelini cevaplama durumundadırlar.[6]
Hz.Îsâ’nın ref’i ve nüzûlü meselesi Kur’an İslamcılığının referans konularının başında geldiği için konuyu genişce tahlil edeceğiz[7]: Önce modernist mealci tufeylilerin güya fikirlerine refere ettikleri İmam Ebû Hanîfe bu konuda ne söylemiş ona bakalım: İmam Ebû Hanîfe, el-Fıkhu’l-Ekber’de şöyle der: “Mi’rac haberi haktır. Onu reddeden, sapkın ve bid’atçidir. Deccal’ın hurucu, Ye’cüc-Me’cüc, güneşin batıdan doğması, Hz.Îsâ’nın gökten inmesi ve kıyamet gününün sâir alametleri, sahih haberlerde varit olduğu üzere haktır, gerçekleşecektir.”[8] Demek ki, bu meselede de modernist zevat, İmam Ebû Hanîfe’yi değil hevâlarını ölçü almaktalar.
Kur’an İslamcılığının referans konularının başında gelen Hz.Îsâ’nın nüzûlünü yani gökten inişini irdelerken onun vefatı meselesine, ilgili âyetler ve bu âyetlerin tefsirleri ışığında nüfuz etmeye gayret göstereceğiz. Hz.Îsâ’nın gökten inmesi anlamında nüzûlü, bir yükselişin sonucudur. Yükselme olmazsa inişten söz edilemez. O halde bizim burada Hz.Îsâ’nın ref’i meselesini de ele almamız gerecektir.
Tarih boyunca Allah tarafından birçok peygamber gönderilmiştir. Bu peygamberler görevlerini tamamladıktan sonra bu dünyadan ayrılmışlardır. Genel olarak bütün peygamberlerin başına gelen hadiseler birbirine benzemektedir. İlk anda büyük tepki görmeleri, sürülmeleri, dışlanmaları, yalancılık veya büyücülükle suçlanmaları vb. buna örnek verilebilir. Hz.Îsâ da bu dışlanma sürecini yaşayan Peygamberlerden birisidir. İsrailoğulları, önceki peygamberlere karşı izledikleri tutumu Hz.Îsâ’ya karşı da sergilemişler ve nihayet onu öldürme teşebbüsüne kadar işi götürmüşlerdir.
Kur’an’da belirtildiğine göre, İsrailoğulları, Hz.Îsâ’yı öldürmeye yeltendikleri sırada, Yüce Allah, Hz.Îsâ’ya şöyle vahyetmiştir. “…Allah demişti ki: “Ey Îsâ, ben seni vefat ettireceğim (İnnî muteveffîke), katıma yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları, kıyamet gününe kadar, inkâr edenlerden üstün tutacağım…”( Âl-i İmran, 55)
Âyette belirtilen ‘teveffâ’ kelimesi vefâ (v-f-y) kelimesinden türeyen bir fiildir. Bu kelimede, esas itibariyle bir işi veya sayılı olan bir şeyi tam yapmak ve ikmal etmek anlamları bulunmaktadır. Nitekim bir sözü tam olarak yerine getirmeye de vefâ denir. “Birinden bir malı ya da herhangi bir şeyi, geride hiçbir şey bırakmaksızın tümüyle almak” anlamında da kullanılan teveffâ kelimesi, can almak ve ruhu kabzetmek anlamlarında da kullanılışı yaygındır.[9]
Kur’an’da bu kelime türevleriyle birlikte yetmişten fazla yerde kullanılmıştır. Sözünde durmak, öldürmek ve ruhunu kabzetmek, yapılanların karşılığının tam olarak verilmesi gibi kullanımlar, bu çerçevede hatırlatılabilir. Bununla birlikte, teveffâ fiili, yaygın olarak ölümü ifade eden bir kelimedir. Nitekim lügatlerde de bu anlamı ile meşhur olmuştur.
Hz. Îsâ ile ilgili haberlerde kullanılan müteveffîke ve teveffeytenî (beni vefat ettirdin) tabirleri müfessirler tarafından farklı değerlendirilmiştir. Müfessirlerin bu kavram üzerinde yaptıkları yorumlar, doğrudan doğruya onun muhtemel sözlük anlamlarıyla bağlantılı olarak ortaya konmuş olup, özellikle Âl-i İmrân sûresinin 55. âyetindeki “innî muteveffîke ve râfiuke ileyye” ifadesi hakkında şu izahlar yapılmıştır:
1- Bu ifadelerde geçen vefat, uyutma tarzındaki bir vefattır. Buna göre bunun anlamı: “Ey Îsâ, seni uyutacağım ve Bana (Katıma) yükselteceğim” demektir.
2- Âyette takdîm-te’hir söz konusudur. Buna göre bu âyetin anlamı:“Ey Îsâ, seni Bana (Katıma) yükselteceğim, seni inkârcılardan arındıracağım(kurtaracağım) ve seni bundan sonra vefat ettireceğim” biçimindedir.
3- Ölüm anlamındadır. “Ey Îsâ, Ben seni öldüreceğim ve Bana yükselteceğim” demektir. Çünkü Allah onu gündüz vakti üç saat süreyle öldürmüş, sonra tekrar diriltmiş ve bilâhare de ref etmiştir.
4- “Teveffî” , “Kabz” yani Hz. Îsâ’nın ruhunun cesediyle birlikte yeryüzünden kaldırılması (çekilip alınmasıdır). Buna göre âyetin manası şöyle olur: “Ey Îsâ, seni yeryüzünde ölüm söz konusu olmadan kendi katıma çekip alıp müşriklerin ve kâfirlerin arasından ref edeceğim.”[10]
Osmanlının son dönem âlimlerinden Muhammed Zâhidul Kevserî (v.1951), “vefat” kelimesini incelerken, tarihi perspektiften bakmaktadır. Ona göre, bugün bir kelimenin ifade edeceği mana, geçmişte farklı bir anlam taşımış olabilir. Kevserî, bu konuda Kur’an’dan bazı örnekler getirmektedir. Konumuzla ilgili olan Âl-i İmran 55. âyeti şöyle yorumlar: “Âyette geçen müteveffîke kelimesi, bugünkü dilde ilk olarak “ölüm” şeklinde anlaşılır. Ancak bu dilin gelişmesiyle söz konusu olmuştur. Hâlbuki Kur’an’ın nüzûlü zamanında ve sahabelerin kendi aralarındaki hitaplarında bu mananın anlaşılması zaruri değildir. Şayet gerekli olsaydı, “Allah, ölüm vakti gelen nefisleri vefat ettirir” (Zümer, 42) mealindeki âyette geçen ve ölüm manasına gelen mevt kelimesi abes olurdu. Allah’ın kelamı abes lafızlardan münezzehtir. Ayrıca “risâlet” kelimesinde de durum aynıdır. Eğer biz âyet ve hadislerde geçen bu kelimeyi, bugünkü Arapça’da geçerli olan risâlet kelimesiyle açıklarsak, yanlış anlam vermiş oluruz. Zira nasslarda geçen bütün risâlet kelimelerine, “görev” manası vermemiz gerekecektir. Yukarıdaki ayette, iddia edildiği gibi Allah “Hz.Îsâ’nın ölümünü” kastetmiş olsaydı, böyle farklı ifadeler kullanmazdı. Mademki Allah, Yahudilerin onu öldürmediğinden, vefattan ve göğe yükseltmekten bahsetmiş, o halde burada normal ölümün ötesinde bir mana olmalıdır.”[11]
Bu noktada konu başlığımızla da yakından ilgisi bulunan Hz.Îsâ’nın asılmadığını açıkça belirten Nisâ sûresi 158. âyeti irdelememiz isâbetli olacaktır: “…Hâlbuki onu (Îsâ’yı) öldürmediler ve onu salbetmediler (asmadılar); fakat (öldürdükleri) onlar için (Îsâ’ya) benzetildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler, ondan yana tam bir şüphe içindedirler. Onların zanna uymaktan başka o konuda herhangi bir ilimleri de yoktur. Onu (Îsâ’yı) kesin olarak öldürmediler. Bilakis Allah onu kendisine (kendi katına) yükseltti. Allah, aziz (emrinde yegâne galip) ve hakîm (hikmeti sonsuz) olandır.”
Âyette yer alan ‘Bel rafeahullâhu ileyhi’ ifadesindeki “ ref ” kavramından neyin kastedildiğini,
Ondan maksadın maddî (bedeni) mi, yoksa manevî (ruhî) mi olduğunu kestirebilmek ve bu yükseltme keyfiyetinin bu âyetlerde hangi anlamda kullanıldığını anlayabilmek için, öncelikle bu kavramın taşıdığı filolojik anlama göz atalım:
Ref, kelime olarak, bir şeyi yukarı koymak, mânen yüceltmek, yükseltmek ve kaldırmak anlamlarına gelmektedir. Nisâ 158’de, Hz.Îsâ’nın göğe çekilmesini ifade eden ref’ kelimesi, lügatte “yükselmek” anlamına gelmektedir. Ref ister maddi olsun isterse manevi olsun, “alçaltmanın zıddıdır” diyebiliriz. Esasen burada ilgili âyetlerdeki ref’ kelimesi “göğe yükseltilme” anlamında ele alındığı gibi, “makamın yükseltilmesi” anlamında da ele alınmıştır.
Müfessirlerin geneli, teveffâ kelimesine verdikleri mecâzi mananın aksine, ref kelimesine, zâhiri anlamı olan maddi yükseliş anlamını vermişlerdir. Ref kelimesi, vefat kelimesine verilen anlama paralel olarak, iki farklı şekilde yorumlanmıştır. Aslında Hz.Îsâ’nın çarmıhta Yahudiler tarafından öldürülmediği ve Allah’ın onu kendi katına yükselttiği, ayette geçtiği üzere kesin olmakla beraber, bu yükseltme işinin bedenle mi, yoksa ruh ile mi; beden ve ruh diri olarak mı, yoksa beden ölü ruh diri olarak mı gerçekleştiği hususu tartışma konusu olagelmiştir.[12]
Müfessirlerin büyük çoğunluğu, Hz.Îsâ’nın “ruh meal cesed” şeklinde yani bedeniyle birlikte ruhunun yeryüzünden yükseltilmesi görüşünü tercih etmişlerdir. Hz. Îsâ’nın “ref‘i”nin bu tarz bir yorumla algılanması kanaatimizce gerek Âl-i İmrân sûresinin 55. âyetindeki “ ve râfiuke ileyye ”, gerekse Nisâ sûresinin 158. âyetindeki “bel rafeahullâhu ileyhi” ifadelerindeki bağlamlarıyla daha fazla örtüşmektedir.
“Ref” ve “Teveffî” kavramlarını birbiriyle bağlantılı olarak algılayan müfessirlerinin çoğunluğunun söz konusu bu yorumlarından ortaya çıkan sonuca göre Hz.Îsâ, ya ruhu ve bedeniyle birlikte topyekün kabzedilerek, ya da uyku halinde adeta ölmüş gibi yapılarak yeryüzünden alınıp gökyüzüne yükseltilmiştir.[13]
Hiç şüphe yok ki çoğunluğunun benimsediği bu yorumun tabii bir uzantısı ve kaçınılmaz bir sonucu da Hz.Îsâ’nın kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri olarak tekrar yeryüzüne inmesi durumudur. Prensip olarak Hz.Îsâ’nın ölmediğini kabul edenlere göre, Kur’ân’daki bazı âyetlerde O’nun yeniden yeryüzüne ineceğine dair işaretler vardır.[14]
Kur’ân’-ı Kerim’de Hz.Îsâ’nın yeryüzüne inişiyle alâkalandırılan iki âyet bulunmaktadır. Ancak bu âyetlerdeki ifâdeler, delâletleri bakımından kesin ve açık değildir. Böyle olmakla birlikte, Hz.Îsâ’nın ruh ve beden olarak semâya çıkarıldığı görüşünde olan müfessirlerin ekseriyeti, işaret edilen bu iki âyeti, onun Kıyâmet gününe yakın bir zamanda yeryüzüne ineceği şeklinde anlamışlardır. Diğer taraftan, güvenilir hadis kaynaklarında bu konuda yetmişin üzerinde hadis yer almaktadır. Bu hadisler, ifâdeleri bakımından açık ve kesinlik arzederler.
Hz.Îsâ’nın Nüzûlüyle İlgili Görülen Âyetler: Hz.Îsâ’nın nüzûlüyle alâkalandırılan iki âyetten biri Zuhruf sûresinin 61. âyetidir. “Şüphesiz ki o, Kıyametin yaklaştığını gösteren bir bilgidir. Sakın Kıyametin geleceğinden şüphe etmeyin. Bana uyun, doğru yol budur. Sakın şeytan sizi bu yoldan alıkoymasın; şüphesiz o size apaçık bir düşmandır.” Bu âyette “ve innehû le-ılmün li’s-sâati: Şüphesiz o, Saat (Kıyamet) için bir ilimdir.” buyurulmaktadır. Müfessirlerden bâzıları bu âyette “innehû” daki “hû- o” zamiriyle Kur’ân-ı Kerim’in kasdedildiğini kabul ederler.[15] Ancak onların büyük bir kısmı, zamirin Hz.Îsâ’nın yerini tuttuğunu ifade etmişlerdir. Bu ikinci görüşü benimseyenler, önceki âyetlerde Kur’ân kelimesinin geçmediğini delil getirerek, birinci görüşü çok uzak bir ihtimâl saymışlardır. Onlara göre doğrusu, bu zamirle önceki âyetlerde adı geçen Hz.Îsâ’nın kastedilmesidir. Buna göre, âyetin mânâsı, “Îsâ, Kıyâmet’in yaklaştığını gösteren bir bilgidir.” şeklinde olmaktadır.
Âyetteki ikinci kelimeyi Ashab’dan bazıları özellikle de İbn Abbâs (r.a) “ le alemun” diye de okumuştur. Bu okuyuşa göre âyetin ilk cümlesinin anlamı şöyle olmaktadır: “Hiç şüphe yok ki o (Îsâ), kıyametin bir alametidir.” Bu görüşü benimseyen müfessirler, Hz.Îsâ ile Kıyamet bilgisi arasındaki irtibat hususunda ise, Hz.Îsâ’ya verilmiş olan hastaları iyileştirme ve ölüleri diriltme mucizelerinin yeniden dirilmeye, O’nun yeryüzüne tekrar inişinin ise Kıyametin yaklaştığına işaret olduğunu ve Kıyametin yaklaştığını bildirdiğini söylemişlerdir. Dolayısıyla bu âlimler, Hz.Îsâ’nın inişini, Kıyâmet alâmeti olarak kabul etmişlerdir. İlk müfessirlerden İbn Abbas, Ebu Hureyre, Mücâhid, Ebul-Âliye, İkrime, Hasen-i Basrî, Katâde, Dahhâk ve diğer bâzı müfessirlerin bu görüşte oldukları nakledilmektedir.[16]
Hz. İsâ’nın kıyâmetin alâmeti olması konusu müfessirler tarafından iki şekilde yorumlanmıştır:1- Hz. Îsâ’nın semadan yeryüzüne inmesi kıyamet için bir işarettir. 2- Hz. Îsâ’nın babasız olarak dünyaya gelmesi ve onun, hayret verici bazı mucizelerin meydana gelmesinde başrol oynaması kıyametin olacağının bir delilidir. Çünkü Hz. Îsâ’nın ölüleri diriltmiş olması, ahiret gününde ölülerin de diriltileceğine delâlet eder.[17]
Bu husustaki ikinci âyet ise Nisâ sûresinin 159. âyetidir. Bu âyette şöyle denilmektedir: “Kitap ehlinden (yahudîler ve hıristiyanlardan) hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce, ona iman etmiş olmasın. O, Kıyamet gününde onların üzerine şahitlik edecektir.”
Bu âyetin tefsiri hususunda da farklı görüşler vardır. Bu görüşlerden biri, âyette ölümlerinden önce iman edecekleri bildirilen şahısların yerini tutan birinci zamir ile bütün Yahudi ve Hristiyanların, kendisine iman edilecek şahıs için kullanılan “o” zamiriyle de, Allah Teâlâ veya son rasûlü Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in kastedildiği şeklindedir. Buna göre, her bir Yahudi veya Hristiyan, ölüm esnasında gözlerinden perde kaldırılınca, Allah’ın tek ve ortaksız olduğuna, Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in de O’nun kulu ve rasûlü olduğuna îman edecektir.[18] Ancak onların yeis hâlindeki bu îmanları geçerli olmayacaktır. Diğer bir görüş ise, gerek ölümünden bahsedilen şahıs, gerekse kendisine iman edilecek şahıs için kullanılan iki zamirin de Hz.Îsâ’nın yerini tuttuğu şeklindedir. Buna göre, Hz. Îsâ gökyüzünden indiğinde, o sırada hayatta bulunan Yahudiler ve Hristiyanlar, ölümünden önce ona îman edeceklerdir. Büyük müfessirlerden Taberî ve İbn Kesir, bu görüşü tercih etmişlerdir.[19] Diğer bir görüş de, Ehl-i kitap’tan olan insanlardan her birinin, vefatı öncesinde, Hz.Îsâ’nın Allah’ın rasûlü olduğu gerçeğini anlaması ve buna îman etmesidir. Ancak yeis halindeki bu iman geçersiz olacaktır.[20]
Hz.Îsâ’nın Nüzûlüyle İlgili Hadisler ve Bu Konudaki Görüşler: Sahih hadis kaynaklarında Hz.Îsâ’nın nüzûlü hakkında rivayet edilen hadislerin sayısı yetmişi aşmaktadır. Bu hadislerden bazılarında Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
Ebu Hureyre (r.a.)’den gelen bir rivayette Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Meryem oğlu Îsâ’nın, aranıza adaletli bir hakem olarak inmesi pek yakındır. O, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak; mal öyle çoğalacak ki, kimse onu kabul etmeyecektir. O zaman yapılacak tek secde, tüm dünya ve içindekilerinden daha hayırlı olacaktır.” Sonra Ebû Hureyre “isterseniz şu âyeti okuyun” der: “Kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona inanmış olmasın.”[21]
Huzeyfe b. Esid el-Gıfârî şöyle dedi: “Biz tartışırken Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem yanımıza çıkageldi. Ve “Neyi tartışıyorsunuz?” diye sordu. Ashab: “kıyameti” dediler. “Siz ondan önce on alâmet görmedikçe, o kopmayacaktır” buyurdu. Ve dumanı, Deccal’ı, dabbeyi, güneşin battığı yerden doğuşunu, Îsâ b. Meryem’in inişini, Ye’cüc ve Me’cüc’ü ve biri doğuda, biri batıda, biri de Arap Yarımadasında olmak üzere üç yerin batacağını, bunların sonuncusunun ise Yemen’den çıkıp insanları haşrolunacakları yere sürecek bir ateş olacağını anlattı.”[22]
Abdullah b. Amr diyor ki: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: “Ümmetimin hayatta bulunduğu bir zamanda Deccâl çıkar ve kırk bu kadar zaman kalır (râvi, Hz. Peygamber’in kırk gün mü, kırk ay mı, yoksa kırk yıl mı buyurduğunu bilemediğini söylemektedir) Bunun üzerine Allah Teâlâ, Îsâ b. Meryem’i yeryüzüne gönderir; o da Deccal’i bularak ortadan kaldırır. Sonra insanlar, aralarında hiç bir düşmanlık bulunmadan yedi yıl yaşarlar.”[23]
Câbir (r.a.) anlatıyor. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Ümmetimden bir taife (grup) hak üzere, galip olarak ta kıyamete kadar devamlı olarak savaşacaklardır. O zaman Îsâ İbn Meryem de inecek; emirleri: “Haydi gel, bize namaz kıldır!” diyecek. Buna karşılık: “Kiminiz, kiminizin emiridir. Bu, Allah’ın bu ümmete bir lütfu keremidir.” diyecektir.”[24]
Ana hadis kaynaklarımız bu konuyla ilgili birçok rivayeti ihtiva etmişlerdir. Kütüb-i Sitte’nin tamamı, İmam Malik’in Muvatta’sı, İbn Huzeyme ile İbn Hibban’ın Sahih’leri, Ahmed b. Hanbel ve Tayâlisî’nin Müsned’leri Nüzûl-i Îsâ ile ilgili hadisleri kaydetmişlerdir. Doğrudan Hz. Îsâ’nın nüzûlü ile ilgili olarak vârid olan hadislerin yanında, Deccal ile ilgili rivayetlerde de nüzulden bahsedilmektedir.
Nüzûlü Îsâ ile ilgili hadislerin mütevâtir olduğunu ifade eden nice Ehl-i Sünnet âlimimiz mevcuttur.[25] Meşhur muhaddislerden Kadı Iyaz, bu hadislerden çıkarılan netice ile ilgili olarak şöyle demiştir: “Ehl-i Sünnet’e göre, Hz. Îsâ’ın inmesi ve Deccal’i öldürmesi, haktır, sahihtir. Çünkü bu babta sahih hadisler nakledilmiştir. Aklen ve şer’an, bunu iptal edecek bir delil de yoktur. Binaenaleyh kabulü vaciptir.” [26]
Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî (öl.1932), ‘et-Tasrih bimâ tevâtere fî nüzûli’l-Mesîh’ adını taşıyan eserinde Hz.Îsâ’nın yeryüzüne ineceğini bildiren hadisleri toplamıştır. Bu eserde, yetmiş beşi Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in sözü olmak üzere, toplam yüz bir rivayet bulunmaktadır.[27]
Muhammed b.Ca’fer el-Kettânî, ‘Nazmü’l-mütenâsir mine’l-hadîsi’l-mütevâtir’ isimli eserinde, Hz.Îsâ’nın nüzûlünün Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabit olduğunu belirttikten sonra, bu konudaki hadislerin mütevâtir olduğunu söylemektedir.[28]
Günümüzün büyük hadis âlimlerinden Muhammed Nâsıruddin Elbâni de: “Bilinmelidir ki Deccal ve Hz.Îsâ’nın nüzûlüne dair hadisler mütevâtirdir ve bu hadislere inanmak gerekir. Bu hadislerin âhad hadisler olduğunu iddia edenler, kimseyi aldatmasın. Çünkü onlar bu ilim konusunda cahildirler. Şayet onlar bu ilmin usûllerine tâbi olsalardı, tıpkı İbni Hacer gibi bu hadisleri mütevâtir kabul ederlerdi.”[29]demektedir.
Üstad Mevdûdî, tefsirinde Hz.Îsâ’nın nüzûlüyle ilgili hadislerden yirmi bir tanesini aktardıktan sonra şöyle demektedir: “Bu yirmi bir hadisin tamamı, Rasûlullah’ın ashabından on dört şahsa dayandırılmış ve en muteber ve sahih hadis kaynaklarında sahîh isnâdlarla zikredilmiştir. Gerçi, konu hakkında bu hadislerden başka birçok hadis daha vardır; ancak biz, yalnızca râvi zinciri bakımından sahîh olan ve yaygınlık kazanmış bulunan bir bölümünü zikretmekle yetindik. Bu hadislere bakıldığında, 2000 yıl önce bakire Meryem’den doğan Hz.Îsâ’nın öldüğü ya da âlemin herhangi bir yerinde hâlâ yaşamaya devam ettiği hususunu tartışmanın gereği ve faydası yoktur. Kaldı ki, Allah, bir kulunu âlemin herhangi bir yerinde binlerce yıl canlı tutup, dilediği zamanda dünyaya geri göndermeye de kadirdir.”[30]
Başka bir eserinde de: “Mesihin (Hz.Îsâ’nın lakabı) âhir zamanda gökten yere inmesi meselesi, Müslümanların ta başlangıçtan bugüne değin üzerinde ittifak ettikleri bir meseledir. Bu mesele, Kitap, sünnet ve icma-ı ümmete istinad etmektedir. Hadislerde bildirilen İsa’nın inişinden maksat, âhir zamanda bir Deccal’in ortaya çıkacağı ve halka kendisinin Mesih olduğunu iddia edeceğidir. İşte o zaman bütün Yahudiler ona tâbi olacaklar ve yeryüzünde büyük bir fitne yaratacaklardır. Bunun üzerine Allah, bu fitnenin kökünü kurutsun ve insanları bu Deccal’in şerrinden kurtarsın diye gerçek Mesihi dünyaya gönderecektir. Nüzûl-i Îsâ akîdesinin, nübüvvetin son bulma akidesi ile çelişmeyeceğini kesin olarak kabul etmek gerekmektedir. Hz.Îsâ, Hz. Muhammed’den önce gönderilen peygamberlerden birisidir. Bizzat Hz. Peygamber ona inanmış ve Müslümanlar da her zaman ona inanmakta devam etmişlerdir. Ona inanmayan, İslam dairesinden çıkmıştır. O, yeryüzüne tekrar inince, ona yeniden inanmak veya onu inkâr etmek yüzünden ne gibi bir mesele ortaya çıkabilir. Bir kere Müslümanlar ona inanmaktadırlar ve inişi anında yeniden iman etmelerine ihtiyaç yoktur.”[31] demektedir.
Günümüz âlimlerinden Muhammed Ali Sâbûnî de : “Hz.Îsâ’nın meselesi bundan sonra da bitmiş kapanmış değildir. Risalet görevini tamamlamak ve davetini insanlara tebliğ etmek için yeryüzüne tekrar inecektir. Şu anda Hz.Îsâ (a.s), semada diridir. Yüce Allah, onu, ruhu ve bedeni ile birlikte kendisine kaldırmıştır. Kur’an, onun, Allah katına kaldırılışını haber vermiştir. Bundan dolayı bizde, Kur’an’ın buna dair verdiği habere ve Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’inde buna dair anlattığına inanırız.”[32] diyerek bunun Ehl-i Sünnet vel Cemaat’ın inanç umdesi olduğunu ifade etmiştir.
Yazımızın son bölümünde Hz. Îsâ’nın ref’i ve nüzûlüyle ilgili modernist ilahiyatçılarca ileri sürülen inkâra dâir, “o kadar önemli mevzû var iken niye ısrarla Hz. Îsâ’nın nüzûlünü gündeme getiriyorsunuz?” suâline cevap arayalım: Hz.Îsâ’nın nüzûlünü reddeden veya hakikat görmeyen bazı kimselerin bu konuyu gündemine alan Ehl-i Sünnet âlimlerine itirazlarından biridir bu soru şekilli yargı cümlesidir. Bu konuda özel kitap yazan Muhammed Zâhid El-Kevserî’nin şu satırları meseleyi özetlemekte: “İslâm’ın ilk yıllarından bugüne değin İslâm ümmetinin tevarüs edegeldiği; itikâdî, ameli ve ahlâki meselelerde, sahip oldukları edebi meziyetleri kullanarak şüphe uyandıran ve Müslümanların söz birliğini bozan bazı kimselerin ortaya çıkması, hamiyet-i diniye sahibi herkesin içini kemirmektedir. Hâlbuki İslâm ümmeti, sahip olduğu her türlü imkânı bu kimselere sunarken, onlardan dinlerini muhafaza edip Müslümanlar arasında söz birliği sağlamaları beklentisi içerisindeydi. Ancak, kendi aralarında, ne Allah’ın ne de Rasûlünün razı olmayacağı şeyleri fısıldayıp duran bu kimseler, ‘yeniyi kabullenmekle’ ‘eskiyi muhafaza etmek’ arasında şaşkın bıraktıkları Ümmet-i İslâm’ı gafil avlamışlardır. Bu kimseler, her türlü tecdidin İslâm’ın şanını yücelttiği zannıyla, kendilerini tecdit yolunda addetmektedir. Hâlbuki fayda sağlayacak olan tecdit, kâinatın yeni sırlarını keşfedip bunları, hayatı kolaylaştıracak şekilde istihdam etmek; dini sapma ve ahlaki çözülmenin sebeplerini ortadan kaldırmak suretiyle toplumu ıslah etmekten ibarettir. İslâm Ümmetinin şanını gerçek anlamda yüceltip onları başka milletlere muhtaç durumda olmaktan kurtaracak olan yegâne iş budur. Ancak bu şekilde İslâm Ümmeti, ecdadının elde ettiği şerefi kazanma yolunda büyük bir mesafe kat etmiş olur.
Bu anlamda bir kalkınmaya kimsenin itirazı olmayacağı gibi, böyle bir kalkınma, toplumun bütün kesimlerinde, her türlü teşvik, takdir ve övgüye mazhar olacaktır. Ancak, İslâm’ın ilk yıllarından günümüze kadar tevarüs edilen itikâdî ve ameli hükümleri, yeniden düzenleyip değiştirmek suretiyle bu ümmetin dinine ilişmek, üstelik bunu bazen ‘ıslah’ bazen de ‘tecdit’ adı altında yapmak, asla bir hayır vesilesi olamaz. Allah’ın kitabı, indirildiği gibi muhafaza edilmiş, her asırda var olan hadis hafızları, Hz. Peygamber(sav)’in sünnetini adeta bir kale gibi korumuş, ittifak ve ihtilaf edilen meseleler, asırlar boyu ölümsüz eserlerde tedvin edilmiştir. Bütün bunlara vakıf olmak için bir miktar merak ve gayretten başka hiçbir şeye ihtiyaç yoktur. Ayrıca Kur’an-ı Hâkim ile bir şekilde bağlantılı olan tüm ilim dallarında durum bundan farksızdır.
Kitabı,
Peygamberinin sünneti, ilmi mesele ve eserleri, anlattığımız nitelikte olan bir
din, ‘Lutherizm’e ihtiyaç duymaz. Bunun aksini düşünenler İslâm ve
Hıristiyanlık tarihini bilmemekte ve bu iki tarih arasında yanlış mukayese
yapmaktadır. İtikadî ve ameli hükümleriyle oynanması, Ümmet-i İslâm’ı
yüceltmez, aksine başını öne düşürür; itikâdî, ameli ve ahlaki çözülmenin
acısını tattırır. Tecdit davetçilerine tavsiyem, kendilerine ve ümmete hayrı
dokunacak işler yapsınlar ve dini hükümlere saygısızlık etmekten vazgeçsinler.
Bunun yerine İslâmi ilimlerde derinleşip, yeni düzenlemeler yapmadan ve
değiştirmeden bu mirası olduğu gibi muhafaza etsinler. Bunu yaptıkları
takdirde, her türlü övgü ve teşekküre nail olacaklardır. Din, her gün
değiştirilebilecek bir vaka değildir. Buna rağmen, bazı heveskârların
arzularına uyarak, çeşitli vesilelerle dinin şiarlarını, itikâdî ve ameli
hükümlerini değiştirmeye çalışan kişiler ortaya çıkacak olursa, Allah’ın gazabı
ve Müslümanların öfkesi onlardan geri kalmayacaktır.”[33]
[1] İslamoğlu, Mustafa, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, 3. bs., Düşün Yay., İst., 2009, s. 115
[2] http://deuif.blogspot.com.tr/p/mehmet-okuyan.html
[3] Ahmed kalkan, https://www.haksozhaber.net/okul/sahte-peygamberlik-ve-hz-isanin-nuzulu-uzerine-2926yy.htm
Ahmed Kalkan’ın mealci sapıklardan bâriz bir farkı var. O ve onun gibi düşünen Mehmet Pamak, Ahmet Turgut Ulucak gibileri tâğûti sisteme karşı çıkma konusunda bizimle paralel davransalar da, sünnet/hadis konularında maalesef bidatçilerle eşdeğer fikirler ileri sürmekteler. Rabbim onları da Ehl-i Sünnet görüşlerine tâbi olanlardan kılsın.
[4] TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 25, s. 522-525, Ankara, 2002
[5] Mirza Gulâm Ahmed Kâdiyânî (Ö. 1908) tarafından kurulan dînî hareket. Gulâm Ahmed’in 4 Kasım 1900 tarihinde yayımladığı bildiriyle Hz. Peygamber’in ismine işaret etmek üzere Ahmediyye olarak ilân edilmiş, bu tarihten itibaren gerek kendileri gerekse Batılılar bu adı kullanmışlardır. Müslüman âlimler ise bu adlandırmanın Gulâm Ahmed’in kendisine işaret etmek üzere yapıldığını belirterek Kâdiyâniyye’yî tercih etmiş ve yakın dönem mezhepler tarihi literatüründe daha çok bu isimle yer almıştır. Kadiyânîlik’in temel görüşleri, Mirza Gulam Ahmet’in mesihlik, mehdilik, nebilik gibi iddiaları çevresinde toplanır. Bu iddialar, kendi bağlılarının bile ancak bir bölümünce kabul görebilmiştir. Sünnî mezheplerle en önemli ayrılık konularından birisini cihad konusundaki düşünceleri oluşturur. Buna göre kılıçla cihad devri geçmiştir. İslâm’ın yayılması için cihad, kalem ve dua ile yapılmalıdır. Bu konudaki tutumları İngilizlerin önemli ölçüde işlerine yaramış, bağımsızlık mücadelesi veren Müslümanların ise zararına olmuştur.
[6] Süleyman Aydın, Kur’ân Lügatı İlmi Açısından Hz. Îsâ’nın (a.s.) Ref’i ve Nüzûlü, s. 68, Yalova Sosyal bilimler Dergisi, Sayı:9
[7] Bu konuda geniş bilgi için bakınız: Muhammed İmamoğlu, Âhir Zaman Müslümanına Notlar, s. 205-256, İtisam Yayınları, Ankara, 2016
[8] İmam Ebû Hanîfe Nu’man b. Sâbit, el-Fıkhu’l-Ekber, (Çev: Seniyüddin Başak) İstanbul, ts., 11
[9] Veysi Ünverdi, Hz. İsa’nın Nüzulü Probleminin Kelami Açıdan Değerlendirilmesi, s.33, Yüksek Lisans Tezi, Adana, 2005
[10] Muhammed b. Ali eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, Mısır, 1383/1964, II/95; Ebu’l Â’lâ el-Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, (trc. Heyet), İstanbul, 1986, c.1, s. 211-212
[11] Kevserî, Nazra ‘Âbira, s. 96-99
[12] Veysi Ünverdi, Hz. İsa’nın Nüzulü Probleminin Kelami Açıdan Değerlendirilmesi, s. 42
[13] İbn Kesîr, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, c.5,s.1981-1990, Çağrı Yayınları, İstanbul; İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c.5, s.550-552, Buruc Yayınları, İstanbul; Seyyid Ebu’l-A’lâ Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’ân, c.1, s. 429-430
[14]İshak Yazıcı, Kur’ân’a Göre Hz. İsâ’nın Ref‘i ve İlgili Âyetlerin Yorumlarının Tahlili, OMÜİFD, sayı: 20-21, Samsun 2005, s. 86
[15] Bu görüşte olanlar, Kur’ân-ı Kerim’in Kıyamet alâmetleri hakkında bilgi vermesini ve Kıyâmet’in yaklaştığını gösteren delillerden bahsetmesini gerekçe göstermişlerdir. Zamanımız müfessirlerinden Derveze bu görüşü tercih etmiştir (Tefsir, III, 383-384).
[16] İmam Kurtubî, El Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c.15, s.527-530; Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/149-152, Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, c.5, s.500, Ensar Neşriyat
[17]; Vehbe Zuhaylî, a.g.e., XXV/173; es-Sâbûnî, a.g.e., III/162.
[18] Bu konuda bkz. Derveze , Tefsir, VI, 24 vd.; Ö. Ahmed Ömer, I, 357-358.
[19] İbn Kesîr, Tefsir, Beyrut 1401, I, 578; Kasasu’l-enbiyâ, II, 712
[20] Elmalılı, âyette “ölümü zamanında” değil de “ölümünden önce” tabirinin kullanılmasından hareketle, âyetten şu anlamı çıkarmıştır: “Ölümlerinden Önce yahudiler Hz. İsâ’yı yalanlamaktan, Hristiyanlar tanrılık isnadından tevbe ederek her halde Hz. İsâ’ya iman etmek zorundadırlar, yani ona iman ile borçludurlar. Ölüm gelmeden, tevbe kapısı kapanmadan, zorunlu hale düşmeden önce tevbe edip imana gelmelidirler. Yoksa o zaman imanın da faydası olmayacak, Hz. İsâ kıyamet gününde aleyhlerinde şahit olacak, Yahudiler için “Ey Rabbim, bunlar beni yalanladılar” diye; Hristiyanlar aleyhinde de “Ey Rabbim, bunlar bana ilâh ve Allah’ın oğlu dediler.” diye küfürlerine şahitlik edecektir.” [Hak Dini Kur’ân Dili, III, 121).Bu konuda bkz. Mevdûdî, Tefhim, I, 432
[21] Buhâri, Mezâlim, 31; Müslim, İman, 242-243;
[22] Müslim, Fiten ve Eşratu’s-Sâa, 39; Ebu Davud, es-Sünen, Melahim, 12
[23] Müslim, Fiten, 116.
[24] Müslim, İman, 247; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 345, 384.
[25] Bakınız: Hasan Karakaya, İslam Akaidi, s.869-878, Beka Yayınları, İstanbul
[26] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, XI, 7049.
[27] Keşmîrî’nin zikrettiği hadislerden 4’ünün mevzu (uydurma) olduğunu tesbit eden mezkûr eserin muhakkiki Abdulfettâh Ebû Gudde, onun zikrettiği rivayetlere 10 hadis daha eklemiştir ki, böylece konu ile ilgili merfu hadislerin sayısı -mevzu olan 4 rivayeti ayırarak söylersek- 82’yi bulmaktadır. Keza yine Ebû Gudde, Keşmîrî’nin zikrettiği 25 esere (senedi Hz. Peygamber (sav)’e ulaşmayan rivayet) 10 eser daha eklemiştir. Böylece konu hakkında Sahabe’den nakledilenlerin sayısı da 35’e çıkmış olmaktadır.
[28] İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, s.610-614, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 2010
[29] Yusuf el-Vabil, Eşrâtu’s Sa’a, s.352, S.Arabistan
[30] Mevdûdî, Tefhimul Kur’an, c. 4, s. 488
[31] Mevdûdî, Kadiyanilik Nedir, s. 210-216, İstanbul, 1975
[32] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, s. 495-496, Ahsen Yayınları
[33] Muhammed Zâhid el-Kevserî, Nüzûl-i İsâ Meselesi, s.13-16, Rıhle Kitap, İstanbul

Yazar : imamoglumehmet
Yazar Hakkında : Ankara 1973 doğumluyum. Mamak İmam-Hatip Lisesinden 1991’de mezun oldum. 1996’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden İyi dereceyle mezun oldum. 1996’da Artvin’de öğretmenliğe başladım. Hâlen Ankara Keçiören Anadolu İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmenliği yapmaktayım.
Sitemizde En Çok Okunan İçerikler




Sitemizde En Çok Yorumlanan İçerikler




Videolar
'Mü'minûn Sûresinden Âhiret Sahneleri' Sohbeti
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (1)
Lokman Aleyhisselâm'ın Öğütleri (2)
Âl-i İmrân Sûresi 190-195. âyetin tefsiri
Düğün Sohbeti
Suriye ve Mısır'daki Kardeşlerimiz İçin Dua
Ahir Zaman Müslümanına Notlar
Arşiv
Etiketler
Tavsiye Siteler
İmam Buhari Vakfı
İyiliğe Çağrı Yardım Derneği